28-29-30 ve 31 Mayıs ve de 1 Haziran sabahı

Nâzım'da Şubat ayıydı sanırım, program tartışması yapıyoruz. 
Bir arkadaşımız, kentsel dönüşüm meselesini ele alalım diyor. Bir süredir, Taksim üzerine düşünüyor, konuşuyoruz. Liberallerle sosyalistler arasında Gezi Parkı konusunda bir didişme var. Ayrı platformlar kurulmuş. Bu meselenin çok sayıda insanın gündemine girmiş olması ilginç geliyor. 
Neyse...
Nâzım'da bu temayla bir program yapıyoruz. 
Mayıs'a kadar birkaç kez daha şehir planlamacı, mühendis arkadaşlarla bir araya geliyoruz. Beyoğlu-Beşiktaş civarında görev yapan arkadaşlarımız ve dostlarımızla meselenin önemini konuşuyoruz ancak nasıl müdahale edeceğimiz konusunda henüz anlaşabilmiş değiliz. Gruplar arasında taraflaşma önemli mi, değil mi, tam kestiremiyorum. 
 
Mayıs'ın son günlerine kadar, Emek Sineması direnişine sahne oluyor Beyoğlu... İşgal... Münferiden katılan arkadaşlar var, durumu anlatıyorlar.
 
Sonra 1 Mayıs. 
Kararımız Kadıköy. Sahnenin ve programın hazırlanmasında görevliyim. Fena olmayan bir kalabalıkla Kadıköy mitingini yapıyoruz. Kürsüden Taksim'de yaşanan müdahaleyi kınıyoruz. Kulağımız Taksim'de... Taksim'de yaşanan polis şiddeti büyük öfkeye neden oluyor.
 
Birkaç gün sonra Denizler anması. 
5 Mayıs'ta öğrencilerin Taksim'de yürüyüşü var.
Oradayım...
Polisi yıkıp geçiyor arkadaşlar. Taksim'e çıkıyoruz.
Taksim'e girişin etkisi büyük oluyor. Özgüven geliyor herkese...
 
Ve Reyhanlı...
Katliam, öfke, çöken Suriye politikası...
 
20 Mayıs. 
Yine Nâzım... Bir sanatçı dostumuzla ateşli bir konuşma yapıyoruz. 
Büyük bir öfke birikti, diyoruz. Halkı sokağa çıkaralım, diyoruz. Bunun bir patlamaya dönüşmesi kaçınılmaz ama buna biz öncülük edelim, diyoruz. 
Plan yapıyoruz.
Hedefimiz Taksim'de en az 50 bin kişi yürütmek. 
Slogan olarak "Yeter ve Hayır" diyoruz. İçki yasağından, kentsel dönüşüm meselelerine, Suriye politikasından, kapatılan sahne ve salonlara kadar bir dizi başlığa "Yeter ve Hayır" diyeceğiz.
Sanatçılar ve aydınlar en önde olsun diyoruz. 
 
Birkaç gün sonra...
Gün boyu gazetedeyim. Gezi Parkı'ndan haberler geliyor. Geceden beri hareketlilik var... Nâzım'a geçince, "hadi" diyorum "Gezi'ye gidelim. Orada olmak lazım." 
Pek kimseyi ikna edemiyorum. Daha önceki planımız da suya düşmüş... Biraz sıkıntı, biraz heyecanla "ben gidiyorum" diyorum. 
Gezi'de çadırlar kurulmuş. Geceden beri orada olan insanlar var. 
Arkadaşları görüyorum. Genel kanı, meselenin büyümeyeceği yönünde. Emin olamıyorum. "Sanırım 'occupy' eylemlerinin bir benzerine tanık olacağız" diyorum. Kadıköy'den telefon geliyor. 
- "Ne yapalım?"
- "Burada olmak gerek."
- "Peki organizasyon yapıyoruz."
Katılım artıyor. Geç saatte ayrılıyorum. Belli sayıda arkadaşı bırakıyoruz. 
 
Sabaha karşı "Park'a müdahale oldu" telefonuyla uyanıyorum. 
Akşama Nâzım'dan ses sitemi, sahne vs. getiriyoruz, desteği büyütüyoruz.
Kalabalık artıyor. 
Parti bir yürüyüşle katılıyor. En öne bandoyu koyuyoruz. "Sloganları bandoyla atalım, klasik bir eylem görüntüsünden çıkaralım" diyoruz. Park'a girişimiz güzel oluyor. 
Sanatçılar, aydınlar vs. katılım artıyor. 
Gece geç saatte yine kimi arkadaşlarımızı parkta bırakarak ayrılıyoruz. 
 
Yine sabaha karşı gelen bir telefon. Yine müdahale...
Öğleden sonra Gezi Parkı'ndayım. Anti-kapitalist Müslümanların dev bir pankartı. Sinirleniyoruz. Bir süre sonra, pankart önemsizleşiyor. Park tıklım tıklım. 
Gece biterken, işi nasıl büyütürüz, başka neler yaparız diye konuşuyoruz. Bir gün sonraya işler çıkıyor.
Her gece, iktidarın bu işi daha da büyütmeyeceği konusunda neredeyse emin olarak ayrılıyorum Park'tan...
 
Sabaha karşı yine telefon. Bu kez çadırlar yakılmış... Sabah eylem var. Yetişemiyorum. Eyleme müdahale olmuş. Öğlen Taksim Meydanı'nda açıklama var. Ağır müdahale oluyor. Kadıköy'e geçiyorum. 
 
Sosyal medyada yoğun bir trafik... Ülkenin gündemi Taksim...
Akşam çok büyük bir şey olacak. Belli...
Oğlanın bakıcıdan alınması gerekiyor. Eşimi arıyorum. "İşten erken çıkmam çok zor" diyor. "Çocuğu bir yakınımıza bırakacağım, Taksim'e gitmem gerek" diyorum. Üzerimi değiştiriyorum, bir el çantası alıyorum. Bir tür kamuflaj... Karaköy'den İstiklal'e çıkarken çantayı bırakıyorum.
 
İstiklal Caddesi, birkaç ay önce izlediğim Sefiller müzikalinden bir sahneyi hatırlatıyor. 
Barikatlar... Gazlar, ses bombaları... Binlerce insan... Binler onbinler oluyor...
 
Fransız Konsolosluğu'na en yakın noktadayız. Saatler geçiyor. Üstüm sırılsıklam. Üstüm Talcidli sudan bembeyaz...
Her düştüğümde bir yoldaş eli kaldırıyor. Her gazın ardından bir dost eli talcid sıkıyor. 
Öndeyiz... Evden telefon geliyor. "İzliyorum, az polis görünüyor, yüklenseniz yıkarsınız..." Yüklenmeye çalışıyoruz, olmuyor. 
 
Biraz yorulmuşuz...
Tam o sırada, arkadan binlerce kişi büyük bir gürültüyle geliyor.
Marş ne demekmiş, o zaman anlıyorum. 
Marşın kitleleri buluşturması, güç vermesi, düşmanına korku vermesi ne demekmiş, o zaman anlıyorum.
"Dağ başını duman almış" diye yürüyor binlerce kişi.
Bir kez daha yükleniyoruz, olmuyor.
 
Etrafımda, "ne yapıyoruz" soruları... Küfür edesim geliyor, etmiyorum. Ne yaptığımızı bir kelimeyle anlatıyorum. "Direniyoruz!"
"Bu hayatta yaşadığım en muhteşem gün" diyor bir başkası... Taksim'in çevresinde olanları anlatıyor. Türkiye'nin başka yerlerinde yaşananları...
Tam anlayamıyorum. 
Sağ bacağıma ses bombası isabet ediyor. 
Sağır oldum sanıyorum. 
Bacağım kötü durumda...
Gece 1 suları, eve geçiyorum. 
 
Özge (eşim); "ben çıkıyorum" diyor. 
Bir saat sonra telefon açıyor. "Köprüye gidiyoruz..." İnanamıyorum.
Televizyonda penguen belgeseli. Bilgisayardan Türkiye'yi izliyorum. 
Köprü fotoğrafı düşüyor, internete...
Hayatımda ilk defa mutluluktan ağlıyorum. 
Bütün yaşamımı adadığım şeyin, doğrulandığı hissi sarıyor benliğimi... "Haklıyız" diyorum, sürekli bunu tekrarlıyorum... 
 
"Bir dönem kapandı" diyorum, "biz kapattık..."
 
-----------
 
Not: Yüzbinlerce kişisel hikayeden bir tanesi...