ACKA'nın yeni ufukları...

ACKA (Ahmet Cemal Kültür Atölyesi); tam bir ay önce, 1 Eylül 2014 Pazartesi günü kapılarını açmıştı.

Geçtiğimiz Pazartesi, yani 29 Eylül günü atölyemizin ilk bir ayını değerlendirdiğimiz bir toplantı yaptık.

Toplantıyı açmak için öğrencilerime tek bir soru yöneltip, sözü tamamen onlara bıraktım: “Şimdi herkes, bir ay önce, çalışmalarımıza başladığımız günkü BEN’i ile bugünkü BEN’ini karşılaştırsın ve bu karşılaştırmadan elde ettiği sonuçları, izlenimleri yüksek sesle düşünerek dile getirsin …”

Onlar konuşmaya başlamazdan önce, tek tek hepsinin yüzlerine dikkatle baktım. Karşımdaki atölye üyelerinin hemen hepsi, geçen yıl NHA’sindeki (Nâzım Hikmet Akademisi) öğrencilerimdi. Yani, aynı kişilerdi.

Gelgelelim hem öyleydiler, hem de değildiler.

Yüzleri ve o yüzlerdeki ifade çok farklıydı.

Geçen yıl, NHA’sinin son günlerinde yüzlerinden artık hiç eksik olmayan o tedirginlik havasından, en yakın geleceklerinin ne olacağını bilememekten kaynaklanan huzursuzluktan ve birazda karamsarlıktan artık en ufak bir iz bile kalmamıştı.

Evet, sözünü ettiğim o son günlerinde çok tedirgindiler. Çünkü en azından yaz ayları için daha önce planladığımız çalışmalardan hiçbirini gerçekleştiremeyeceğimizi biliyorlardı. Akademinin bünyesinde yer aldığı TKP yönetimi, partinin yayın organı soL Gazetesi’nin parasal sıkıntılar nedeniyle kiraladığı yerden çıkıp NHA’sinin Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki sınıflarına ve odalarına ‘geçici’ olarak taşınacağını bildirmişti. Gerçi bu taşınma günü yaklaşırken gazete artık kapanmıştı. Dolayısıyla bizim mekânımıza taşınacak bir yayın organı da kalmamıştı.

Fakat ‘taşınma’ kararında bir değişiklik yoktu!

Taşındılar. Hem de final sınavlarının hemen ertesi günü. Bir baskın tarzında. Örneğin önceden, en basit bir nezaket kuralı gereği: “İçeriden alacağınız bir şey var mı?” diye bizlere sormadan! Zaten aslında içeriden bir şeyler alma zahmetinden de bizleri kurtardılar, çünkü taşınma ile birlikte, başta piyanolarımız olmak üzere, bütün eğitim araç ve gereçlerimizi de kilit altına aldılar. Bu arada hemen taşınma günü eskiden bize ait olan katın girişine de bir nöbetçi masası yerleştirildi ve herhangi bir nedenle içeri girmek isteyen öğrencilere de kimlik sorulmaya başlandı. Gerekçe : “İçeride Parti’nin arşivi var!”

Bir daha oraya dönemeyeceğimizi o gün anlamıştım. Sanırım öğrencilerimin en azından bir bölümü de anlamıştı, çünkü içlerinden gelecek yıl eğitimlerini sürdürmek için başka kurumlar aramaya başlayanlar oldu.

Bir Atölye kurma fikri, o sıralarda kafamda şekillenmeye başladı. Çünkü ben, akademiden kapı dışarı edilmemizden çok önce, kurulalı beş yıl olmuş olan NHA’sinde artık bazı yeniden yapılandırma çalışmalarının gerekli olduğunu görmüş ve TKP yetkililerinin de bilgiler ve onayları dahilinde bu çalışmalara başlamıştım. Hatta bu çalışmalarımdan ötürü o yetkililerden şöyle bir övgü de almıştım: “Yeniden yapılandırma ihtiyacı daha önce de ortaya atılmıştı. Ama elini bunun için taşın altına koyan çıkmadı! Size çok teşekkür ederiz!”

Yeniden yapılandırma çalışmaların konusunda öğrencilerimi hep bilgilendirdiğim için, onlara şöyle bir müjde vermekte de sakınca görmemiştim : “Önümüzdeki yıl sizlerle farklı bir akademide çalışacağız!”

Yani, onlara bir söz vermiştim. Bu söze rağmen yersiz yurtsuz kalmaları karşısında hareketsiz kalamazdım.

“Benimle bir Atölye’nin çatısı altında çalışmaya var mısınız?” dedim.

Büyük çoğunluğundan: “Sizinleyiz!” yanıtı geldi.

İşte ACKA, böyle kuruldu.

29 Eylül Pazartesi günü yaptığımız değerlendirme toplantımıza bütün üyeler tam kadro katıldılar. Yüzlerinde artık herhangi bir tedirginlik izi değil, fakat çatısını kendilerinin inşa ettikleri bir kurumda, ÖZGÜR bir atölyede bulunmanın, o kuruma, her şeyden önemlisi de artık KENDİLERİNE güvenmenin tanımlanabilmesi olanaksız huzuru vardı.

Özgürdüler, çünkü bulundukları atölyenin tümüyle kendilerine ait olduğunu, orada kimsenin dışarıdan bir buyruk veremeyeceğini, ‘yoldaş’ sözcüğünü ağızlarından düşürmezken aslında kendilerine sadece ‘yandaş’ arayanların bu atölyenin kapısına bile yaklaşamayacağını anlamaları için dört haftalık bir imece, yeterli olmuştu.

Özgürdüler, çünkü bulundukları atölye bütün üretimlerine açıktı.

Ve nihayet kendilerine güvenmekte çok haklıydılar, çünkü yapmak istediklerinin hepsi konusunda bütün insiyatif kendilerindeydi.

Konuşurlarken, köşeme çekilmiş, onları izliyordum.

Hepsi, ama hepsi artık birer BEN olarak konuşuyorlardı. Bencilliğe odaklanmış bir ‘ben’ ile ilintisiz, sadece artık BİREY kimliklerinden kaynaklanan güvenle ve güçle konuşuyorlardı. Konuşabiliyorlardı. Çünkü BİREY olabilmelerinin önündeki tüm engeller kaldırılmıştı.

Bir dahaki yazımda, ACKA’nın Ekim ayında başlayacak yeni çalışma dönemi hakkında bilgi vereceğim.