Ahmet Ümit’in gecikmiş Elveda’sı-2

Ne tarih ne de roman, anne ağzında çiğnenmiş köfte

Abdülhamit ve saray erkânının sürgüne gönderilirken Sirkeci’de trene binişini ve Sami ile edebiyat sohbetini daha önce ele alıp tartışmıştım. Aktardıklarımdan ne demek istediğim anlaşılmış olmalıdır ama bir başka kaynağın yazdıklarıyla karşılaştırmak daha da somut hale getirecektir.

Devrim’in ipuçlarını veren Saray Notları

Aynı tarihsel sahneyi, sürgün trenine bindirilen saray erkânını, roman olmayan ve hiçbir yazarlık iddiası bulunmayan bir kitapta yazanlardan aktarmak istiyorum. İsmet Bozdağ’ın yayına hazırladığı, Osmanlı soyundan gelen Prof. Mehmet Ferit Ulusoy’un yazdığı Osmanlı Hanedanı Saray Notları (3) kitabında sürgüne gönderilen Abdülhamit ve yanındakiler şöyle anlatılıyor:

“Hiç kimsenin dairesine gitmesine izin verilmediğinden herkes üstüne bulabildiğini alıp yürüdü, getirilen arabalara taksim oldular. (…)

Arabalar yıldırım hızıyla Sirkeci istikametine giderken, bu kan ve barut kokan şehirde şen ve gamsız olabilenler de vardı. Arabalar bir konağın önünden geçerken, yola kadar akseden şarkı ve piyano sesi bunu gösteriyordu. Sirkeci’ye vardıklarında bir suikast olabileceğini ve acele edilmesini söylediler. Mamafih kimse buna aldırış etmedi, sakin sakin trene vardılar ve sükûnetle bindiler. Hepsi aynı vagona doldu, çoğu da yerlere oturmak zorunda kaldı.”[1] Bu karşılaştırmayı, tarihsel gerçekler böyledir, Ahmet Ümit başka yazıyor, demek için yapmıyorum. Burada yazılanlar da o gün yaşanan gerçeğe benzemiyor olabilir. Ama tarihsel gerçeğe, tahttan indirilen bir padişah ve yanındakilerin sürgün alayının gidişine ve davranışlarına daha uygundur. Ahmet Ümit’in sıradan bir bozgun manzarası çizdiği yürüyüşte, hanedan mensubu yazar, bu sınıfa uygun bir gurur ve ağırbaşlılık görüyor. Hayatlarını tehdit eden bir suikast olasılığına bile gururlu bir aldırışsızlıkla, soğukkanlılıkla tepki gösteriyorlar. Devamı daha da vurucu, saraylarda yaşamaya alışmış egemen sınıf, Selanik treninde “yerlere oturmak zorunda” kalıyor. Bir devrimin yol açtığı altüst oluşu bütün yalınlığıyla gösteren küçük bir sahnedir.

Ahmet Ümit’te bunları göremiyoruz. Düşük sultan ile inkılâpçı fedai arasında zaman ve mekâna hiç uygun düşmeyen bir edebiyat sohbeti okuyoruz. Oysa Osmanlı tarihinin çok önemli bir sahnesindeyiz. 31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasıyla, bir iç savaşla ve Meclis kararıyla tahttan indirilen padişah, başkentten uzaklaştırılmakta, sürgüne gönderilmektedir. Ahmet Ümit’in Arthur Conan Doyle sohbeti gördüğü trende, hiçbir romancılık iddiası bulunmayan Mehmet Ferit Ulusoy, şunları da not etmektedir:

“Abdülhamit’in bulunduğu tren hiç mola vermeden gidiyordu. Tren yollarına halk çıkmıştı. Bir ara trene taşlar atıldı. Padişah dalgın bir tavırla pencereye baktı. Pesend’in elini telaşla kavrayan elini okşadı.

-Bunlara alış, dedi, sâbık bir padişahın zevcesisin, tenkid ve tahkirlere hazır ol, atılacak taşlara da…”[2]

Abdülhamit’in “edebiyat okuru” kategorisi

Devrim ve iç savaşla tahttan indirilmiş, tutsak edilmiş padişahı sürgüne götüren treni görmek için halk yollara çıkmıştır, trene taşlar atılmıştır. Notlar, geleceği belirsiz bir yolculukta, çevresindekileri teselli etmeye çalışan bir padişah resmi çizerken, Ahmet Ümit, tarihin trajik bir sahnesini, polisiye edebiyat sohbetiyle sulandırmakta ve bayağılaştırmaktadır. Devrim gerçeğini çarpıtmaktadır. Burada da kalmıyor, Abdülhamit’e Şehsuvar Sami’ye özür diletiyor ve bir kitap armağan ettiriyor.

Sürgünler Selanik’te Alatini köşküne yerleştirilmişlerdir. Yazar köşkle ve sürgünlerle ilgili yeterli bilgiyi vermiyor. Tam gidecekken köşkün kapısına çağırttığı Sami’ye “mahçup bir sesle” (s.218) konuşan Abdülhamit, babasının ölümünden dolayı çok üzüldüğünü söyler. “Uzun ceketinin arkasında sakladığı sağ elini bana uzattı. Baktım bir kitap tutuyordu.‘Ama bu kitabı kabul ederseniz çok mutlu olacağım. Babanızın diyeti olarak değil, bir edebiyat okurunun, bir diğer edebiyat okuruna hediyesi olarak.’” Ahmet Ümit, geçen yüzyılın başında, polisiye meraklısı padişah Abdülhamit’in bir “edebiyat okuru” kategorisi olduğunu ve bu kategoriye uygun birini bulunca pek heyecanlandığını yazıyor. Alatini köşkünde sürgün saraylıların devrim gerçeğini nasıl yaşadıklarını Ferit Ulusoy’dan birazdan aktaracağım, “edebiyat okuru” kategorisi üzerine Ahmet Ümit fantezisini eksik bırakmak istemiyorum. Devamı şöyle: “Tereddüt ettiğimi görünce ısrar etti. ‘Lütfen alınız, isterseniz geçen geceki sohbetimizin hatırına sayın. Bir lahza da olsa beni sıkıntılarımdan kurtaran o edebiyat dolu sohbetin hatırına…’

Sanki 30 küsur yıl vatanı istibdatı altında inleten bir zorba değil, bir edebiyat meraklısı vardı karşımda.” (s.218) “Edebiyat okurundan” sonra “edebiyat meraklısı” kategorimiz de oldu. Üstelik bunun “zorba” ile bir karşıtlık içinde olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. Tarihsel bilgimize ne büyük katkı!

Elbette armağanı kabul ediyor Sami, üstelik yazarı Arthur Conan Doyle imzalı bir kitap bu. Bugün elimizde olsaydı, belki kitap koleksiyoncusu Ömer Koç’a iyi bir fiyata satabilirdik. Doyle’un kitaptaki imza ithafını okuyunca Sami çok etkileniyor.“’Devlet-i Aliyye’nin büyük sultanı Abdülhamit’e en derin saygılarımla’ yazıyordu. Ne yalan söyleyeyim çok hislendim.” (s.219) “Çok hislenen” Şehsuvar’ın, Doyle’un bu ithafı İngilizce mi, Türkçe mi yazdığını belirtmeyi unutmasına şaşmamalıyız. Bu “hislenmeyle” şunları da yazıyor: “Artık karşımdaki adamın kim olduğunun hiçbir kıymeti kalmamıştı. O da benim gibi iflah olmaz bir edebiyat müptelasıydı, bir kitapseverdi, mühim olan buydu. Minnetle gülümsedim.” (s.219) Abdülhamit’in gizemi de burada gizli herhalde. Babayı sürgüne göndererek oğuldan ayıran ve oralarda ölüp gitmesine neden olan zorba, bunun intikamını almak için gizli İttihat ve Terakki cemiyetine giren oğulu, “edebiyat okurluğuyla” kolayca teslim alıyor ve kendine minnettar kılabiliyor. Yalnız bunun Abdülhamit’in gizemi mi, yoksa Ahmet Ümit’in “edebiyat müptelası” romancı gizemi mi olduğu konusunda pek emin olamıyorum. Aslında şunu söyleyebilirim; “edebiyat müptelalığı” tarih ve devrim gerçeğinin üstünü örten bir şal gizemine işaret ediyor. “Edebiyat okuru” kategorisinin 12 Eylül sonrası yerleşen bayağı edebiyatın bir uydurma kategorisi olduğunu biliyorum; bugünden yüz yıl önceye gidiyor ve Abdülhamit’in ağzına konuyor.

Çekyata sığınan padişah

Hiç de “edebiyat meraklısı” olmayan iddiasız yazardan aktaracaklarım, Alatini köşkünde yansımasını bulan devrim gerçeğinin gizemlerini aydınlatmaya yardım edebilir. Sürgün saraylıların getirildiği köşkün eşyaları boşaltılmıştır. Geceyarısı köşke yerleştirilen saraylıların ilk gecesini Ferit Ulusoy şöyle anlatıyor: “Etraflarını oldukça düzeltip harem-selamlık düzenini kurarak sabaha karşı birer yere çekilip uyumaya, dinlenmeye çalıştılar. Sadık Şöhreddin Ağa, padişahın dinlendiği odanın kapısında yatmıştı. Şezlong gibi bir şey bulunmuş, Sultan ona uzanmıştı. Pesend de onun dizlerine yaslanmış, yarı uyur, yarı uyanıktı. Hadiselerin dehşetini şimdi daha fazla hissediyor, tir tir titriyordu. Aklında hep Sultan Aziz vakası vardı. Onların çektiği mahrumiyete benzemiyor muydu? Halı-kilim ve yatak-yorgan olmayan evde çıkarttıkları fazla perdeleri tahtaların üzerine yayıp üzerinde uyumaya çalışanların hali, vâkıa tahttan indirilen padişaha destan yazılmazsa da böyle yapmak şart mıydı?”[3]

Pesend, “edebiyat meraklısı” padişahına destanın yüz on beş yıl sonra, Ahmet Ümit eliyle yazılacağını nereden bilebilirdi. O, devrimin hayati çatışmaları içinde, sürgün ve tutuklu bir padişah karısıydı. Ulusoy’un yazdığına göre, sağlam bir tarih bilinci vardı; kendilerinden önce tahttan indirilen Abdülaziz’in başına gelenleri bir ders olarak hep aklında taşıyordu. Ahmet Ümit’in yazdıklarında ise ne tarih bilinci ne de edebiyat bilinci bulabiliyoruz. Roman kişileri değil, fantezilerinin kuklalarını yazabiliyor. Bu yüzden kişiler arasında gerçek diyaloglar değil, baştan sona biçimsiz bir monolog okuyoruz.

Balzac, “toplumsal türler” kitabı İnsanlık Komedyası’nın Önsöz’üne şu temel amacı kaydeder: “Fransız toplumu tarihçi, bense onun yazmanı olacaktım. Erdemsizliklerle erdemlerin dökümünü yaparak, tutkuların yol açtığı belli başlı olayları bir araya getirerek, karakterleri çizerek, toplumun yaşadığı belli başlı olayları seçerek, homojen (olmayan?-b.s.a.) birçok karakterin çizgilerinin biraraya getirilmesiyle oluşturulan tipler yaratarak, birçok tarihçinin yazmayı unuttuğu tarihi, törelerin tarihini yazmayı belki de başarabilecektim.”[4] Şöyle bir isyanı duyar gibiyim; Balzac’ın İnsanlık Komedyası’ndan yola çıkarak Ahmet Ümit’in Elveda’sını eleştirmek hangi eleştiri yöntemine uygun düşer ki; bu, elmalarla armutları yarıştırmak olmaz mı? Balzac roman sanatının dehası, zirvesi, Ahmet Ümit, yirmi birinci yüzyılda çökmüş edebiyat sanatının sıradan bir yazıcısı… Piyasa edebiyatının bayağı bir ürünüyle, Balzac’ın birlikte anılması yöntemsel açıdan yanlış değil mi?

Bu isyana yüzde yüz katılıyorum elbette, ama Balzac, bu bayağı edebiyatın sildiği ve unutturduğu temel edebi kategorileri yeniden açımlamak için zengin veriler sunuyor, eleştiri bunların belirlediği ölçütlere göre yapılabilir ancak.

Ahmet Ümit, tarihsel roman yazdığı iddiasında; bu ülkenin yakın tarihine ilişkin düşünceler öne sürüyor. Tarihi kişileri roman kişisi yapıyor. Tarihsel romanın ve klasik romanın estetik ölçütlerine göre yargılanmasının boş bir çaba olmayacağını düşünüyorum.

Balzac, “birçok karakterin çizgilerinin biraraya getirilmesiyle oluşturulan tipler yaratarak” Fransız toplumunun törelerinin tarihçisi olacağını söylüyor. Tip yaratma, yazarın roman kişisi oluşturmada ulaştığı en verimli yollardan biridir. Ahmet Ümit’in Elveda’sındakiler, roman kişileri de, roman tipleri de olamıyorlar.

Romanımızda Jön Türk tipleri

Bizim klasik romanımızda Jön Türk tipi, ustalıkla geliştirilmiştir. Değişik romancıların, ortak özelliklerinin ve çizgilerinin soyutlanması ve birleştirilmesiyle yarattıkları bu Jön Türk tipi, yirminci yüzyıl başı Türkiye tarihinin romanlara gerçekçi biçimde yansımasında belirleyicidir. Halit Ziya’nın Nesl-i Ahir romanında İstibdat’a karşı mücadele eden Jön Türk tipinin, Devrim’in sıcağında, 1908’de yazılmış, mükemmel çizilmiş örnekleri vardır. Halide Edip’in Handan romanında Nâzım, hayatını ülkesinin kurtuluşuna adamış bir inkılâpçıdır; bütün duyguları amacına yoğunlaşmış bu tip son derece etkileyicidir.

Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi’ndeki Ahmet Kerim, dönemin devrimci tipinin, İttihat ve Terakki iktidarında muhalifler arasına sürüklenmiş, çelişkileriyle çizilmiş trajik bir örneğidir. Yakup Kadri Ahmet Kerim’de tipleştirdiği Jön Türk kuşağı için şunları yazıyor: “Yüksek, asil ve ateşli ideallere susamış bir neslin susuzluğu onun nabızlarında vuruyordu. Bu nesil her doğan güne ‘Bana fikrim için ne getirdin?’ diye sormaktadır. Bir zamanlar bu gençlik için ‘hürriyet’ tatlı bir rüya idi. Fakat bu tatlı rüyadan 31 Mart sabahının kanlı ve çamurlu gürültüsüyle uyandığı günden beri bir sarhoş mahmurluğu içinde kıvranıp durmaktadır.”[5]

Devrim çağını işleyen romanın başyapıtı diyeceğimiz Mithat Cemal’in Üç İstanbul’undaki Adnan, çelişkili kişiliği ve olaylara bağlı olarak bu kişilikte oluşan değişim sürecinin sergilenmesiyle İttihat ve Terakki devrimcisinin tipik özelliklerini ortaya koyar. Nahid Sırrı Örik, Sultan Hamit Düşerken romanındaki Şefik tipiyle, muzaffer burjuva devrimcisinin servet ve iktidar peşinde yozlaşmasının ve karşıdevrimciliğe düşüşünün gerçekçi anlatımını verir.

Bu romanlarda da tarihsel kişiler şöyle bir görünüp geçerler. Sözgelimi Örik’in Sultan Hamid Düşerken romanındaki Abdülhamit tipi, tarihsel gerçekliğine uygun biçimde oluşturulmuştur; Rumeli’den gelen tehdit telgraflarının darbeleri karşısında, Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe koyma kararını verirken sergilediği akılyürütme süreci inandırıcılıkla gösterilir. Talat Paşa, bu romanda yalnızca bir yemek sofrasında görünür ama tarihsel kişiliğiyle ilgili bilimsel araştırmalarda ortaya konan özelliklerini apaçık sergileyen birkaç roman cümlesiyle okurun bilincine yerleşir. Elveda’da ise tarihsel kişiler birçok sahnede uzun uzun anlatılırlar ama roman kişisi olarak belirginleşemez ve gerçeğe uyarlı bir etki yaratmazlar. Parayla, mal mülkle satın alınamaz Ahmet Rıza’yı, bir bardak suyla, gösterilen itibarla yumuşatan kişilik özelliğini bulmayız da, İttihat ve Terakki’nin paylaşılamayan liderlik ve politik belirleyicilik kavgalarındaki yeriyle okuruz. Bu ise ortaya bir roman kişisi çıkarmaz, Ahmet Rıza’yla ilgili bilgimizi bayağı vakanüvislerin yazdıklarından öteye götürmez.

Selanik treninde yazarın polisiye üstüne görüşlerini ortaya koymak için Abdülhamit’in nesneleştirilmesi örneğinde olduğu gibi, tarihsel kişiler ve durumlar tipik özellikleriyle değil, bugüne kadar oluşan klişeleri çerçevesinde sunulurlar. Abdülhamit’in polisiye meraklısı olduğu klişe bir bilgidir; Ahmet Ümit bu bilgiyi kullanarak tarihin trajik bir anını sulandırmaktadır. Tarihin vulgar yorumuna göre, Enver Paşa, Türkiye’yi ölçüsüz hırsları ve hayalciliği yüzünden savaşa sürüklemiş, Sarıkamış felaketine yol açmıştır vs. Yazar, bize bu kişiliğin tarihsel ve toplumsal koşullardan kaynaklanan özelliklerini, bireysel aşırılıklarının yaşamındaki trajik etkisini, 19. Yüzyılın asker aydınlarında özendirici bir model olmuş Napolyon’a hayranlığını göstermez. Enver, tarihçilerin yüzeysel değerlendirmelerine göre yazılmıştır, bir roman kişisi değil, olsa olsa bir tarih karikatürüdür. Oysa roman, klişeleri kazır, yaşamın devingen diyalektiğini görmemizi sağlar. Enver Paşa, gerçek bir romancı için romanı yazılacak ne müthiş bir trajik kişiliktir.

Ne tarih ne de roman, anne ağzında çiğnenmiş köfte

İttihat ve Terakki’nin bütünü ve öne çıkmış üyeleri, bir romancı için hazır romandır. Vakanüvis değil, yazar da olabilmeyi başaran tarihçilerin İttihat ve Terakki tarihlerinde çoğu zaman bir roman tadı vardır. Ahmet Ümit’in Elveda’sında ise her ikisini de bulamıyoruz; ne tarihçinin tutarlı, çatışmaları ve çelişkileri analiz eden, neden sonuçları sergileyen incelemesini ne de romancının, bu tarihin yazgılarını belirlediği kişiliklerin bireysel dramlarını, toplumsal süreçler içindeki savruluşlarını ve direnişlerini gösteren anlatımını okuyabiliyoruz.

Yalçın Küçük’ün Cumhuriyet’e Karşı Küfür Romanları kitabından tarihsel romanla ilgili alacağımız bir benzetmeyle söylersek, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sından 50 yıl sonra, yeniden ağzında çiğnediği cızbız köfteyi dişleri yeni çıkan çocuğunun ağzına veren annenin tatsız besiniyle karşı karşıyayız.[6]

Elveda, tarihsel gerçeği tam anlatamayışını, romanla kapatmaya çalışan, roman olamayışını, tarihi yazıyor izlenimiyle örtmeye uğraşan bir kitap. Romanı da, tarihi de bilmeyenler için, annenin ağzında çiğnenmiş cızbız köftenin yutturulması çok kolaydır. Elveda ve benzeri bayağı edebiyat hiçbir tarih bilinci ve estetik birikimi olmayan, güdümlenmiş okurların sayesinde 250 binlik satış sayısına ulaşabiliyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Prof. Mehmet Ferit Ulusoy, Osmanlı Hanedanı Saray Notları 3, Yayına Hazırlayan: İsmet Bozdağ, Tekin Yayınevi, 2003, İstanbul, s.213-214.

[2]A.g.e., s.214

[3]A.g.e., s.215.

[4]Balzac, a.g.e., s.51

[5] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, 1987, İstanbul. s.157.

[6] Yalçın Küçük, Cumhuriyet’e Karşı Küfür Romanları, Mızrak Yayınları, 2011, İstanbul, s.253.