“Bir dünya ajanı gözüyle hepsinde ortak bir şeyler vardı. Hepsi de, hemen hemen istisnasız, kelimenin güncel anlamıyla henüz insan değil, fakat ancak tarihin kanlı yüzyıllarının gururlu ve özgür insanlara dönüştüreceği kaba saba, balçık gibi birer maddeydi. Edilgendiler, paragözdüler ve inanılmayacak, olağanüstü derecede bencildiler. Ruhsal yapıları bakımından hemen hemen hepsi birer köleydi: Bir inancın, benzerlerinin, iğrenç tutkularının köleleri, para sevgisinin köleleri ve yazgının iradesiyle içlerinden biri efendi olarak doğsa ya da efendi olsa özgürlüğünü ne yapacağını bilemiyor, zenginliğinin, saçma sapan şeylerin, yoz arkadaşlarının ya da kölelerinin kölesi olmaya can atıyordu bir an önce.
Büyük çoğunluk suçlu değildi hiçbir bakımdan. Çok edilgendiler, çok cahildiler. Kölelik edilgenliklerinden, cahilliklerinden kaynaklanıyordu, bunlar da köleliğe yol açıyordu aynı zamanda. Hepsi birbirine benzeseydi eğer, hiçbir umut beslenemezdi o zaman, ne de bu işe kalkışmak için cesaret olurdu insanda. Fakat hepsi de bir akıl kıvılcımı taşıyan insanlardı ve onlarda inanılmayacak denli uzak ama yine de yakın olan geleceğin küçük ışıkları parıldıyordu.” (Zor Şey Tanrı Olmak, Arkadi ve Boris Strugatski, İmge Kitabevi Yayınları, 1993).
Yeni baskısı da şimdilerde piyasaya çıkan ünlü bilim kurgu yazarı Strugatski kardeşler kitaplarında ciddi felsefi tartışmalar yaparlar. Bu kitaplarında da dünyanın bir benzeri gezegene, üzerindeki insanların karanlık çağdan veya ortaçağdan öteye gidemediği bir gezegene konuk ederler bizi. Bu gezegene, eşitlikçi ve özgür Dünya’dan gözlemciler uzay gemileriyle gider, gezegenin değişik yerlerine yerleşirler. Bu gezegenin gidişatına müdahale etmelerine hiçbir şekilde izin verilmez, bu komünist toplumdan gelen gözlemcilerin asıl amacı insanlığın karanlık çağını her ayrıntısıyla kayıt altına almaktır. Baskı altında yaşayan, tüm yeniliklere düşman olunan, okuma yazma bilenlerden en ufak aydın görünümlü insanlara kadar sokaklarda linçlerin yaşandığı, Tacı Koruma Bakanlığı’nın en etkin bakanlık olduğu, bilimin ve sanatın yasaklandığı, yalnızca manastırlarda dinsel eğitime izin verilen bir orta çağ krallığı Arkanar’ı izleriz. Dünyadan gelen, vericisiyle sürekli yaşadıklarını dünyaya ileten Anton, Don Rumata ismiyle bir soylu kılığına girer, bir yandan da dönemin aydın, sanatçı ve bilim insanlarını kurtarmaya çalışır.
Daha fazla üzerinde durmayayım ve kesinlikle tavsiye edeyim bu kitabı. Nereden esti derseniz ise Düzce yolunda Adalet Yürüyüşü’ne katılan bir arkadaşımın gözlemleri bana bu kitabı anımsattı diyebilirim. Özellikle de patronuyla el ele kol kola Rabia işareti yapıp bir yandan da küfreden, hareket çeken işçileri…
Patronuyla el ele ortak düşmana karşı!
Düzce’de Adalet Yürüyüşü kampının konaklama alanına dökülen gübre, yol boyunca Rabia işareti yapıp küfür edenler, kimi zaman taş atan, elinde sopa sallayanlar, patronuyla birlikte organize sanayi bölgesinin dışına çıkıp, patronuyla güle oynaya Adalet Yürüyüşçülerine küfür eden, eliyle hareket çeken işçiler. Protestodan söz etmiyoruz, protesto da eder, bu yürüyüşün yanlış, başka amaçlara hizmet eden, Türkiye’ye düşman çevrelerce desteklendiğini düşünüp en doğal hakkı olan protesto hakkını kullanır, kullanabilir. Ama hayatında hiç görmediği insanlara nefretle ağza alınmayacak küfürler etmek, el hareketi çekmek, bunu da Organize Sanayi bölgesindeki patronuyla birlikte yapmak. Strugatski kardeşlerin romanındaki o karanlık çağda söz ettiği, anlamaya çalıştığı insanları andırıyorlar. Ortak bir düşmanları var, inançlarına küfrettiklerine inandıkları, dış güçlerin her daim bu ülkeyi bölmek, parçalamak için kullandığına inandıkları milyonlar var, onları düşman belletmişler bu ülkenin aydınlık tarafına! İnanmışlar, öyle düşünüyorlar, kendi patronuyla aynı safta yer alıp, aynı duygudaşlığı taşıyabiliyorlar. Hakkını aramak yerine şükretmeyi, iş cinayetlerine kader demeyi öğretmişler, zihinlerine sokmuşlar. Çünkü laik düşüncenin tümden sökülüp atıldığı, laikliğe düşman bir ortamdan beslenmişler.
Daha önce iki yazımda Laiklik ile İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği arasındaki ilişkiyi ayrıntılı bir şekilde incelemeye çalışmıştım (http://ilerihaber.org/yazar/laiklik-isci-sagligi-ve-is-guvenligi-yeniden-53981.html, http://ilerihaber.org/yazar/laiklik-ve-isci-sagligi-is-guvenligi-30615.html)
Kendileri için yürüyen insanları yuhlayanlar da, iş cinayetlerine karşı eylem yapan sendikalı işçileri yuhlayanlar da aynı insanlar. Ölüm ve yaralanmalara duyarsız kalanlar da, mücadele etmeyenler de.
Bu bakımdan gericileşmenin, bu duyarsızlık ile ilişkisi irdelenmeli, iş kazalarına ilişkin olarak "kader”, "kaçınılmazlık” gibi söylemlerin, gerek işçi sınıfı içinde toplumun genelinde de daha önce hiç olmadığı kadar gündelik söyleme nasıl sızdığı tartışılmalı diyoruz. “Bu işlerin kaderinde bu kazalar vardır“ dediğiniz anda, yüzlerce yıllık aydınlanma birikimini bir kenara atmış olursunuz. Keza işyerlerinde baskıcı yapıyı kabul eden, iş kazasına uğrayan işçinin üzerine gazete örtülüp orada dururken çalışmaya devam eden işçi acaba sınıfın bir bireyi olan işçi midir yoksa, kendisini bir "cemaat"in bir bireyi gibi mi düşünmektedir?
Bu cemaat kimi zaman bir dinsel yapı, kimi zaman hemşehrilik ağı, kimi zaman da, özellikle inşaat sektöründe olduğu gibi, bir aile yapısı olacaktır. Bu ilişkiler ağı içinde en önemli unsurlardan birisi de "baskıcı" karakterdir, örgütlenme başkaldırmanın yerini, boyun eğme ve geleneksel kurallara bağlılık (dinsel, bölgesel, ailevi vb.) almaktadır. Kapitalizm günümüzde, kapitalist toplum öncesindeki ilişkiler ağını gericilik ile yeniden üretmekte ve baskıcı emek rejiminin garantisi olarak kullanmaktadır.
Ama “hepsi birbirine benzeseydi eğer, hiçbir umut beslenemezdi o zaman, ne de bu işe kalkışmak için cesaret olurdu insanda. Fakat hepsi de bir akıl kıvılcımı taşıyan insanlardı ve onlarda inanılmayacak denli uzak ama yine de yakın olan geleceğin küçük ışıkları parıldıyordu.”
9 Temmuz’da o parıltılardan yüz binlercesi vardı…