Emine Bulut’un katledilme görüntülerinin hızla yayılması sadece kadınlarda değil tüm toplumda bir travma yarattı. Özgecan Aslan cinayetinden sonra da benzer vahşetle sarsılmıştık. Sonrasında ise bu türden vahşice işlenen cinayetlerin sayısal gerçekler olarak ekranlarda akıp gitmesi ‘sıradanlaştı’. Emine Bulut cinayeti bir kez daha ‘sıradanlaşan’ kadın cinayetlerini bir gerçeklik olarak toplumun suratına çarptı.
Kadın arkadaşlarım beni çok iyi anlayacaktır, Emine Bulut cinayetinin bizde yarattığı acıya, travmaya birkaç yönüyle bakmak gerekiyor. Birincisi, kadınların sürekli vahşice öldürüldüğünü bildiğimiz bir ülkede yaşıyoruz. Bunu her gün yaşıyor olmak ve durduramamak bizi çok yaralıyor. Başka bir yönü, vahşet ve feryat bizlere kadın olarak yaşadığımız şiddet deneyimlerini hatırlatıyor, travmalarımızı tetikliyor. Şiddet deneyimlerimizi bilinçli ya da bilinçsiz tekrar yaşıyoruz. Diğer bir yönü ise, anne olalım ya da olmayalım, hepimiz anne Emine Bulut ve kızıyla bir özdeşleşme yaşıyoruz, biz kayboluyoruz ya da biriciğimizi kaybediyoruz. Tarifi zor bir şey yaşadığımız…
Yapabileceğimiz neydi ilk anda? Öfkemiz ve isyanımızla sokaklara çıkmak. Öyle de oldu. ‘Ölmek istemiyoruz’ ve 'Yaşamak istiyoruz’ diye haykırdık, sokaklardaydık. Ama artık bu bize yetmiyor. Evet, isyanımız çok önemli ama artık refleksif eylemler, bağırmalar, sloganlar bize yetmiyor. Artık bir an önce önlem alınmasını, kadınların korunmasını, yasaların gereklerinin yerine getirilmesini ve katillerin adilce yargılanmasını istiyoruz. Biz kadınlar, kadın cinayetlerinin nereden kaynaklandığını, kimin azmettirici olduğunu, katilleri aklayanları, salanları ve kadın katili bir nesil yaratanları biliyoruz. Artık yapılması gerekenin bir an önce yapılmasını istiyoruz.
Bir an önce yapılacaklar dediğimizde ise öfke nöbetleri, küfürler, şiddeti şiddetle kontrol altına almaya çalışanlar (örneğin kendini yaralayıcı, kendine yönelen şiddet görüntülerini paylaşan oyuncular); kısasa kısaslar, idam histerileri görmek istemiyoruz. Yeter artık! Artık idamın insanlık suçu olduğunu buradan yazmak zül geliyor. Zaten bir bakalım idamı isteyenler kimler, neden hiçbir kadın hakları savunucusunun ya da kadın hakları savunucusu bir örgütün talepler listesinde idam yazmıyor. Çünkü biliyoruz ki bu düzende o idam sehpasına ölmemek ya da sistematik işkence ve tecavüzden kurtulmak için öldürmek zorunda kalan kadınların çıkma ihtimali, kadın katillerinin çıkma ihtimalinden daha yüksek. Daha yakın zamanda tecavüzcüden kurtulmak için öldürmek zorunda kalan Nevin Yıldırım için verilebilecek en yüksek ceza Yargıtay tarafından onandı. Kadınları öldüren, tecavüz eden erkeklere türlü bahanelerle hem iyi hal hem de haksız tahrik indirimi uygulanırken Nevin Yıldırım için ağırlaştırılmış müebbet cezası verildi.
Şu temel tanım artık aklımıza kazındı: ‘Kadın cinayeti, bir kadının kadın olmaktan kaynaklanan toplumsal ilişkilerin sonucunda ve/veya toplumsal cinsiyet eşitsizliği ile bağlantılı nedenlerle öldürülmesidir’ (nokta). Kadın erkek eşitsizliğini derinleştiren, kadının toplumsal konumunu güçsüzleştiren ve kadınları şiddetin hedefi haline getiren politikalar ve bu politikaları üretenler başlıca sorumludur. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kalkması, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması elbette uzun soluklu bir mücadeleyi gerektirir, fakat İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması talebi bu uzun soluklu mücadelede birçok açıdan önemli kazanımların elde edilmesi için bir zemin yaratıyor.
Kadın düşmanı politikaların başlıca üreticisi, kadınların konumunu toplumsal ve ekonomik olarak zayıflatan iktidar ve onun toplumsal tabanı İstanbul Sözleşmesi’ne saldırıyor. Cumhurbaşkanı çıkıp sözleşmenin feshedilebileceğini söylüyor. ‘İstanbul Sözleşmesinin ailesiz toplum istediği’, ‘aileleri yıktığı’, ‘boşanmayı artırdığı’ da bu siyasi aklın topluma söylediği yalanlar. Aile ideolojisi, kadınları tahakküm altına almanın, muhafazakâr politikaları toplumsal düzeyde üretmek için, gerici-faşist siyaseti yeni nesillere aktarmak için iktidarın en önemli aracı. İstanbul Sözleşmesi’ne ‘aile yıkan’ diye saldırmaları bundan. Aileyi, özel alan tarifinin içinde kamusal alandan ve devletin denetiminden çıkararak kadınları yalnızlaştırmayı hedefleyen bir siyasi amaç var.
İstanbul Sözleşmesi’nin vurgulanması gereken taraflarından biri devlet görevlilerine yönelik getirdiği yükümlülüklerdir ve bu çok önemli. Devlet kendi adına hareket eden görevlilerinin İstanbul Sözleşmesi’nin gereklerini yerine getirmesini sağlamak zorunda. Yani bu sözleşme, siyasetçiye, emniyete, yargıya ve ilgili tüm devlet görevlilerine kadına yönelik şiddetle mücadeleye dair yükümlülükler getiriyor. Ancak devletlerin sorumluluğu bununla da sınırlı değil. Aynı zamanda şiddeti gerçekleştiren ister kadının sevgilisi, ister kocası, ister babası, ister patronu olsun, yani kim olursa olsun şiddetin önlenmesi, soruşturulması, cezalandırılması, zararın tazmin edilmesi yükümlülüğü devlete ait. Yani sözleşme, özel alanı devletin ve kamunun denetimine zorluyor.
Yükümlülüklerin yerine getirilmemesi halinde şiddetin sorumlusu İstanbul Sözleşmesi çerçevesinde devlet olacaktır. Dolayısıyla Sözleşme’nin iptal edilmesi demek kadına yönelik şiddetle mücadelede devletin yükümlülüklerinden vazgeçmesi demektir. Bu da kadınları şiddetin açık hedefi haline getirir ve kadınlara devletin sırtını dönmesi anlamına gelir. İktidar, İstanbul Sözleşmesi’ne saldırarak devleti özel alandan çekmeyi, kadınları evde, işyerinde, sokakta şiddet karşısında korunmasız hale getirmeyi planlamaktadır. En önemli amaç devleti kadınların ihtiyaç duyduğu önleme, koruma, cezalandırma ve politika yapma sorumluluğundan vazgeçirmek. Baskı ve şiddet karşısında kadınları yalnızlaştırmak! O nedenle İstanbul Sözleşmesi’ne karşı her saldırının ardından kadın cinayetleri artıyor. İstanbul Sözleşmesi olmazsa devlet, kadın ile kadına yönelik şiddetin faillerinin arasından çıkarak kadınları yalnız bırakır. Bu da kadınların daha fazla şiddete uğraması, daha fazla kadının ölmesi, ölüm tehlikesi altındaki kadının korunamaması, kolluk kuvvetlerin şikâyet almadığı acil durumlarda müdahale etmemesi, kadınların sığınacak bir yer bulamaması, şiddet mağduru kadınların ekonomik olarak güvencesiz kalması, boşanmak isteyen kadının tutunacak dalını kaybetmesi anlamına gelir. Kadınları muhafazakar aile kurumu içinde baskı altına almaya çalışan iktidara karşı, bu baskının en billur hali şiddete ve kadın cinayetlerine karşı İstanbul Sözleşmesi uygulanmalıdır.
Emine Bulut’un ‘ölmek istemiyorum’ feryadı yankılanırken “aile çok önemli, aile çözüldüğü için kadınlar ölüyor” diye ortaya çıkan kadın düşmanlarına bir çift sözümüz var: Aile değil, yaşam hakkı kutsaldır! #İstanbulSözleşmesiYaşatır