Ahmet Ümit’in gecikmiş Elveda’sı-5: Kronolojiden roman kurgusu çıkarmak

Devrimci ve onun eyleminde temsil ettiği halk ile ilişkilerini somut bir tarihsel örnek üzerinden biraz daha tartışmak istiyorum.

1908’de İngiltere Kralı ile Rusya Çarının Reval’de buluşarak, Balkan’ların Osmanlı devletinden koparılması için planlar yapmalarının duyulması, İttihat ve Terakki üyelerini derinden etkilemiştir. Reval Mülakatı’ndan en çok etkilenen kişilerden biri de Resne’de Kolağası Niyazi’dir. Anılarında, üç gün kara kara düşünerek buna karşı bir çözüm aradığını yazan Niyazi, sonunda ölümü göze alarak dağa çıkmaya karar verir. İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi iki arkadaşına bu tasarısını açar ve Cemiyet’in üst yönetiminden bu kararına ilişkin onay ister. Resne’deki otuz kırk kişi kadar Cemiyet üyesinin katıldığı toplantıda Resneli Niyazi kararını açıklar, herkesi çeteye katılmaya davet eder. Oybirliğiyle dağa çıkma kararı alınır. Yakındaki Prespe’de de çeteye katılabilecek kişilerle bağ kurulur ve hazırlıklara girişilir. Çetenin harekete geçeceği gün Resne’deki kışlada görevli askerler, hayali bir Bulgar çetesinin taarruzunu önlemek bahanesiyle uzaklaştırılır ve Resneli Niyazi’nin gönüllülerden oluşan çetesi taburun silahlarını ve kasasını ele geçirir.

Dağları küçülten devrimci eylem

Resneli Niyazi anılarında bu kararı alışını, yapılan toplantılardaki ateşli konuşmalarını, padişaha, valilere ve devlet görevlilerine çektiği telgrafları, Resne köylerindeki çalışmalarını bir roman tadında anlatır.

İnkılâpçı Resneli Niyazi, dağa çıkma kararının üstüne hayatının en güzel uykusunu uyumuştur: “O gece pek tatlı bir uyku uyudum. Bütün unsurlarım dinlendi. Sabahleyin uyanıp kalktığım vakit kendimde şaşılacak bir kuvvet ve metanet hissediyordum.

Aman yarabbi! Bu ne seri vecdi bir tahavvül. Meğer beşer tabiatı ne garip hassalara, cilvelere sahipmiş!.. Daha düne kadar simsiyah gördüğüm manzaralar, kapkara ve yahut kızıl bulutlarla örtülü olarak temaşa ettiğim vatan ufku, çocukluğumda dünyanın hududu sandığım Resne dağları, uzak ormanları şimdi bana bir takdir selâmı ve gülümsemesi ile yaklaşıyor gibi idi. Kasaba, kışla beni karşı konulmaz bir cazibe ile kendilerine doğru çekiyordu.”[1] Eyleme geçen devrimcinin ufku genişlemiştir. Özgürleşen kişiliğiyle birlikte önü aydınlanmıştır. Dağlar ve ormanlar birkaç adımda aşılacak kadar yakındır. Bu cümlelerde bir roman kişisinin gerçekçi psikolojisini okuruz.

Resneli Niyazi’nin anılarında, Ahmet Ümit’in uzun monoloğunda bulamadığımız edebi tasvirler ve benzetmeler de vardır. Dağa çıkmadan önce kışlaya giren ve silahlanan çetenin bu hareketini şöyle anlatır:

“Çok geçmeden kışlaya dolan fedailer silâh ve para sandıklarının açılıp plân mucibince, ele geçirilmesine başladılar. Ben de sandıktan 55.000 kuruşun (…) gasben alınmış olduğuna dair bir senet yazıp imzaladım. Bu senet bugün tabur sandığındadır. İnkılâbın en cür’etli ve natıkalı vesikası bu senettir. Kışlada bulunan nöbetçi onbaşısı ile neferlerin, bizimkilerin telaş ve sür’atle silâh ve cephane sandıklarını parçalamalarını nasıl bir tecessüs ve hayretle seyretmekte olduklarını hiçbir vakit de hatırımdan çıkarmayacağım. Cephane ve silâh sandıklarını parçalayan balta sesleri, bana zincirlerle bağlı esir ve masum bir milletin, sanki zincirlerini koparıyormuş, paralıyormuş hissini veriyordu.”[2] İnkılâbın en cesur hareketini başlatan ve en cüretli belgesini imzalayan Resneli Niyazi, hiç de yabana atılmayacak bir benzetme yapmaktadır. Hürriyetini kazanmak için eyleme geçen ve silahlanan milletin devrimci evlatları, esaret zincirlerini de koparmaya girişmiş demektir.

Resneli Niyazi’nin başlattığı bu kalkışma bir aydan daha az bir zamanda, Hürriyetin ilanı’nı getirecektir. Niyazi’nin Resne, Ohri ve Manastır dağlarında geçirdiği bu bir ayın öyküsü Anılar’da yazılıdır. Resneli’nin dağa çıkacağını öğrenen bir Bulgar kadını, Sırp çetecilerin kaçırdıkları 8 yaşındaki oğlunu kurtarması için ziyaretine gelir. Niyazi Bey, duraksamadan kadının isteğini yerine getireceğine söz verir. Lukacs’ın deyişiyle, “halk hayatının önemli bir dönüşümünün önemli eğilimlerini en yüksek derecede birleştiren ve temsil eden biri” vardır karşımızda ve kendi romanını kendi yazmaktadır. Eyleminin içinde bulunduğu halk açısından ne anlama geldiğini çok iyi değerlendirmektedir: “Kadının feryadı ve imdat isteme şekli taştan katı kalplere bile tesir edecek bir mahiyet ve hususiyet taşıyordu. Öyle ya, zalim ve namussuz bir hükümette hakkın sustuğu, adaletin korktuğu bir memlekette, zalimlerin, döv basların hüküm yürüttüğü bir bölgede biz ne yapıyorduk? Beride Bulgarların içtimai haklarını istiklâl dâiyelerini sağlayan çetelere rastlayıp kırdıkça öte tarafta Rumların, Sırpların, Ulahların tahakkümünü zulmünü, istibdadını arttırıyorduk. Rumları kırdıkça meydanı ötekilere serbest bırakıyorduk.”[3] Burası, Balkanlardır. Osmanlı’nın esaretinden kurtulmak için harekete geçen halkların komiteleri dağlardadır. Resneli Niyazi’nin de vurguladığı gibi, Balkan halkları kendi aralarında da birbirine girmişlerdir. İttihat ve Terakki 1906’daki kongresinde Osmanlı devletine karşı bağımsızlık mücadelesi veren halkların örgütlerinin desteğini almayı başarmıştır. Başlangıçta 1908 Devrimi bütün halkların haklarını ve hürriyetini Osmanlı yurttaşlığı temelinde güvenceye kavuşturmayı amaçlamıştır.

Resneli Niyazi, padişaha, valilere, kaymakamlara çok ağır ihtilal telgrafları gönderirken, kaçırılan 8 yaşındaki çocuğu kurtarmayı da hiç aklından çıkarmıyordu. Romantik bir devrimciydi. İhtilal tarihine giren geyik de onun dağlardaki yürüyüşüne katılan geyikti.

Resneli’nin “romanında” 1908 Devrimi’nin halk cephesini de görebiliyoruz. Resne köylerinde birbiriyle kavgalı köylüleri barıştırıyorlar. Köylüleri camiye toplayıp İttihat ve Terakki propagandası yapıyor, Cemiyet’e üye kaydediyorlar. Her köyde bir parti komitesi kuruyorlar. Koloğası Niyazi anılarını yazarken, köylerin yoksulluğunu not etmeyi ihmal etmiyor. Zorlu gece yürüyüşünün sonunda seher vakti beliren ormanların ve göllerin güzelliğini de tasvir edebiliyor. Dağlarda devrimci yürüyüşün hatıra defterinde, tarihin bu görkemli eyleminin heyecan verici kurgusunu da bulabiliyoruz.

Bunlar Ahmet Ümit’in Elveda’sında olmayanlardır.

Elveda’nın bir yerinde Resneli Niyazi’yi görüyoruz. Silahıyla dürterek Şehsuvar Sami’yi uyandırıyor ve onun getirdiği şifreli mektubu alıyor. Fotoğraflarındaki pala bıyıklarını gördüğümüz bu sahnede, tarihsel eylemini anlayacağımız bir Resneli Niyazi bulamıyoruz. Burada yalnızca Resneli Niyazi’nin dışsal hakikatini görürüz. Oysa bizim için önemli olan onun tarihsel ve devrimci hakikatinin ortaya konmasıdır. Tarihsel ve nesnel bağlantıları içinde bu büyük devrimcinin kişiliğinin ve eyleminin yazılabilmesidir.

Bunu, Lukacs’ın Karl Marx’ın biyografisinin yazımında biçimsel ve dışsal gerçekliğe uygunluk arayışının işlevsizliği üstüne görüşlerini aktararak örneklemek istiyorum. Lukacs, dışsal gerçeğe uygun bir Marx anlatımını şöyle sorguluyor: “Örneğin, eğer bir yazar Marx’ı bu şekilde tasvir ederse elimize ne geçer? Marx odasında bir köşeden diğerine gidip gelir ve Lafargue’nin hatıralarından öğrendiğimiz üzere puro içer; yazı masasında kitaplar ve müsveddeler dağınık şekilde durur (bkz. Lafargue, Liebnknecht vs.): Tüm bunlar tarihsel bakımdan doğrudur. Fakat bu bizleri Marx’ın büyük kişiliğine bir adım bile olsa yaklaştırır mı? Tek tek özelliklerin otantikliğine rağmen, bu çalışma odası cahil bir âlimin veya kötü bir siyasetçinin de olabilirdi. Yazar bu şekilde doğal olarak Marx’ı konuşturabilir de. Üstelik doğal olarak yine ona güvenilir bir metin söyletebilir, yani alıntılar, mesela Kugelmann’a yazdığı mektuptan. Bu düşünceler kendiliğinden anlaşılır şekilde doğrudur, mânidardır ve önemlidir, fakat tam da bu sohbet ânında meydana geliyor olmaları (zira Marx’ın entelektüel hayat tezahürleridir) ikna edici bir etki bırakmaz. Asıl bağlamları içerisinde, böyle bir edebi uyarlamada olduğundan hem maddi olarak daha güçlü şekilde, fakat hem de insani olarak daha dolaysız şekilde etki ederler.”[4] Lukacs, bu sorgulama sonucunda, Marx’ın tarihsel kişiliğine uygun bir biyografisini, onun çağının anlaşılması ve değişmesi için yaptığı bilimsel ve felsefi katkıyı en iyi biçimde gösteren yazımda bulur. Lukacs’a göre, Lenin’in Devlet ve Devrim’i Marx’ın birçok biyografisinden daha özlü ve aslına yaklaşan bir Marx portresi çizer. Elveda’nın “derin devletini” tartışırken, Devlet ve Devrim’e geleceğiz.

Tarihsel romanda dışsal gerçeklik anlatımı, aslına uygun olay ve mekân tasviri, tarihsel kişi ve olayın özselliğine giremiyorsa, işlevsiz söz kalabalığı olmaktan öteye gitmez. Elveda, kişileri ve olayörgüsünün dışsallığıyla, tarihsel gerçeğe yüzeysel dokunuşuyla Lukacs’ı doğrulayan çarpıcı bir örnektir.

Kronoloji mi, kurgu mu?

Elveda Güzel Vatanım’da roman kişileri yok dedim, bir kurgu da göremiyoruz. 1926, Atatürk’e İzmir Suikastı Girişimi Davası’nda, suikastçılarla birlikte, olayla ilgisi bulunmayan önemli İttihatçılar’dan bazıları da idam edilmiştir. Partinin önemli adamlarından Kara Kemal, saklandığı yerde yakalanmamak için intihar etmiştir. Bu idamların yolaçtığı korku ile Pera Palas oteline saklanan İttihat ve Terakki fedaisi Şehsuvar Sami, yirmi yıl önceki sevgilisi Ester’e mektuplar biçiminde bir itirafname yazmaktadır. İtirafname’de Sami’nin yirmi yıllık İttihat ve Terakki geçmişi ortaya dökülmektedir. Cumhuriyet döneminde, 1926 sonbaharında Pera Palas otelinde itirafların yazımı sürerken, Sami’nin korkusunu besleyecek birkaç olay eklenmiştir. Eski günlerden İttihatçı arkadaşları Sami’yi arar bulurlar. O, Cezmi Binbaşı’yı ziyarete gider, ikinci gidişinde cesedini bulur. Mehmet Esad, Cumhuriyet’in istihbarat servisinin bir adamı görünümünde onunla ilişki kurar. Kitabın sonunda ise, Esad’ın İngilizlere casusluk yapan bir hain olduğu, eski fedai arkadaşı Fuad’ın ise devletin adamı olduğu anlaşılır.

Ahmet Ümit’in Elveda’sını kurgu açısından incelediğimizde, yukarda özetlemeye çalıştığım kaba bir olayörgüsü buluyoruz. Anlatıcının, Ester’e yirmi yıllık geçmişiyle ilgili itiraflarında ise, yazarın bu kadarcık bile kurgu çabası yok; Ahmet Ümit, önüne 1908-1926 kronolojisi koymuş ve bu kronolojinin neredeyse her olayında payı bulunan bir Şehsuvar Sami kişisi icat etmiş. Manastır’da Şemsi Paşa’ya suikast mı yapılacak, bu Şehsuvar Sami yedek suikastçıdır. Şemsi Paşa’nın yerine görevlendirilen Müşir Osman Paşa dağa mı kaldırılacak, Resneli Niyazi’ye Cemiyet’in bu kararını bildiren mektubu Şehsuvar Sami götürür. 31 Mart’ı bastırmak için Selanik’ten gelen Hareket Ordusu, Taksim Topçu Kışlasını ele geçirirken Sami de savaşanlardan biridir. Abdülhamit Selanik’e sürgüne gönderilirken, trendeki muhafız odur. Babıali Baskını’nda yoluna çıkanları, Harbiye Nazırı Çerkes Nâzım Paşa’yı gözünü kırpmadan öldürten Enver Paşa[5] ile Talat Paşa’nın yanındadır.

Kronoloji, kurguyu yapmış ve Ahmet Ümit, bu kronolojiyi ete kemiğe büründüren bir Şehsuvar Sami ile mucizeler yaratmıştır. Şehsuvar Sami, Hint düşünüşünden esinle söylersek, kronoloji tanrısının avatar’ıdır. Elveda, kronoloji tanrısının yol göstericiliğinde ne roman ne de tarih yazılamayacağının somut bir örneğidir. Roman ve tarih, kronolojinin aşıldığı, yaşamın canlı diyalektiğinin duyulduğu yerdedir.

Kurgu’nun olmayışının ya da imkânsızlığının bir başka nedeni, romanın Şehsuvar Sami’nin ağzından, birinci tekil kişi gözünden yazılmasıdır. Tarihsel bir dönemi romanlaştırmaya girişirken, çok yanlı çatışmalar, değişik sınıflardan kişiler, tarihsel kişilikler, büyük bir tarih ve coğrafyayı, tek kişinin sınırlı zaman ve mekânına sığdırma girişimi daha baştan başarısızlığa mahkûm görünüyor. İlla bir kişinin gözünden yazılacaksa, tarihsel gerçeğin ona uygun bir yoğunlaştırma ve eksiltmeden geçirilmesi gerekirdi. Ahmet Ümit, tersini yapıyor, sınırlı bir kişiyi hiçbir nedensellik ölçütü gözetmeden kronoloji tanrısının ellerine teslim ediyor. Ortaya, her şeyi içeren ama hiçbir sayfasında sahici bir roman kişisi ve kurgusu bulunmayan uzun bir monolog çıkıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Resneli Niyazi, aktaran Ahmet Cemaleddin Saraçoğlu, Resneli Niyazi, Şema Yayınları, 2006, İstanbul, s.30.

[2]A.g.e., s.38-39.

[3]A.g.e., s.33.

[4]Lukacs, Tarihsel Roman, s. 385-386.

[5] Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler-3’te Bab-ı Ali Baskını’nı yazarken, Nâzım Paşa’yı öldüren kurşunların Enver’in tabancasından çıktığını not ediyor: “Bab-ı Ali baskınında Enver’in tabancasından çıkan kurşunlarla Harbiye Nazırı Nâzım Paşa öldürülüyor.” (Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler-3, Tekin yayınevi, 1998, İstanbul, s.338)