Akademi kitaplarını okuma gerekçesi

Akademik açıdan her kavramda geriye giderken, kitap sayısının artmasını tam olarak çözemesem de işin olumlu tarafından da söz etmeliyim. Ne olursa olsun, bazılarında bence akademiyi ileri taşıyamayacak, hatta çağdışı görüşler olsa da diğer yandan ciddi bir veri birikimine yol açtıkları da yadsınamayacak bir gerçek.

Yanıtını bilemediğim çok net bir sorum var; neden herhangi bir konuda çok sayıda kitap basılır? Somutlamak gerekirse, bu soruyu üniversite konulu kitaplar için soruyorum. Gerçekten de Türkçede akademi ve/veya bilim politikası konulu öyle çok kitap var ki. Şöyle söyleyeyim, bu başlıkta benim yaklaşık 2500 kitabım var. Almayı planladığım, listemdeki kitap sayısı ise 150 civarında. Buna haberim olmayanları da eklerseniz, 3000’e yakın Türkçe akademi ve/veya bilim politikası kitabı var diyebiliriz.

Tekrar soruya dönecek olursam, bu yüksek rakamları anlamakta zorlanıyorum. ‘Demek ki talep var’ denilebilir ama benim gözlemlerim hiç de bu yönde değil. Akademide bulunduğum süre boyunca, rektör adayları dahil, ne bu tür kitapları okuyan birini gördüm, ne de kitaplığında rastladım (belki anımsarsınız, bir odaya girdiğimde ilk fırsatta, varsa, kitaplığa baktığımı söylemiştim). Üniversite dışında okunuyor desem, o da değil; metroda, tramvayda kimsenin elinde görmediğim gibi, böyle kitapları okuma modası da yok. Üstelik rahat okunabilir bir kitap grubu da değil.

Akademik açıdan her kavramda geriye giderken, kitap sayısının artmasını tam olarak çözemesem de işin olumlu tarafından da söz etmeliyim. Ne olursa olsun, bazılarında bence akademiyi ileri taşıyamayacak, hatta çağdışı görüşler olsa da diğer yandan ciddi bir veri birikimine yol açtıkları da yadsınamayacak bir gerçek. Yani diyorum ki, günün birinde üniversitelerin gerçekten bilgi üretmesini isteyen bir irade iktidara geldiğinde, önünde hazır bir şeyler bulacak. İşte onların bir kısmı:

Onur Hayırlı’nın doktora tez çalışmasının kitaplaştırılmış hali Akademisyen Evlilikleri adıyla yayınladı. Daha önce bu konuda değil kitap, makale bile okumamıştım. Çalışma, “toplumun en eğitimli kesimi kabul edilen akademisyenlerin öncü bir yaşam tarzına sahip olabileceği düşünülerek” yapılmış ama görünen o ki, “geleneksel ailenin saygınlık ve din fonksiyonlarının varlığını” aşamamışlar. İşte size ucundan tutulabilecek bir veri: ‘akademisyenler, düşünce ve davranış açısından toplumun ilerisinde değildir; akademisyen seçimi ve eğitimi ile ilgili programların revizyona gereksinimi vardır’.

KÜNYE: Akademisyen Evlilikleri. Onur Hayırlı. Gece Yay., 2. baskı, 2018. Liste fiyatı 85 TL.

Cemil Çelik AKP döneminde rektörlük ve Tübitak’ta yöneticilik yapmış bir akademisyen. Daha çok iş adamı Mahmut Calık'a fahri doktora verirken elini öpmesiyle anımsanır. Çeşitli tarihlerdeki makalelerini Türkiye’de Bilim ve Üniversite adıyla kitaplaştırmış. Tahmin edilebileceği gibi kitap boyu süren bir AKP propagandası var; AKP dönemini üniversite açısından Cumhuriyet tarihinin “en yüksek düzeyde hamle dönemi” (s.24) olarak nitelendirmesini mi, “AK Parti iktidarları döneminde ilk kez AR-GE konusu ciddiye alındı” (s.59) demesini mi, hangisini yazayım bilemiyorum. Yetmiyor, “Bugün ulema yanlışlarından dolayı iktidarı uyarmıyor” (s.32) bile diyebiliyor. Sanki iktidarı uyaran bir bildiriyi (Barış Bildirisini kastediyorum) imzalayan akademisyenler üniversiteden atılmamış ve tüm kamusal haklarından yoksun bırakılmamış gibi.

KÜNYE: Türkiye’de Bilim ve Üniversite. Cemil Çelik. Anadolu Ay Yay., 2022. Liste fiyatı 45 TL.

Böyle söylüyor ama bazı şeyleri de görmezden gelemiyor; “siyasi yakınlıkları ölçü alınarak üniversitelerin başına geçirilenler” (s.30), “rektör atanmada imam hatipli olmanın tercih kriterlerinin başına geçmesi” (s.70) gibi. Demek istediğim ne kadar AKP yanlısı olursa olsun, biraz bilim insanı dürüstlüğü, biraz bilim politikası üzerine kafa yorması, doğruları görmesini sağlıyor.

Sonuçta, Çelik’in kitabında da ucundan tutabilecek bir veri var: ‘akademide liyakat zorunludur’.

Hudut Dışı Öyküler, yukarıda bahsettiğim, akademisyenlik sorumluluğuyla siyasi iktidarı uyardıkları için 12’si kamu görevinden atılan 15 Barış İmzacısının öykülerinden oluşan bir kitap. İki kez atılmışlar; önce üniversiteleri atmış onları sonra da KHK ile kamu hizmetinden uzaklaştırılmışlar. Bu garip durumun bir yararı olmuş ama; iki atılma arasında yurtdışına çıkabilmişler. Biliyorsunuz KHK ile atılınca pasaportlarımıza el konulmuş, yurtdışına çıkmamız engellenmişti. O zaman pasaportsuz olmak, atılmaktan daha çok canımı sıkmıştı benim, yurtdışı olanaklarını yitirdiğim için. Ama Hudut Dışı Öyküleri okuyunca gördüm ki yurtdışı da iyi bir çözüm değilmiş. Göçmenlik kötü bir şey kuşkusuz, kendi isteğinizle de gitseniz, çok iyi bir işiniz de olsa, göçmensiniz sonuçta: kültürel köklerinizden ayrılmış, entelektüel yaşamınızın çoğuna veda etmiş, dahası gelişme olanaklarınız sınırlanmış. Belki de anadili fazla önemsediğimden böyle düşünüyorum. Bir de bunun üstüne eklenen sürgünlük; istediğiniz gibi ülkenize gidip, gelememenin ağırlığı: “Geleceğe, memlekete ve en önemlisi kişisel hayatımıza dair tek bir belirlilik ya da kesinlik bilmeden, hissetmeden devam etme gayreti bulduk birbirimizden” (s. 129, Aydın Bayad).

KÜNYE: Hudut Dışı Öyküler. Der.: Hakan Mertcan, NotaBene Yay., 2019. Liste fiyatı 100 TL.

Kitapta beni şaşırtan Hudut Dışı Öyküler’in tümünün belirli bir düzeyin üzerinde olmasıydı. Kuru hatta daha doğru bir ifadeyle ruhsuz akademik bir dil vardır ve yıllar içerisinde kaleminizin estetik akıcılığını bozar. Bu durumu doğrudan yaşadığım için hiçbir kuşkum yok. Ancak Hudut Dışı Öyküler böyle değil; insanın aklına daha önce öykü yazdılar mı sorusu geliyor ama doğrusunu söylemek gerekirse ben içlerinde yazar olarak bir tek Meltem Gürle’yi tanıyordum. Nasıl bu kişiler üniversiteden uzaklaştırılır, akıl alır gibi değil. Bu üniversitenin, ama özellikle yazarların çoğunun atıldığı Mersin Üniversitesinin, entelektüalite açısından kaybının somut bir kanıtıdır bence. Hani bu kitap başka bir dile çevrilse de o ülkeden edebiyata meraklı bir akademisyen okusa, sonra da kendisine olayların tümü gerçek ve yazarların tümü barış istedikleri için üniversitelerinden atılan akademisyenler dense, acaba ne düşünür? İnanmayacağı net de sonrasında ne der, onu merak ediyorum. Açık söyleyeyim, yirmi beş yıllık akademik yaşamımda böyle etkileyici yazabilecek çok az kişiyle karşılaştım. Yazarlar öncesi ve sonrasıyla tasfiye sürecini aktarmakla kalmıyorlar; çarpıcı gerçeklikle, yoğun bir duygusallığı arka arkaya yaşatıyorlar okura.

Bu dönemin hesabı sorulmadan Türkiye akademisinde hiçbir şekilde yol alınamayacağını söyleyebilirim. Elbette bu hesap sorma işi üniversiteler bazında rektörlerin tüm ekibini kapsayacak biçimde olmalı, çünkü “bu süreçte açıktan veya gizli kapaklı onu (rektörü) destekleyen tüm yardımcıları ve bilumum şürekası ondan hak ettikleri ödüllerini bekliyorlardı” (s. 142, Bermal Aydın). Ve ses çıkartmayan akademisyenler: “…gerçekten utanıyordu öğrenciler, atılmaları durduramadıkları için. Meslektaşlarının büyük çoğunluğunun hissetmediği utancı onlar hissetmişti canı gönülden” (s. 20,Eylem Çamuroğlu Çığ). Ucundan tutulacak nokta çok belirgin o zaman: ‘Cumhuriyet tarihinin bu en büyük kıyımıyla akademi yüzleşmek zorundadır’.

Dediğim gibi, gittiğiniz yerde ne denli iyi karşılanırsanız karşılanın, göçmenlik ve sürgün her daim zor bir iştir. Aslında Türkiye, 2017 tasfiyesini tersinden 1933 yılında yaşamıştı; Nazi Almanya’sından kaçan bilim insanları için bir sığınma limanıydı İstanbul. Hakkı Bilen, Moda’nın Mülteci Alman Profesörleri kitabında o yıllarda ülkemize gelenleri Moda’da oturanlar üzerinden anlatıyor. Kitap esas olarak Türkçede daha önce yayınlanmış olan Hirsch, Neumark ve Schwartz’ın anılarına(1) dayanılarak hazırlanmış. Türkiye’deki meslektaşlarının üç, dört katı kadar maaş alsalar da, toplumun ve devletin her kademesinden saygı görseler de yine de göçmendiler ve huzursuzdular. Bence Hudut Dışı Öyküler ile arka arkaya okuyunca anlatılanlar daha bir yerine oturuyor.

KÜNYE: Moda’nın Mülteci Alman Profesörleri. Hakkı Bilen, Kadıköy Belediyesi Yay., 2. baskı, 2022. Liste fiyatı 70 TL.

Tüm dünyanın kınadığı, kimsenin savunamadığı Naziler bile toplam 2800 akademisyenin işine son vermişken, Türkiye’de 2017’de 5000’in üzerinde öğretim elemanının tasfiye edilmesi, yaşananların boyutunu göstermesi açısından önemli. Elbette 1933 Almanya akademisindekilerin, 2017 Türkiye’sine göre sayıca çok az olduğunu tahmin edebiliyorum ama yine de Nazilerle karşılaştırma durumuna getirmesi bile kayda değer.

1933 Üniversite Reformu’nda iktidarın kararlı tutumuna bir de Almanya’dan gelen önemli bilim insanları eklenince Türkiye üniversite tarihinin en önemli hamlesi gerçekleşmiş, çağdaş üniversitenin ve bugün elimizde kalan az da olsa olumlulukların temeli atılmıştı. Almanya üniversite tarihinin en karanlık sayfasının, Türkiye üniversitelerinin en parlak dönemine en büyük katkıyı yapması ironik elbette ama ucundan tutulacak yeri de gösteriyor: “akademiyi düzeltmek istiyorsan tarihini bileceksin”.

Üniversite tarihi konusunda pek çok önemli belgeyi okurlara sunan Ali Arslan, Darülfünun İlahiyat Fakültesi ve İlk Meclis Zabıtları isimli kitabında aynı tarzını sürdürüyor. Elbette bu arada İlahiyat Fakültesinin (İF) tarihini de gözden geçirmiş oluyoruz. Biliyorsunuz, ilk iki Darülfünun içerisinde İF yoktu, yüksek din eğitimi de medreselerde veriliyordu. İlk kez 1 Eylül 1900 yılında II. Abdülhamid’in tahta geçmesinin 25. yıldönümünde İF, Darülfünun içerisine alınır. “Bu durum medreselerin yüksek kısmının fiilen sona ermesi manasını taşıması bakımından çok önemlidir” (s.28) ve bu şeref II. Abdülhamid’indir. İF’nin serüveni sonrasında da ilginçtir, 1914 yılında medreselerin bu kez genel kısmına aktarılır ve on yıl üniversite dışında kaldıktan sonra, “1924’te Tevhid- i Tedrisat Kanunu ile medreselerin yüksek ve ihtisas kısımları tekrar Darülfünun’a devredilir” (s.107). 1933 Üniversite reformuyla birlikte de “CHP’li Hükümet, Darülfünun’u kapatıp üniversiteyi açarken, üniversitede İF’ne yer vermemiş ve lisans öğreniminin yapılacağı bir bölümün açılmasını da reddetmişti. Sadece ilmi araştırmalar yapılması için Edebiyat Fakültesi’ne bağlı İslam Tetkikleri Enstitüsü’nün kurulmasına izin verilmişti.” Ne desem ki, keşke Ali Arslan politik vurgu yapmadan, salt belgeler üzerinden konuşsa çünkü İF’yi üniversiteden sadece çıkartan değil alan da CHP. Devam edelim, “Ancak 1946’da çok partili hayata geçilmesi ve Sovyetler Birliği’nin tehdidi nedeniyle anti-komünist bloka girilmesi üzerine Türkiye’de tekrar İF 1949 yılında kurulmuştu” (s.165). İşte bu söz doğru; yine CHP iktidardaydı ve yazarın da belirttiği gibi, İF’nin üniversitede olması, bilimsel bir gerekçeyle değil, tümüyle ABD argümanına (anti-komünizm) göreydi.

KÜNYE: Darülfünun İlahiyat Fakültesi ve İlk Meclis Zabıtları. Ali Arslan. Usûl Yay., 2022. Liste fiyatı 100 TL.

Dikkat ettiyseniz İF bazen üniversite içerisinde bazen dışarısında kalmış. Böyle bir durum gerçek bir bilim dalı için, örneğin fizik, örneğin sosyoloji için söz konusu bile olamaz, olmamıştır. Belli ki, İFİye yönelik tüm tasarruflar bilimsel değil, politik temellidir; zaten ilahiyat da bir bilim sayılmaz. Bu durumda, bana sorarsanız üniversitede ayrı bir İF bulunması doğru değildir; sadece sosyolojik bir olgu olarak değişik bölümlerce incelenebilir, o kadar. Bu da bu kitabın ucundan tutulacak verisi olsun.

Bugünün son kitabı (aslında kitapçık demek daha doğru çünkü küçük boy, 28 sayfa) Erdinç Tokgöz’ün yazdığı Halime Oygur ve İktisat Bölümü. Hem Tokgöz hem de Oygur Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi eski öğretim üyeleri. Kitapta 1968-1988 yılları arasında bölümden fakülteye geçiş anlatılmak istense de tam bir tarih anlatımı yok. Sık sık konudan kopuşlar olan yazı fakülte dergisine makale olarak yollanmış ve reddedilmiş. Bana sorarsanız doğru bir karar; dediğim gibi anlatım bütünlüğü yok. Üstelik bir dergi için de uzun sayılır. Ancak tüm öznelliğine karşın, ileride yazılacak fakülte tarihine katkısı olacağını düşünüyorum. Tokgöz çok şey anlatırken, 1969 yılında açılan asistan sınavında bir adayı, Marksist olduğunu düşündükleri için almadıklarını da ağzından kaçırıyor. Ayrıntılara girince Halime Oygur ve İktisat Bölümü’nde de ucundan tutulacak veri bulunabiliyor.

KÜNYE: Halime Oygur ve İktisat Bölümü. Erdinç Tokgöz. Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim.

Sonuçta bilim ve üniversite politikasını ilgilendiren kitaplar şu ya da bu ölçüde, satır arasında olsa önemli veriler sunar. Yeni Türkiye’nin akademisi kurulurken hepsine gereksinim olacaktır.


(1) Ernst Hirsch, Anılarım, Tübitak Yay.,1997; Fritz Neumark, Boğaziçine Sığınanlar. Türkiye’ye İltica Eden Alman İlim, Siyaset ve Sanat Adamları 1933-1953. İstanbul Üniversitesi Yay., 1982; Philipp Schwartz, Kader Birliği, Belge Yay., 2003.