31 Mart, 1 Mayıs ve anti-faşist mücadele

31 Mart’ın ardından 1 Mayıs’ın daha kitlesel ve coşkulu geçeceği tahmin ediliyordu, öyle oldu. Kalabalıkların ötesinde yeni yüzler, alanlara küçük çocuklarıyla gelenler; hep temkinli davrananların, ince eleyip sık dokuyanların bile yeni bir motivasyon içinde görünmeleri, CHP’li belediye başkanlarının özel 1 Mayıs “aktivizmi”, vb. 

Bunlar iyi şeylerdir ve arkasında birtakım “tuzaklar” aramanın gereği yoktur.   

Ancak, 1 Mayıs geçmiştir ve artık gözler İstanbul seçiminin yenilenmesi ihtimali başta rejimin yeni hamlelerine çevrilmiştir. 

Bizce rejim şu sıralar karşısındaki gücün direngenliğini ve kararlılığını test etme durumundadır; tam bilememekte, kestirememektedir. İstanbul seçiminin yenilenmesi kararı, rejimin karşısındaki gücü test etmesi açısından bir araç işlevi görecektir. 

Konu buysa, en doğrusunun rejim karşıtlarının yenilenecek bir seçime katılmaması olacağı söylenebilir. Ne var ki 31 Mart’ta İstanbul’da AKP’yi yenilgiye uğratan başlıca güçlerin böyle bir karar verip arkasında durmaları pek mümkün görünmemektedir. “Daha büyük farkla kazanırız” güveninin dışında başka bir gerçek daha vardır: Rejim, İstanbul seçmeninin diyelim yüzde 48’inin katıldığı bir seçimin ertesinde “Bakın nasıl kazandık” diyebilecek tıynettedir. 

YSK’nin İstanbul seçimiyle ilgili kararı ne olursa olsun, şu test olayı geçerliliğini koruyacaktır. Yani, seçim yenilense de yenilenmese de rejim karşısındaki gücü test etmeye yönelik girişimlerine devam edecek, bu gücün zayıf noktalarına yüklenip parça koparmaya çalışacaktır.     

***

Bu işlerin zamanla nereye varabileceğini düşünürken dikkate alınması gereken önemli kimi noktalar olduğu kanısındayız. 

Örneğin, Türkiye’nin siyasal haritasında önemli bir değişiklik gerçekleşmiş, “merkez sağ” denilen mekân büyük ölçüde boşalmıştır. Bugün Türkiye’de sağın ana gövdesi “merkez” denilen yerden uzaklaşmış, bilinen “burjuva demokrasisi” ya da “temsili demokrasi” çerçevesinin dışına çıkarak geleneksel dincilikle geleneksel milliyetçiliğin harmanlandığı bir bileşim tutturmuştur. 

Daha önemlisi, bu bileşimin ideoloji ve siyaset açısından faşizan, tasavvur ettiği Türkiye açısından da neo-faşist bir düşünceyi ve pratiği temsil ediyor olmasıdır. Üstelik yüzde 30-35 civarında bir kitle-oy tabanına sahip olduğunu da görmek gerekir. 

Elbette tartışmaya açıktır; ama yukarıda söylenen bizce şu anlama gelmektedir: Türkiye’de yakın ve orta vadede “merkez sağ” denilebilecek bir yeniden oluşum görünmemektedir… Parti olarak AKP’nin, lider olarak da Erdoğan’ın geleceği ne olursa olsun, bunların temsil ettikleri siyaset artık Türkiye’de kalıcı bir mevziye yerleşmiştir… Türkiye’de 20. yüzyıl başından AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar dinci gericilik ve milliyetçilik adına birikmiş ne varsa hepsi bir arada şişeden çıkmıştır ve “merkez sağ” operasyonlarla yeniden o şişeye sokulması mümkün görünmemektedir… 

Ve nihayet, Gül, Davutoğlu, Babacan gibi isimlerle anılan “yeni oluşumların” AKP kadrolarına ve tabanına hitap ederek, sadece o kesime yönelerek, şişeden çıkan cini yeniden oraya sokması bize pek mümkün görünmemektedir.      

***

Şimdi yeniden 1 Mayıs’a dönelim… 

Yazının başında 1 Mayıs’a ilişkin olarak söylenenler belirli bir gerçekliğe karşılık düşüyorsa, rejime karşı olanların izlemeleri gereken ana (temel, başat ya da her neyse) siyasal çizginin anti-faşist mücadele ekseninde olması gerekir. 

“Malumun ilamı” gibi görünebilir, ama pek öyle değildir. 

Çünkü “Ya anti-emperyalizm” diye soranlar çıkacaktır… 

Saray’a, AKP’ye, giderek MHP’ye ve kemik sağın envaiçeşit unsuruna “anti-emperyalizm” adına hayırhah bakanlar, “kitlelere jeopolitikle gitmeyi” düşünenler vardır; ayrı yerdedirler ve geçiyoruz. Ancak, bu kesimle en küçük bir merbutiyeti bile olmayanların anti-emperyalizmi her şeyin başına yerleştirmek yerine ana eksen olarak anti-faşist mücadeleyle birlikte ele almaları bizce doğru siyaset açısından kritik önemdedir.   

Özetin özetini söyleyip öyle bağlayalım: 

Türkiye’nin bugünkü koşullarında solun, sosyalizmin güçlenmesi ve kitleselleşmesi, demokrasi ve “demokratikleşme”, giderek “ikili iktidar” ve devrim süreci olmak üzere akla ne gelirse hepsinin önünü açacak olan anti-faşist mücadeledir. 

“Bugünkü koşullarda” dedik, ama bu koşulların köklü biçimde değişeceğini pek sanmıyoruz.