Ağıtlar, masallar, gerçekler...

Bir varmış, bir yokmuş. Nenemin ağıtları çokmuş. Bana masal anlat nene diye eteğinden çekiştirdikçe, o ağıtlarla yüreğini doldurmuş.

Evvel zaman dışında şimdiki zaman içinde; kasabaların, köylerin, kentlerin bir sürüsünde; ben diyeyim bir siz deyin bin dert dolanırmış. Köyleri yakan, kentleri yıkan, çocukları anaların bağrından koparanlar hüküm sürermiş. O dertler ki babaları yıkar, anaları kaybedermiş. İri gözlü, dağınık saçlı, tozlu ve üşümüş ayaklı çocuklar korkmuş ve şaşkın bakınır dururmuş. Kimisi kocaman gözlerini açarak, kimisi o gözlerini kapatamayarak. O çocuklar ki günler geceler boyu her uykuya daldıklarında irkilir ve “Daiş” çığlıklarıyla ter içinde uyanırlarmış. O çocuklar ki evlerinin, okullarının, hastanelerin dibinde patlayan bombalarla; koskocaman ağzından ateş saçan ejderhaların, bir dudağı yerde bir dudağı gökte tek gözlü devlerin yanlarında çok masum kalacakları korkunç gerçeklerle uykuya dalamaz ya da hiç uyanmazlarmış... O çocuklar ki, oyuna oyuncağa, şekere hasret, ama en çok da anne elinin ve bir küçük battaniyenin sıcaklığına hasretmiş...

Demem o ki uğursuzluk her yanı sarmış. Uğursuzluk dilden dile dolaşmış, dereler tepeler geçmiş, dağlar denizler aşmış, iyi insanların yüreklerine kadar inmiş, kötülerin kulaklarından çıkıp gitmiş.

İyi insanların yüreklerine inmiş inmesine de, yer yarılıp yerin dibine girmekten başka dileyebilecekleri birşey yokmuş. Bunu dileyenler yerin yedi kat dibini de görmüş. Orası da yerin üstünden daha az acıyla yoğrulmuyormuş. Yerin yedi kat dibinde kalan evlatların, babaların, ben diyeyim üç gün, siz diyin bir ömür yolları gözlenip dururmuş.

Yerin yedi kat üstünde ise ölüm makinaları işleyip dururmuş.

Bu uğursuzluk ki dereleri tepeleri kurutur, çocukları soldurur, anaları ağlatırmış.

Kurumuş dereler, sonlarının geldiğine yanar dururmuş.

O dereler, tepeler, dağlar, ormanlar ki binlerce yıllık söylencelere ev sahipliği yapmış; şimdi artık çıplak, yorgun, susuz, barışa hasret susar dururmuş.

Ama buna rağmen hala akıllanmayanlar çokmuş. Bu savaşların ne başı ne de sonu vardır demiş Küçük Kara Balık’ın annesi. “Böyle gelmiş böyle gider” diye eklemiş komşusu. Halbuki Kara Balık ve Sümüklü böcek dostu böyle düşünmüyormuş. Birinin hem küçük hem de kara olması, öbürünün de sümüklü ve böcek olması umurlarında bile değlimiş. Bu nedenle kalkıp taa dünden bugüne, İran’ın Behrengili akan sularından Kobane’ye kendine yol bulup gelmiş Küçük Kara Balık. İyiler de mutlaka kazanmalıymış. Masal bu ya Küçük Kara Balık bunu sürekli söyleyip durmuş. O kadar çok söylemiş, o kadar çok söylemiş ki dilden dile, ilden ile dolaşmış durmuş. Ne zaman ki Anka Kuşu küllerinden yeniden doğmuş, Küçük Kara Balık’ın isyanını duymuş, onu ve arkadaşlarını ölüm makinalarını susturmak için yerin yedi kat üstüne uçurmuş.

Ama bu yetmezmiş, yerin yedi kat dibine de inmeliyiz demiş Küçük Kara Balık. “İmkansız” demiş Anka, “ben göklerin kuşuyum, yerin altında yapamam”. “Denemek zorundayız” demiş Küçük Kara Balık. “Hem sen ki Anka değil misin? Hepimizin masallarında bize umut verirsin, şimdi bizi nasıl çaresiz bırakırsın.” Bir süre susmuş ama sonra kabullenmiş Anka, almış erzağını ve Küçük Kara Balık’ı sırtına, çıkmışlar yola. Anka bilirmiş gücünü nasıl koruyacağını, gak diyerek et, guk diyerek su istemiş Küçük Kara Balık’tan yol boyunca. Böylece yerin yedi kat dibine yol almış bir minnacık balık ve bir kocaman göklerin kuşu Anka. Erzakları bitince Anka’nın gücü de tükenmeye başlamış. Küçük Kara Balık ne yapacağını düşünürken birden binlerce kuş ve balık onlara yiyecek ve su taşımaya başlamış. Herşey yoluna giriyormuş, bundan daha büyük mutluluk olurmuymuş.

Yerin yedi kat üstündeki ve yerin yedi kat altındaki makinalar susunca yeryüzündeki ölüm makinalarına gelmiş sıra. Anka ve Küçük Kara Balık bu sefer tekrar düşmüşler yola. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Bir de bakmışlar ki çok uzun yollar aşmışlar. Yol aşmak ne ki, her geçtikleri yerden daha da kalabalıklaşarak çıkmışlar. Masalların bütün iyi kahramanlarını almışlar yanlarına, kötüleri ise uzak tutmuşlar. Ölüm makinalarının sesi o kadar yaklaşmış ki kulakları sağır edecekmiş neredeyse. Ama bizim kalabalığın sessizliği, bastırmış ölüm makinalarının sesini. O ses, bir daha hiç çıkmamacasına kısılmış.

İşte bu sessizliği fırsat bilen bütün çocuklar derin, huzurlu bir uykuya dalmışlar. Hem de sevdiklerinin kucağında, hem de karınları tok, ayakları, elleri, sırtları sıcak, bazılarının avuçlarında bir anka kuşu, bazılarında ise bir küçük kara balıkla...

Onlar ermiş muradına,biz çıkalım bu masalın gerçek olduğu yola...

Her çocuğun ihtiyacı var cesur Küçük Kara Balık’a, küllerinden yeniden doğan Anka’ya ve nenelerin ağıtlarına değil ama masallarına...