Ahmet Ümit’in Gecikmiş Elveda’sı-1

 İnsancıl dergisinin Haziran sayısında ve Odatv’de geçen cumartesi, Ahmet Ümit’in çoksatar kitabı Elveda Güzel Vatanım üstüne eleştiri yazılarım yayınlandı. İnsancıl’da devamının da yayınlanacağını umduğum Elveda eleştirisinin Odatv’de yalnızca küçük bir özetine yer verildi. Özgün haliyle daha geniş bir okur kitlesine ulaşması ve gereği gibi tartışılması dileğiyle Elveda eleştirisini haftalık bölümler halinde bir dizi olarak İleri Haber’de yayınlamaya karar verdim. Bu haftadan başlayarak, sizi yaz sıcağında uzun bir edebiyat tartışmasına davet ediyorum.

Kendini “polisiye yazarı” olarak kategorize eden Ahmet Ümit, Elveda kitabında tarihsel roman yazmayı denemiş. 1908 Temmuz Devrimi’nden Cumhuriyet’e uzanan yirmi yıllık bir ”devrim çağının” romanı olduğu savındaki kitabı, 1908’in 108. Yıldönümünde, Resneli Niyazi’nin Devrim’i başlatan dağa çıkma kararını aldığı haziran günlerinde tartışmak da hoş bir rastlantı olmalı.

Sonda söyleneni başta da söyleyerek yola çıkıyorum: Romancılık, gözlem ve sentez gücüyle, edebiyatın araçlarıyla, dil, kurgu ve biçem ustalığıyla kişiler ve tipler yaratmak, bunları insan, toplum ve yaşam bilgimize katkıda bulunacak bir bireşimle yoğurup yazmaktır. Ahmet Ümit’in Elveda’sında bunları bulamıyoruz.

Roman değil, bitmeyen monolog

İtiraf var, pişmanlık var, elveda var; kişi yok, kurgu yok, bunların yokluğunda roman da yok. Ahmet Ümit’in “Elveda Güzel Vatanım” kitabından söz ediyorum. Bu yoklarla varlar birleşince ortaya 530 sayfa boyunca sürüp giden uzun bir monolog çıkmış. Kitabın kapağında “Birinci baskı 250.000 adet” notu yer alıyor, Ahmet Ümit’in bu uzun ve tatsız monoloğu iki yüz elli bin kişiye okutma başarısını nasıl gösterdiği ise, bence kitabın çözülmesi gereken en önemli bilmecesi; yoksa bu beş yüz otuz sayfadaki köhne dilden esinlenerek “muamması” mı, demeliyim.

Önce yokları göstermek istiyorum.

Kitapta kişi yok, dedim, nasıl olur, Ahmet Ümit, yüz yıl önceki tarihimizin bütün ünlü ve önemli kişilerini, Elveda’da roman kahramanı yapmış. Resneli Niyazi’den Talat Paşa’ya, Abdülhamit’ten Yakup Cemil’e, Ahmet Rıza’dan Mustafa Kemal’e beş yüz otuz sayfalık bu metinde yok yok. Hatta olay örgüsünde hiçbir yeri olmadığı halde, Pera Palas otelinin müşterileri arasında Agatha Christie bile var. Belki de bu durumu, Ahmet Ümit’in “sponsorları” arasında bulunan Pera Palas oteline saygınlık kazandıran bir “ürün yerleştirme” olarak görmek durumundayız. Tarihi kişilerin yanı sıra, romanın yazarı olarak gösterilen, mektuplarla itiraflarını kitaba çeviren İttihat ve Terakki “fedaisi” Şehsuvar Sami, mektupların gönderildiği yirmi yıl önceki sevgilisi Ester ve dayısı Leon, İttihat Terakki’nin savaşçı kadroları Kolağası Basri, Cezmi Binbaşı, Fuat, Mehmet Esad, Çolak Cafer, otel müdürü Reşit benzeri birçok kurgu kişi de bu uzun monologda sahneye çıkarılıyorlar. Bunlara bakınca kişi yok değil, kişi enflasyonundan geçilmiyor denebilir.

Elveda’da kişiden geçilmiyor ama bir tek roman kişisi bulunmuyor.

Hayvanbilimciyi model alan romancı

Roman kişisi, romancının oluşturduğu bir kişidir. Yaşamdaki kişi ile roman kişisi arasında büyük ayrımlar vardır. Roman kişisi, yaşamın birçok işi ve ayrıntısından soyutlanmıştır. Bazı özellikleri eksiltilmiş, bazı yanları abartılmış, yaşamdaki süreç ve eğilimlerin taşıyıcısı bir kişiye dönüştürülmüştür. Tarihsel roman olma iddiasındaki bir romanda, kişilerin tarihsel sürecin ürünü ve açımlayıcısı olması daha da elzemdir.

Toplumsal değişmenin hızlandığı bir tarihsel dönemde ortaya çıkan bir edebiyat türü olarak roman, burjuva bireyin sahneye çıktığı koşulların sanatıdır. Bireyin toplumsal ve tarihsel süreçlerdeki gelişimini sergiler. Burjuva birey, kapitalist ilişkilerin hızla yerleştiği koşullarda ortaya çıkmıştır ve toplumsal konumuna göre alabildiğine çeşitli ve değişken özellikler taşır. Toplumsal çelişki bireyin kişiliğine de nüfuz etmiştir. Bireyin çelişkili kişiliği, onu harekete geçiren arzu ve tutkuları romanın temel dinamiğini oluşturur.

Romanın 19. Yüzyıldaki doruğu Balzac, romanlarıyla Fransız toplumundaki insan tiplerinin bilimini yapmaya çalıştığını söyler. Yaptığı işi zooloğun işiyle karşılaştırır. İnsanlık Komedyası’nın Önsöz’ünde şunları yazmıştır:  “Toplum da insanları, etkinliklerinin gelişip serpildiği ortama göre, zoolojide rastlanan farklı türler örneği, birbirinden olabildiğince farklı kılmıyor mu? Asker, işçi, yönetici, avukat, aylak, bilgin, devlet adamı, tüccar, denizci, şair, yoksul, papaz; bütün bu insanların arasındaki farklar, ayırt edilmeleri daha güç olmakla birlikte (…) hayvanları birbirinden ayıran farklar kadar büyüktür. Dolayısıyla tıpkı Zoolojik Türler gibi, Toplumsal Türler de şimdiye kadar olageldi, her zaman da var olmayı sürdürecek.”[1] Balzac, “toplumsal türler” biçiminde ayrıştırdığı insanları, Buffon’un hayvansal türleri incelediği görkemli yapıtıyla boy ölçüşecek biçimde, romanlarında incelemek ve anlatmak ister. Ama işi ondan daha zordur; toplumsal türler arasındaki ayrımları, zoolojik türler arasındaki ayrımlardan daha büyük görür. “Zooloji tutkunları her ne kadar hayvanların yaşayışlarının çok ilginç olduğunu kanıtlamışlarsa da, hayvanların alışkanlıkları, en azından bizim gözümüzde, her zaman birbirine benzer; oysa bir prensin, bir bankacının, bir sanatçının, bir burjuvanın, bir papazın ve yoksul bir insanın alışkanlıkları, giysileri, kullandıkları dil, oturdukları konut birbirinden bütünüyle farklıdır ve içinde yaşadıkları uygarlığa göre değişir.”[2]

Birbirinden farksız padişah ile İttihat ve Terakki fedaisi

Balzac örnek verirken bir prensle, bir bankacı, diyor, her konuda birbirinden bütünüyle farklıdırlar. Ahmet Ümit’in uzun monoloğunda bir padişahla, Abdülhamit, onu Selanik’e sürgüne götüren trenin muhafızlarından, İttihat ve Terakki fedaisi Şehsuvar Sami karşılıklı konuşuyorlar. Ne birinde otuz üç yıl Osmanlı devletine hükmetmiş bir sultanın kişiliği var, ne ötekinde onlarca yıl bu sultanı bütün kötülüklerin kaynağı, istibdat’ın baş sorumlusu gören bir inkılâpçının tutum ve davranışlarını bulabiliyoruz.

Ahmet Ümit, Balzac’ın deyişiyle “toplumsal türleri” ve davranışlarındaki ayrımları göremiyor; bunu, Meclis kararıyla iktidardan indirilmiş bir padişah ve saray topluluğunun Selanik’e sürgün edilmek üzere Sirkeci’de trene bindirilişini anlatımında açıklıkla saptayabiliyoruz. “Sanki büyük bir bozgundan çıkmış gibi, omuzları düşük, başları önde, bakışları süzgün o kafileyi görünce tuhaf hislere kapıldım. Kadınlar, çocuklar, hizmetliler ve en önde kül rengi ceketinin içinde kamburu çıkmış bir adam.”[3] Son derece genel bir anlatımla yenilgiye uğramış insan topluluğu çiziliyor, buna tasvir diyemeyiz. Kadınlar, çocuklar, hizmetliler ve kamburu çıkmış herhangi bir adam. Tarihsel bir sahneyi Ahmet Ümit romancılığı ancak bu genellikte ve sıradanlıkta yazabiliyor.

Devamı da var; kamburu çıkmış adam, 33 yıl Osmanlıya hükmetmiş Abdülhamit, muhafızdan neredeyse yalvararak su istiyor. “Eşyalar taşınırken bir ara etrafına bakındı, sanki bir şeyler arıyordu, bir şeye ihtiyacı varmış gibiydi. En yakınında ben bulunuyordum, göz göze geldik. Mesafeli gülümsedi, kaçamazdım, ben de gülümsedim. Sağ eliyle hafifçe karnını tutuyordu.

‘Evladım,’ dedi rica dolu bir sesle. ‘Su yetiştirir misiniz, Allah rızası için bir Taşdelen suyu. Şu mendebur mide ağrılarım tuttu yine…’” (s.209) Otuz üç yıl, kurduğu hafiye ağıyla memleketin her köşesini denetleyerek, dağıttığı ulufelerle çevresinde hırsız paşalardan kaleler ören, herkesin önünde el etek öptüğü Abdülhamit’in, iktidardan indirildiği ilk gün, “Allah rızası için” bir şişe su isteyebileceği bana hiç inandırıcı gelmiyor. Dolayısıyla Ahmet Ümit’in yazdığı bu Abdülhamit’te tarihsel kişiliğini ortaya koyacak bir roman kişisi bulamıyorum.

Şehsuvar Sami, suyu getirince bir de “minnetle gülümsüyor.” Ahmet Ümit romancılığında bu bir şişe suyun önemi çok büyük. Gece vagonu denetleyen Sami’yi gören Abdülhamit, onu hemen tanıyor, “Evladım”, diyor, “siz, bana su getiren gençsiniz değil mi?” (s.210) Bu su meselesinin, Abdülhamit’in özel vagonunda gece yarısı yapılacak bir edebiyat sohbeti için hazırlık vesilesi olduğunu anlıyoruz.

Tam burada bir parantez açmak istiyorum. Bu su ricasının Ahmet Ümit’in kitabında zorlama bir yeri var ama İttihat ve Terakki tarihine geçmiş bir sürahi ve ikram edilen bir bardak suyun mucizelerinden haberdarız. İttihat ve Terakki’nin düşünsel önderi olarak kabul edilen ve uzun yıllar Paris’te Meşveret dergisini yayınlayan Ahmet Rıza, Meşrutiyet’ten sonra Meclis başkanı seçiliyor. Abdülhamit’in Ahmet Rıza’yı satın alma girişimleri hep başarısızlıkla sonuçlanıyor; ona bir konak hediye ediyor, Ahmet Rıza anahtarı geri gönderiyor, bir araba vermeyi deniyor, onu da kabul etmiyor. Yıldız’da Ahmet Rıza’yı ve mebusları yemeğe davet ediyor. Yemek boyunca Ahmet Rıza’yla özel olarak ilgilenen Abdülhamit, ona kendi önündeki sürahiden, kendi doldurduğu bardakla su ikram ediyor. Ahmet Rıza, Abdülhamit’in bu ikramından ve gösterdiği ilgiden çok etkileniyor. Yemekte bulunan Hüseyin Cahit’in yazdıklarını Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler’in Üçüncü Cildine almış, oradan aktarıyorum: “Para ile, rütbe ve memuriyet vadiyle bir türlü eğilmeyen o metin ve yüksek Ahmet Rıza’yı böyle bir bardak su ile yola getirmek varken Abdülhamit bunu acaba neden vaktiyle düşünmemişti. Şimdi geçmiş zamanı ve fırsatları telafi etmek ister gibi, iltifatın arkasını kesmiyordu. Ahmet Rıza ile tatlı tatlı Avrupa’dan konuşuyorlardı.”[4] Bir bardak suyun İttihat ve Terakki tarihine geçişiyle ilgili parantezi kapatıyorum.

Bir bakışta anlaşılan yazarlık yeteneği

Gece yarısı, Selanik treninde Abdülhamit, kendisine su getiren muhafızı bir bakışta tanıyor, genellikle belinde tabanca olması beklenecek bu muhafızın kitap okuduğunu hemen anlıyor ve Sami’nin okuduğu kitabı istiyor. Sami’nin ceketinin cebinden çıkarıp verdiği romanın, Marx ile Engels’in Kutsal Aile kitabında şaşırtıcı bir eleştirisini okuduğumuz Paris’in Gizemleri olduğunu öğreniyoruz. Abdülhamit, Sami’den bu kitabın yazarı Eugenie Sue ile Hugo’nun yazarlığını karşılaştırmasını istiyor. Sherlock Holmes hayranlığından söz ediyor. Polisiye sevgisini anlatıyor. Şehsuvar Sami’nin birkaç cümlesinden onun bir yazar adayı olduğunu anlıyor.

“‘Yoksa siz de yazıyor musunuz?’ diye sordu. ‘Ancak bir yazar adayı bu kadar hakim olabilir konuya, bu kadar teferruatlı konuşabilir edebiyat hakkında…’

Evet demedim, ki zaten yazmayı bırakmıştım ama edebiyata ilgim sürseydi de bunu asla Abdülhamit’le paylaşmazdım.” (s.212) Buradaki “paylaşmazdım” sözcüğünü de not etmek durumundayım, Ahmet Ümit, herhalde, bir facebook “paylaşımından” söz etmektedir. Sami, yazarlığı süren biri olsaydı, devrik padişahla neyi paylaşacaktı?

Ahmet Ümit’in baş roman kişisi Şehsuvar Sami’nin, Balzac’ın deyişiyle “türsel özelliği”, konuştuğu tarihsel kişilerin, nasıl oluyorsa, bir bakışta onun büyük bir yazarlık yeteneği olduğunu anlıyor oluşlarıdır. Abdülhamit’in, hemencecik, Sue ve Hugo karşılaştırmasıyla, edebiyatın “ruhumuza ışık tutması” benzeri birkaç beylik sözde “teferruatlı” bir bilinç ve yazarlık eğilimi bulması bir yana, İttihat ve Terakki’nin önemli liderleri Ahmet Rıza ve Talat Paşa da, bir bakışta anladıkları Sami’deki bu büyük yazma yeteneğinin bir “fedai” olma uğruna kaybolup gitmesine pek üzülüyorlar.

Sami’nin, yirmi yıl önceki sevgilisi Selanikli Ester’e yazdığı mektuplar biçiminde kurgulanmış, bir türlü bitmek bilmeyen bu beş yüz otuz sayfalık Elveda’yı okuyunca, hepsinin Sami’deki yazarlık yeteneği konusunda ne kadar yanıldığını anlıyoruz. Ama zaten yüzeysel ve bayağı tarihçiler, yakın tarihimizi bu büyük adamların korkunç yanılgıları olarak yazmıyorlar mı? Bu bayağı tarihin yazdığı yanılgıların yanında Sami’den yazarlık eseri bekleme konusunda yanılmış olmalarının ne önemi var.

Ortaokul sıralarında kurtuluş yoluna girenler

Acaba Ahmet Ümit, Balzac’ın yolunda, Abdülhamit’in türselliğini bize gösterecek bir girişimde mi bulunuyor; yıllarca hafiyelerden bilgi toplamayı temel uğraş haline getiren padişah, kendisini tahttan indiren ve Selanik’e sürgüne götüren Cemiyet’in bu üyesine şunu soruyor: “Kim aldı sizi cemiyete? Sahiden merak ediyorum bu kadar genç yaşta, üstelik edebiyata bu kadar meraklıyken nasıl bulaştınız bu belalı işlere? Kim önayak oldu size?” (s.213) Abdülhamit, kendisine gelen bunca bilgiden yoksun görünüyor, 1908 Devrimini yapanların zaten gençler olduğunu unutmuşa benziyor. Dağa çıkan ve Anayasanın yürürlüğe konmasını, Meclis’in açılmasını isteyen üç subay, Resneli Niyazi, Eyüp Sabri ve Enver sanki genç değiller. İttihat ve Terakki Cemiyeti, adı üstünde, Jön Türkler’den oluşuyor. Sami’nin bu genç yaşta bu işlere girmesine değil, girmemesine şaşmak daha uygun olurdu. On dokuzuncu yüzyılın son kuşakları, bugünkü alışılmış adlandırmayla 88 ve 98 kuşakları, Türkiye ve Rusya’da devrimci olmaya daha ortaokul sıralarında başlıyorlardı. Doğu, kendi devrimlerine, hanedanlarından kurtuluşa hazırlanıyordu.

Çocuk yaşta inkılâp yoluna girişin somut bir örneğini, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketleri ve Millî Mücadele adında koca bir kitap yazan Ahmed Bedevî’nin yazdıklarında bulabiliriz. Ahmet Ümit’in Elveda’sının sonuna eklediği “Kaynakçada” da yer alan bu kitabın yazarı Ahmed Bedevî Kuran, Eyüp Askeri Baytar Rüştiyesi öğrencisiyken, bugünkü derecelendirmeye göre henüz bir ortaokul öğrencisi, okulun penceresinden Haliç’in karşı kıyısında demirlemiş “tahtelbahiri”[5], denizaltıyı seyrederek memleketin durumu ve geleceğine ilişkin derin düşüncelere daldığını yazıyor. 19. Yüzyıl sonunda bir ortaokul öğrencisinin durumu şöyledir: “Artık, masumane bir zaafla, memleketin selâmeti çaresine başvurulmasına kanaat getirmiştim. Fakat, nasıl? Elimden bir şey gelmiyordu. Hatta yapılacak işler hakkında en ufak bir fikir sahibi bile değildim. Çok küçüktüm ve bilgisizdim. Yegâne güvenim, derslerime çalışmak ve iyi bir asker olarak yetişmek idi.” Başarılı öğrenci Ahmed Bedevî, Çengelköyündeki Kuleli Askeri İdadisine birincilikle giriyor ve çalışkanlığıyla göz dolduruyor. Ancak bu başarılardan daha önemli gördüğü şeyler var. “Fakat, ben bu mazhariyetlere o kadar ehemmiyet atfetmiyor, rüyet zaviyemi başka sahnelere dikmiş, memleket hakkında büyük emellere, ideal ve mefkûre hastalığına tutulmuştum. Haftabaşları Beyazıd Sahaflarına koşuyor, Namık Kemalin, Ziya Paşanın ve diğer Hürriyet kahramanlarının eserlerini tedarik ediyor ve gizli gizli okula taşıyordum. Maksadım okulda Hürriyetçi bir zümre yaratmaktı.”[6]

19. yüzyılın sonlarına yaklaşırken, çöken Osmanlı’nın kurtuluşunu arayanlar ortaokul sıralarında düşünmeye ve araştırmaya başlıyorlardı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni 1889’da, Fransız İhtilali’nin 100. Yıldönümünde, Askeri Tıbbiye’de dört öğrenci kurdu, demek ki 88 Kuşağı, inkılâp için örgütün temellerini atmıştır. Ardından gelen iki kuşak’la, 98’li ve 08’liler, Temmuz 1908’de devrimlerine kavuşmuşlardır.

Abdülhamit ile Ahmet Ümit bunu anlamamış görünüyorlar. Ahmet Ümit, Abdülhamit’in,“bu kadar genç yaşta, üstelik edebiyata bu kadar meraklıyken nasıl bulaştınız bu belalı işlere? Kim önayak oldu size?” sorusu karşılığında Sami’ye çok çarpıcı bir cevap yazıyor: “Siz önayak oldunuz efendim.” (s.213) diyor Sami. Babası sürgünde ölmüştür ve buna neden olan Abdülhamit, Cemiyet’e üye olmasına önayak olmuştur.

Ahmet Ümit’e göre, bu cevap karşısında zavallı Abdülhamit, “Ne diyeceğini bilmeden öylece kalakalmıştı.” (s.214) Abartının bu kadarına pes doğrusu. Bu vagon sahnesinde ne düşük bir sultan ne genç ve muzaffer bir İttihat ve Terakki militanı vardır. Edebiyat üzerine, yazarın kafasındakileri konuşturduğu iki kukla kişi görürüz. Toplumsal ve tarihsel kişiliklerine uygun olmayan davranışlarda bulunurlar. Aralarında ayrım yoktur, çünkü ikisi de yazarın yüzeysel tasarımının ürünüdürler. Kendi toplumsal kişiliklerinin zorunlu kıldığı eylemleri yaşayan, canlı, derinlikli, sahici roman kişileri değildirler.

Ahmet Ümit’in Elveda’sının bütün kişileri bu türdendir. Balzac’ın toplumsal türlere göre ayrıştırdığı, gerçekçi biçimde yazılmış kişiler değil, bütünüyle yazarın uzun monoloğunun gereklerine göre oraya buraya serpiştirilmiş ve ayrımlardan yoksun kişilerdir. Ahmet Ümit, dışsal ayrımları gösterir ama asıl, kişiliği ve davranışları belirleyen içsel ayrımları, toplumsal varoluşun kişide yarattığı biçimlenmeyi göremez ve gösteremez.

Bir roman kişisi ve tip yaratmanın incelikleri üzerine Maksim Gorki’nin söylediklerini de aktarmakta yarar var: “’Tiplerin’ ve kişilerin oluşturulmasıyla yakından ilgili olan yazınsal yaratıcılık sanatı, düş gücü ve buluş yetisi gerektirir. Yazar, tanıdığı bir bakkalı, bir memur ya da bir işçiyi anlatırken, o tek bir kişinin aslına az çok uygun, ancak ‘kâğıttaki hayal’ olmaktan öte gitmeyen bir fotoğrafını oluşturmuş, ama onun toplumsal ya da eğitsel özelliklerine hiç değinmemişse, insan ya da yaşam bilgimize hemen hemen hiçbir katkıda bulunmamış demektir.”[7] Ahmet Ümit’in roman kişileri, bütünüyle böyledir, kâğıttan hayal olmaktan öteye gitmezler, “insan ya da yaşam bilgimize” hiçbir katkıda bulunmazlar. Çünkü Abdülhamit’in tarihsel ve toplumsal özellikleri doğru çizilmemiştir. İttihat ve Terakki fedaisi Şehsuvar Sami’nin kişiliği de, toplumsal ve tarihsel özellikleriyle iç içe oluşturulmamıştır.

Gorki, roman sanatının candamarı kişi ve tip oluşturmanın inceliklerini açıklamaya devam ediyor: “Ama eğer, yazar o tek bir bakkal, memur ya da işçide yirmi, otuz ya da hatta yüz bakkalın, memur ya da işçinin sınıfsal özelliklerinin, alışkanlıklarının, tavır, hareket, inanç ve konuşma biçiminin en özgün örneklerini sergilemişse, bu özellikleri tek bir bakkal, memur ya da işçinin kişiliğinde özetleyebilmiş, toplayabilmişse, bir tip yaratmış demektir; işte bu, sanattır.”[8] Romancılık, gözlem ve sentez gücüyle, edebiyatın araçlarıyla, dil, kurgu ve biçem ustalığıyla kişiler ve tipler yaratmak, bunları insan, toplum ve yaşam bilgimize katkıda bulunacak bir bireşimle yoğurup yazmaktır. Ahmet Ümit’in Elveda’sında bunları bulamıyoruz. (DEVAMI VAR)

 

 

[1]Balzac, İnsanlık Komedya’sına Önsöz, aktaran Yalçın Küçük, Cumhuriyete Karşı Küfür Romanları, Mızrak Yayınları, 2011, İstanbul, s. 50.

[2]A.g.e., s.50-51.

[3] Ahmet Ümit, Elveda Güzel Vatanım, Everest yayınları, 2015, İstanbul, s.209. Bu kitaptan bundan sonraki alıntılar parantez içinde sayfa numaralarıyla belirtilecektir.

[4] Hüseyin Cahit Yalçın, aktaran Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler -3, Tekin Yayınevi, 1998, İstanbul, s.312.

[5] Dünyanın ilk denizaltısı 1719 yılında III. Ahmet zamanında Osmanlılarca Haliç Tersanesinde yapılmıştır.

[6]Ahmed Bedevî Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketleri ve Millî Mücadele, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012, İstanbul, s.397.

[7] Maksim Gorki, Edebiyat Yaşamım, çeviren Şemsa Yeğin, Payel Yayınları, 1989, İstanbul, s.32-33.

[8]A.g.e., s.33.