Akademi ve rektörlük üzerine

Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan kayyum rektör atamasına gösterilen haklı tepkiler iktidarı telaşlandırdı. Gezi’yi anımsadılar ve korkudan kaynaklanan telaşlı saldırganlıkları iyice arttı. Ülkenin diğer bazı devlet üniversitelerinin öğrenci ve öğretim elemanlarından da destek eylemleri geldi ve hala sürmekte. Sanırım bu ölçekte bir tepki son yirmi yıldır üniversite camiasında ilk kez verilmekte. Bunu, ülkenin getirildiği ve hangi kelimeleri kullanırsam kullanayım yeterince tanımlayamayacağım bir durumun yarattığı tepkisel bir dışavurum ve isyan olarak nitelendiriyorum. Çünkü 2000’li yılların başından itibaren rektörlük seçimi ve atamalarında öz itibarıyla değişen pek bir şey olmadı. Ancak, haklarını savunmada edilgen ve korkak davranan yurdum insanı, bu kez de iş işten geçtikten sonra isyan etmeye başladı; geleceğe dair en önemli umudumuz olan güzel gençlerimizi bu kategoriye sokmuyorum elbette.

Üniversite rektörlerinin sözde seçimle işbaşına geldikleri süreci bir anımsatmak istiyorum. Doksanlı yılların ortasında başlayan uygulamaya göre;

- En az altı adayın olması koşulu ile üniversitenin öğretim üyeleri tarafından seçim yapılır ve sıralama YÖK’e iletilirdi (altı adayın çıkmaması halinde sadece kendine oy verecek naylon adaylar bulunurdu).

- YÖK, kendileri hariç kimse tarafından bilinmeyen kriterlere göre bu altı adayın üçünü eler, geri kalanları belirli bir sıralama dahilinde Cumhurbaşkanlığına gönderirdi (bu sıralamada akademinin belirlediği listenin hiç önemi yoktu, naylon adaylar bile -yasal olarak (!)- ilk üçe girebilirdi). YÖK 2006 yılında bir nezaket gösterip ”şu insanları bir dinleyelim bari, ayıp olmasın” dedi ve altı adayı mülakata davet etmeye başladı. Erdoğan Teziç döneminde başlayan bu nezaket hoşa gitmiş olmalı ki bu mülakat tadındaki eleme süreci sonraki AKP’li YÖK başkanları döneminde de devam etti.

- Cumhurbaşkanı kendisine sıralı olarak gönderilen bu listeden, istihbaratına dayalı olarak uygun gördüğü kişiyi rektör olarak atardı. Bu, yasaya uygun olarak, sadece kendine oy vermiş naylon bir aday da olabilirdi.

2016 yılına kadar devam eden bu uygulama sürecinde birkaç tepki dışında (örneğin ODTÜ’de birinci sıra haricindeki adayların YÖK görüşmesine gitmeyip Cumhurbaşkanının kendine ismi ulaşan tek adayı atamak zorunda kalması gibi) akademik camia, homurdana homurdana bu seçim yutturmacasını kabul etti. Hiç kimse toplumda ses getirecek biçimde örgütsel bir karşı duruşun içine girmedi. “Madem bizim oylarımızın hiçbir geçerliliği yok o zaman biz de sözde seçimlere katılmıyoruz” diyemedi. Üç-beş oy alanlar bile “bir umut, piyango belki bana vurur” deyip koştura koştura sözde YÖK mülakatlarına katıldı (bunların içinde demokrat, ilerici geçinenlerin varlığı beni ayrıca üzmüştür).

Ve 2016 yılında Cumhurbaşkanı kendini tek seçici ilan ederek bu uygulamaya son verdi. Diktatoryal yönetimin esaslarına daha uygun olan bu yöntem, bence kendi içinde öncekine göre daha tutarlı gözüküyor.

2012 yılında yazdığım “Allah Allah Üniversiteyi Kim Öptü?” isimli anı kitapçığımdan kendi yaşadığım 2010 YÖK görüşme sürecini özetle aşağıya aktardım, umarım bu sıkıntılı süreçte biraz eğlenirsiniz.

YÖK'TE İKİNCİ MÜLAKATIM (2010)

Bu uygulama ilk önce Erdoğan Teziç’in YÖK Başkanı olduğu dönemde başlatılmıştı. Sanıyorum esas amaç, adayları doğrudan görerek kılık kıyafeti, endamı, bıyık tipi (!) (adayların çoğu erkek olduğu için bıyıktan bahsediyorum, bayanlar için de herhalde etek boyuna falan dikkat ediliyordur); hakkında bilgilenmek ve kişinin konuşmasını değerlendirerek, konuya hakimiyetini ve özgüvenini saptamaktı. Ben bu uygulamaya, ilk kez rektör adayı olduğumda Sn. Teziç görevdeyken maruz kalmıştım. Önce bir oturma odasına alınmış ve orada beklemiştik. Bekleme sürecinde arada bir görevliler gelip bir ihtiyacımızın olup olmadığını soruyorlardı. Sıra geldiğinde, YÖK Genel Kurul üyelerinin bulunduğu bir salona alınarak Başkanın kibar bir şekilde “bunun tanışma amaçlı bir görüşme olduğu, bir sorgu veya sınav gibi değerlendirilmemesi gerektiği“ ricasıyla başlayan ve kurul üyelerinin sorularıyla yönlendirilen bir görüşme yapmıştık. Yaklaşık yarım saat kadar sürmüştü.

Rektör sıfatıyla katıldığım ikinci YÖK mülakatımda artık deneyimli sayılırdım. Belirtilen saatte YÖK binasına gittim. Kapıdaki görevliye gelme nedenimi söyledim, toplantının yemekhanede olduğunu ifade etti ve eliyle tarif etti. Duvarlara yapıştırılmış “toplantı salonu” yazılarını takip ederek mülakat yerine ulaştım. Sonu kapalı dar bir koridor, sol tarafında iki adet büyük personel yemekhanesi ve sağda sanıyorum YÖK üyelerinin yemek salonu olan ve mülakat için kullanılmakta olan bir yer, görüntü buydu. Soldaki büyük salonun ortasında masalar birleştirilmiş, üstü klasörlerle yığılı bir vaziyetteydi. Birkaç memur bilgisayarların başında oturmuş hem çalışıyor hem sohbet ediyorlardı. Ancak esas ilginç olan aynı masada Ekrem Pakdemirli de oturmuş, çayını yudumluyordu. Bizi mülakata aldıkları gün Manisa Celal Bayar Üniversitesi'nin rektör adaylarının da mülakatı vardı. Ekrem Bey'in oğlu Mehmet Pakdemirli de adaylar arasındaydı (sonradan FETÖ’den tutuklandı, Z.İ.). Sanıyorum oğluna moral vermek için o da mülakat salonunun karşısında yerini almıştı. Ancak sonradan öğrendiğim, Celal Bayar Üniversitesi'nin mülakatları sabah yapılmıştı; demek ki Ekrem Bey sonraya kalmış, bütün mülakatların tamamlanmasını bekliyordu. İşler bitince belli ki kurul üyelerinin halini hatırını soracak, adayların değerlendirme kısmına da katkıda bulunmaya gayret edecekti. Eh, bu denli devlet deneyimi bulunan birisinden bu kadarcık katkı da olsundu!

Bekleme sürecini kör koridorda volta atarak geçirdim. Buyur otur bir çay iç diyen bile olmadı. Bir ara memurlardan biri koridora çıktı, hangi üniversiteden olduğumu sordu. “Sıranız gelince biz size haber vereceğiz” dedi. Bu arada, mülakatı biten bir adayın çocuklar gibi sevinerek dışarı çıktığını, etrafının hemen diğer adaylar tarafından çevrildiğini ve “Ne sordular, ne sordular?” diye ablukaya alındığını, onun da gevrek bir gülüşle “Soracak bir şey bırakmadım ki adamlara!” dediğini anımsıyorum!

Yaratılan ortam çok kötüydü. Kapıda bekleyenler üniversitelerin rektör adaylarıydı ve içeride de Türk üniversitelerinin en üstünde yer alan kurumun genel kurul üyeleri oturuyordu. Adaylar, yazılı sınavı geçmiş mülakatı bekleyen -kimi torpilli, kimi torpilsiz- iş arayan vatandaş durumundaydılar. Ancak şunu belirtmek isterim: Bu durumun kasten veya adaylar üzerinde baskı unsuru olarak bilinçli şekilde yaratıldığı fikrinde kesinlikle değilim. O ortam, sorumlularının yaşama, dünyaya ve elbette üniversitelere bakışlarının bir simgesiydi. Bundan rahatsız değildiler ve hatta, büyük ihtimalle, farkında bile değildiler. Ben, adayların (sanırım toplamı altmış civarındaydı) çoğunun da bu durumdan rahatsız olduğunu sanmıyorum. Ve bence işin en acı tarafı da bu! Ülkenin devlet üniversitelerindeki bu niteliksiz başkalaşımın kamusal alanlar başta olmak üzere tüm yapıya  sarmalandığını söylemek için kahin olmaya gerek yok.

Sıra bana gelmiş olmalı ki memur beni içeri buyur etti. U şeklinde birleştirilmiş masaların etrafında Kurul Üyeleri, ucunda ise başkan, başkan vekili ve genel sekreter otuyordu, beni de başkanın tam karşısına gelecek şekilde oturttular. Başkan “Hocam hoşgeldin, formatımız şu şekilde, beş dakika anlatacaksınız, sonra isteyen üye soru soracak bunun için de beş dakika ayrıldı, evet buyrun! “ dedi. Ben “Ne anlatmamı istiyorsunuz?” dedim; “Ne istersen onu anlat” diye yanıtladı. “Bu kadarcık bir sürede öğrenmek istenilenlerin ne olduğunu bilmeden ne anlatabilirim ki“ dedim; “Valla yirmi küsur üniversite, altışar adaydan hesaplarsan adam başı toplam on dakika düşüyor“ dedi. Mülakat öncesinde YÖK tarafından bize bir form gönderilmiş ve doldurmamız istenmişti, orada “Üniversitenizin temel sorunları nelerdir, ne  gibi çözüm önerileriniz var?” şeklinde bir soru vardı. Ben de bari beş dakikada bu soruyu yanıtlayayım dedim ve başladım anlatmaya:

“Üniversitelerin en önemli sorunlarından biri maddi kaynakların azlığıdır, sadece bütçe olanaklarıyla istenilenleri yapmak mümkün değildir, bu nedenle özgelir yaratacak kaynaklar bulmak gerekir, bu gerçekten hareketle biz de kampüsümüzde yer alan doğal kaynakları kullanmaya yönelik projeler hazırladık. Bir özel sektör kuruluşu ile ortak olarak şirket kurduk, 2012 yılında Türkiye’nin bir üniversite kampüsünde yer alan ilk rüzgar santralini devreye alacağız; bunun yanı sıra bulunduğumuz bölgenin zeytin ve sakız potansiyelinden yararlanma konusunda bölge halkının da içinde yer alacağı bilimsel ve sosyal projelerimiz var, İzmir Valiliği ve Kalkınma Ajansı da buna destek veriyor..........” şeklinde safça ve kendimce devam edip gidiyorum.

Bu arada kurul üyelerinin davranışlarını da izliyorum. Çoğu önündeki dosyaları karıştırıyor, belli ki derslerine iyi çalışmamışlar, dosya içerisinde benim bulunduğum kısmı arıyorlar. Kimisi sağa sola bakıyor, kimisi önündeki kağıtlara bir şeyler yazıyor. Bu arada başkan da çok meşgul, devamlı genel sekreterle bir şeyler konuşuyor. İki kurul üyesi salon dışına çıkıyor, konuşmam bittikten sonra geri dönüyorlar. Sonuçta çok az kişi tarafından dinlendiğim ve ciddiye alındığım izlenimiyle soruyorum: ”Ne kadar sürem kaldı?” “Çoktan bitti hocam” diyor başkan, “Evet sorusu olan var mı?”. Bir tanesi kalkıp “Ya hocam sen bize yok rüzgar santralı, yok zeytinyağı-sakız bunlardan bahsedip durdun, bunların yüksek teknolojiyle ne alakası var allasen” diyor. Ben de, bana herhangi bir soru sorulmadığını, istediğim herhangi bir şeyi anlatabileceğimin söylendiğini, ancak istenirse yüksek teknolojiye yönelik olarak yürüyen projelerden bahsedebileceğimi söylüyorum. Benim bu izah çabalarım sırasında başkan ve genel sekreter dışarı çıkıyorlar ve bir daha da geri dönmüyorlar. Başkan vekili teşekkür ediyor ve beni uğurluyor, bitti.........

Yukarıda anlattığım bu süreç herhalde bütün adaylar tarafından yaşanıyor ve YÖK Genel Kurulu, bu inanılmaz mülakat felaketi sonucunda kimin rektörlük yapıp kimin yapamayacağına karar veriyor! İşin ilginci, bu kurul içerisinde en önlerde yer alan ve “Üyelerine yüksek ahlak ilkeleri ve erdemleri özümletmeye çalışarak tüm insanların kardeşçe yaşayacakları bir sevgi düzeni oluşturmaya çalışan” bir derneğin (Hür ve kabul edilmiş masonlar derneği, Z.İ.) en üst noktalarına tırmanmış bir şahsiyet, sonradan ortak bir tanıdığımıza “Valla biz sıralamaya karışmıyoruz, onlar hazır geliyor” diyebiliyor!

Sonuç: Üniversitede yapılan seçimde benden sonra gelen aday rektör olarak atanıyor…