Ahmet Ümit, Elveda’nın sonuna bir romanda olması beklenmeyecek üç ek koymuştur: Sözlük, kronoloji ve kaynakça. Elveda’nın kurgusu kronolojiden ibaret olduğu için olmalı, sondaki kronoloji de bir buçuk sayfalık bir kurgudan ibarettir. Ahmet Ümit’in kronolojisinde yer alan olayların niye yer aldığı, almayanların niye yoksayıldığı tamamen kurgusaldır.
Sözlük ise, Elveda’nın bugünün dilinin çok gerisinde kalmış Türkçesini anlaşılır kılabilmek için konmuştur. Anlaşılan, Ahmet Ümit, Türkçenin bugüne kadar sağladığı gelişmelerin, kazandığı yeni sözlerin ve sözcüklerin çok gerisinde bir dille yazarsa, romanındaki kurgu, kişi, tip yetersizliğini gizleyebileceğini, bu köhne dille yüz yıl geriye atlayabileceğini hesaplamıştır. Tarihsel roman yazıyorum diye, o tarihin diline yaklaşmaya çalışmıştır. Ne var ki, bunu yapabildiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü Ahmet Ümit, bugün büyük ölçüde kullanımdan düşmüş sözcükleri yerli yersiz kullanarak bu işi çözebileceğini düşünmüştür. Şehsuvar Sami, bir durum karşısında “duygulanmak” yerine “hislenirse” bizi İttihat ve Terakki çağına, 20. Yüzyılın başının Türkiye’sine götüreceğini zannetmiştir. “Yazar” yerine “müellif” demekle yüz yıl önceki dilimize dönebildiğini varsaymıştır; oysa günümüzün sözdizimi ve cümlesi içinde, bu “müellif” tuhaf kaçmaktadır.
Ahmet Ümit günümüz okuruna tarihsel roman yazarken, günümüzün Türkçesiyle düşünüp cümlelerine köhne sözcükler karıştırarak son derece yapay ve tatsız bir dille 530 sayfa doldurmuştur. “Nasıl bitecek bu iş” yerine “Nasıl neticelenecek bu iş?” (s.51) demekle, romanın sonuna bir sözlük eklemekle bunu başardığını düşünmüştür. Birçok yerde eski sözcükleri bugünün kalıplarına sokarak yanlış kullanmıştır: “İşte o anda mühim bir hatada bulundu, (…)” (s.59) “etüd yapmamız lazım” (s.97); “etüd etmemiz lazım” (s.107); “lanetli bir maziye sahiptim” (s.70) vb.
Ahmet Ümit, Sami ile Ester arasındaki aşk ilişkisine, bu köhne dille,“münasebet” (s.76) demektedir. “Aşka” münasebet demek pek münasebetsiz kaçmaktadır. Baştan sona günümüzün gelişmiş Türkçesiyle “münasebetsiz” kullanımlar ve köhne sözcükler okuyoruz: “Nazariyatçıydı” (s.91); “şansa sahip değilim” (s.120); “kâfi sebep” (s.129); “enteresan bir konuşma cereyan etti” (s.130); “berberin ruhu üç yıl önce huzura kavuştuğu için” (s.147); “büyük bir moral kattı” (s.164); “beis görmüyorlardı” (s.174); “o kadar çok his var ki”(s.182)…
İtirafçı Şehsuvar Sami, şu türden Kenan Evren Türkçesi örnekleri de veriyor: “herkes huzurun yeniden tesis edilmesini bekliyordu.” (s.183) Ahmet Ümit’in, günümüz mantığıyla düşünüp yazarken cümlelerine eski sözcükleri tıkıştırması iğreti ve yapay bir dil ortaya çıkarıyor. Sözgelimi,“iç savaşın” yerine “iç harbin” (s.188) kavramını kullanıyor. Bu tipik bir yanlış kullanım örneği; eğer o yıllardaki Türkçeye uygun kullanılacaksa, “dahili harp” denmesi gerekiyor. “Aşkın ve şiirin şehri Paris” klişesini çözümlerken de söz ettim, Yakup Kadri, Bir Sürgün romanında, sermaye düzeninin her şeyi metalaştırdığı ve çürüttüğü Paris’i sürekli bir “dahili harp” içinde gösterir. İç savaşın dilimizde o yıllardaki karşılığı dahili harp’tir; “iç harp” Ahmet Ümit’in yapay ve iğreti dilinin bir uydurmasıdır.
Devrim’den yaratılışçılığa “fıtrat”
Elveda’nın köhne dilinden örnekleri sıralamayı sürdürebiliriz:“malumatı” (s.186); “teferruatına” (s.193); “kati bir ifadeyle” (s.202); “karşı ihtilalin” (s.206); “iyi bir his taşımadığım” (s.208); “tuhaf hislere kapıldım” (s.209); “beni esir alan hissiyat” (s.217); “o vakıf bu malumatlara” (s.250); “güzel lakırdılar” (s.251) ve “fıtrat” (s.251).
“Fıtratta” durmak gerekiyor. AKP Türkiye’sinin kullanıma soktuğu bir kavramdır. İmam hatip Türkçesinden çıkıp gelmiştir. En veciz kullanımını hatırlıyoruz; kömür ocaklarında iş cinayetlerinde ölmek, “bu işin fıtratında vardır”.
Ahmet Ümit’in Şehsuvar Sami’sinin “fıtratlı” sözü şöyledir: “bunları kendimi savunmak için söylemiyorum, sadece insanın fıtratında olan zayıflığı hatırlatmak istiyorum.” (s.251) Ferit Devellioğlu, Lûgat’ında fıtrat’ı şöyle tanımlıyor: “Yaradılış, tabiat, mizaç, huy.”[1]
İnsanın devrimci mücadelesi “fıtratı” reddetmek, toplumun akılcı düzenlenişi ve eğitimle gelişmiş bir insan oluşturma iyimserliğine dayanır. Devrimci, insanın oluşumu ve gelişimini “evrim” sürecinde görür. “Fıtrat”, yaratılış ise bunun karşıtıdır. İnsanı yaratıcı bir tanrının ürünü olarak, belirli kalıpların, “huy, mizaç” tabiat tutsağı, kul halinde gösterir. Türkiye dinsel ideolojinin iktidarında “evrime” karşı “yaratılışçı” düşüncelerin baskısı altına girmiştir. “Fıtrat” sözcüğü bu nedenle günlük hayata sızmıştır. Köhne sözcük, köhne düşünceleri güncel ve meşru hale getirmiştir. Ahmet Ümit, Elveda’sında “fıtrat” ile evrime ve devrime elveda derken, yaratılışçı’lığa selam göndermektedir.
“Fıtratın” olduğu yerde, eski sözcükler, evrimci değil, yaratılışçı bir kavrayışın pekiştirilmesinin hizmetindedir diyebiliriz.
Elveda’da köhne sözcükleri, bozuk dil örneklerini sıralamayı sürdürüyorum: “ulvi gayelerin” (s.262); “el işlemesi kilim” (s.270); “şuur altına” (s.276); “yoksulluk almış başını yürümüş” (s.306); “kadınların o mahrem kuvveti” (s.327); “iş başvurusunda” (s.329); “ona haber anlatamazdım şimdi” (s.404); “imtina”, “mutat”, “makuldü” (s.404); “bu kadar mahrem bir meseleyi” (s.425); “kalbimi bozmak, aklıma fitne sokmak istemedim” (s.435); “fikir içinde olması” (s.441); “şiir kitabını neşretti” (s.454); “çay siparişimizi de verdikten sonra” (s.477); “Bu kadim sarayda teçhiz ve tekfini yapıldı” (Abdülhamit’in ölüsünün, s.486). Buradaki “techiz” günümüz Türkçesinde “teçhiz” biçiminde yazılıyor ve akla “teçhizatçıyı” getiriyor, kesinlikle ölüyle ilgili bir çağrışımı bulunmuyor. Elveda’ya, herhalde konuyla ilgili bir kitaptan olduğu gibi alınmış ve günümüz yazımıyla “teçhiz” biçiminde kullanılmış. Abdülhamit’in ölüsünü “teçhiz” ediyorlar.
Yalnızca köhne sözcükler, yanlış ve bayağı dil örnekleri vermekle yetindim. Bunlara onlarca başka örnek eklenebilir. Elveda’nın dili genel olarak sıradan, kalıplara dayalı, imgesel olmayan bir dildir. Tarihsel roman yazarının eski dile sığınmasını Lukacs pek güzel eleştirir: “Her epiğin geçmişteki olayların anlatımı olduğu olgusu dilsel bakımdan hâlihazırla sıkı bir ilişki oluşturur. Zirâ bugünkü okuyucuya Kartaca’dan ve Rönesans’tan, İngiliz Ortaçağı’ndan ve İmparatorluk devri Roma’sından bahseden bugünkü anlatıcıdır. Bu, tarihsel romanın genel dilsel tarzının arkaikleştirmeyi gereksiz bir yapaylık olarak reddetmesi gerektiği sonucunu doğurur. Amaç, geçmiş bir çağı bugünkü okurun yakınına getirmektir.”[2] Bunu yapmanın yolu da o çağın tarihsel açıdan önemli bireyi ile isimsiz bireyini, tarihsel toplumsal durumuyla, psikolojisiyle, bunu aydınlığa kavuşturacak bir kurgu ve edebi anlatımla romanlaştırmaktır. Tarihi bugünün insanı için anlaşılır ve aydınlık kılmaktır. Dünü bugüne, bugünü yarına bağlamaktır. Tarihsel gerçeği, günümüz okuruna günümüzün diliyle, edebiyat estetiğinin yarattığı edebi bir dille anlatabilirsiniz. Eğer yazarsanız ve edebiyat iddianız varsa.
Elveda ise bunun tersini yapıyor. Dünün diliyle bugünün okurunu dünün “fıtrat” zihniyetine geri götürmeye çalışıyor. Tarihi belirleyen ve bugünde katkısı olan Devrim’i, 1908’i bireyci bir ufuktan mahkûm etmeye çalışıyor. Lukacs’ın getirdiği açıklıkla bakarsak, Elveda’daki eski dil yapay ve tatsız bir gereksizlik olarak, uzun monoloğu okunmaz hale getiriyor.
Şarap kadehleri ile canlandırma
Ahmet Ümit, daha çok anlatıyor; durum ve olayları canlandıramıyor. Bunu denediği durumlarda, gereksiz ayrıntılara sığınıyor. Bir yemekte konuşma sahnesini buraya alarak örneklemek istiyorum:
“Deli gibi merak ediyordum Mehmed Esad hakkında söyleyeceklerini, fakat umursamaz görünerek, salçalı sığır filetosuna uzattım çatalımı.
‘Valla iyi olur. Cezmi Binbaşı’yı görmeyi ben de çok isterim.’ Etten küçük bir parça kopardım, çatalı ağzıma götürmeden sordum: ‘Ne zaman gideriz?’
Şarap bardağına uzanırken durdu.
‘Yarın gidelim işte. Ne bekliyoruz ki? Yarın uygun mu sizin için?’
Uygun ne kelime, şahaneydi, hazır Reşit de korkuyu üzerinden atmışken, uzatmadan bu meseleyi halletmeliydim.
‘Tamam, yarın olur. Saat kaçta gideriz?’
Şarabından bir yudum aldı.
‘Üç ya da dört iyi mi? Öğleden sonra diyorum. Ben hep o saatlerde gidiyorum da…’
Şarabıma uzanırken onayladım:
‘Anlaştık, yarın üçte lobide buluşalım.’
Akşam yemeğimiz bu defa uzun sürmedi, ikimiz de dün gecenin yorgunluğunu taşıyorduk, kahvelerimizi içip kalktık.” (s.156-157)
Görüyorsunuz, çatalının ete uzanışı, bir parça koparması ve ağzına atması arasına iki konuşma giriyor. Karşıdaki şarap bardağına uzanırken duruyor, konuşuyor, şarabından bir yudum alırken, bizimki şarabına uzanıyor ve onaylıyor. Ahmet Ümit bir yemek konuşmasını bu ayrıntılarla canlandırıyor. Bu çatal, et, şarap ayrıntıları anlatımı gereksiz şişirmekten başka ne sağlıyor? Mirasyedi bir roman kişisinin keyfine düşkün, rahat, hazcı yaşamına daha yakından tanık mı oluyoruz?
Sanki bir spagetti western sahnesindeyiz ve yönetmen iki insanın konuşmasına başlamadan uzun uzun çeşitli ayrıntıları gösteriyor. İçerikteki boşluğu abartılı çekimler ve ayrıntılarla kapatmak istiyor. Oysa öyle romancılar ve yönetmenler var ki, tek bir cümlelerine, kısa bir genel planlarına olağanüstü yoğun, açık ve anlaşılır gerçekler sığabiliyor.
Burada, Nahid Sırrı Örik’ten bir roman cümlesi aktarmak istiyorum. Abdülhamit Paşası’nın 1908 Devrimi’nin ikinci günündeki yalısının tasviridir. Ama ne tasvir, bir cümleye neler sığdırabilmiş Nahid Sırrı… “Pembe boyalı, önü geniş rıhtımlı, iki ucu ikişer ve orta kısmı üç katlı yalı, elliyi geçen halkı ile mutad hayatını yaşamakta idi ve kendisini temellerine kadar sarsabilecek bir şey geçmekte olduğundan haberi bulunan insanları ancak iki kişiden, bu bir türlü uyanamayan pîr ve pîrin uyanmasını elleriyle yaptığına hiç göz atmaksızın kendine bir bluz dikerken zihninde bin ihtimali düşünüp faraziye kurarak, bunları bilhassa nişanının bozulması etrafında dolaştıra dolaştıra bekleyen genç kızdan ibaretti.”[3] Yazar, bir yalının tasvirine bir tarih ve an’ı böyle yerleştiriyor. Okurken gözümde Hitchcock’un Kuşlar filminden bir uzak çekim canlandı. Hitchcock bu uzak planda, kasabının ortasında alev alan benzin istasyonunu, korku içinde insanları, birdenbire bir tehlike unsuru haline gelen kuşların uçuşunu tek bir kareye sığdırabilmişti.
Nahid Sırrı’nın roman cümlesinde bütün nesneler ve eylemler birbiriyle ilişkili ve gereklidir. Nimet’in “elleriyle yaptığına hiç göz atmaksızın” diktiği bluz psikolojisinin bir açıklayıcısıdır. Yalı ile devrim arasındaki karşıtlık, yalıda yaşayan hizmetçilerin olup bitenlerden habersiz oluşları bu tasviri canlandıran ve tarihe sokan bir bilgidir.
Şunu söylemeye gerek var mıdır bilemiyorum; 530 sayfalık Elveda’da böyle bir roman cümlesi bulamıyoruz. Nahid Sırrı’nın, Elveda’nın yarısı uzunluğundaki romanında ise gereksiz tek bir ayrıntı yoktur ve neredeyse her cümlede yukardakine benzer yoğunluk vardır.
Aydınlanma’nın, devrim’in ve evrim’in, Cumhuriyet’in yurttaş insanına Elveda diyoruz, yaratılışçılığın insanına, tanrının kul’una, “fıtrata” geriliyoruz, başkaldırıdan pişman ve itirafçıya merhaba diyoruz.
Artık bitirebiliriz ama Elveda’nın “devlet felsefesini” tartışmadan eksik olur. “Devletin derinlikleri” vecizesini ele almak zorundayız.