2016’da 'dünyanın hali' üzerine

Aralık sonundayız; “dünyanın ve memleketin halleri” üzerinde yıllık ve kuşbakışı bilançoların zamanı geldi.

Ben de bugün bu işi, siyaset üzerine odaklanarak ve “dünya” ile başlatmak istiyorum. 

Emperyalist sistemin merkezi, “metropol” ile başlayalım. Farklı coğrafyaları, öğeleri ile “çevre” üzerinde ileride durabiliriz. 

2016, bana kalırsa, merkez sağ ve sol siyasetin ülke yönetimlerini denetleme güçlerinin ciddi boyutta aşınma yılıdır. Nedeni, halk sınıflarının, kapitalizmin küreselleşmeci ve neoliberal” uygulamalarına, bunların sonuçlarına tepkileridir.

KURULU DÜZENİN GÜHAN KEÇİSİ: POPÜLİZM...

Özünde anti-kapitalist olan bu tepkinin, iki kanala yöneldiği gözleniyor: Neo-faşist renkler de taşıyan aşırı sağ ve geleneksel sosyalist akımların izlerini de içeren  sol muhalefet… 

Büyük sermayenin sözcüleri, örneğin Economist, New York Times, Wall Street Journal, Financial Times; ayrıca burjuva sosyal bilim çevreleri ve düşünce merkezleri, küreselleşmeye ve neoliberalizme muhalif akımları (bazen “sağ” ve “sol” ayrımlarını da ekleyerek) popülizm yaftası altında birleştiriyorlar.

Bu kullanımıyla popülizm, yanıltıcı, küçültücü (“pejoratif”)  bir terimdir. “Halk dalkavukluğu” çağrıştırmasını bilinçli olarak hedeflemektedir. Sınıflara ayrışmamış, renksiz bir “halk” kalabalığının siyasetteki ağırlığının (“maalesef”) iktidara taşınması popülizm anlamına gelir. Farklı bir ifadeyle, sağduyuya, akla, “bilime”  aykırı reçeteleri, politikaları savunarak, kullanarak  iktidara gelen, iktidarı koruyan akımlar, kişiler, partiler “popülist” olarak nitelendirilir.

Popülizmin böyle tanımlanması, bu açıdan eleştirisi, “genel-geçer doğruları, gerekli  politikaları bilen, dahası bunların tekeline sahip seçkinlerin varlığı” kabul edilirse geçerlidir. Bilimin çok-sesliliğini, eleştirel düşünüşü, sosyo-ekonomik seçeneklerin çeşitliliğini reddeden bir “kibir”; açık bir anti-demokratik sapma söz konusudur. 

Bu anti-popülist söylem, böylece sermayenin, emperyalizmin halk sınıfları üzerindeki sınırsız tahakkümünün bir aracı olur.

Kapitalizmin 20’nci yüzyıl deneyimleri, emekçi ve egemen sınıflar arasında bölüşüm ilişkilerine dönük “örtülü sözleşmelere”, düzenlemelere tanık olmuştur. Bu tür deneyimler,  sermayenin sınırsız tahakkümünü frenlediği için ehvendir. Bunların “popülizm” diye küçümsenmesi, bu yargıyı değiştirmez.  

Merkez siyasetin dışında gelişen, iktidara yönelen akımları, içeriklerine bakarak ve mümkünse geleneksel terminolojiyle incelemek daha anlamlı olacaktır.

HALK MUHALEFETİ AŞIRI SAĞA MI EMANET? 

Aşırı sağın siyasette ağırlık kazanmasına örnek olarak Britanya referandumunun Brexit ile sonuçlanması ve ABD’de Donald Trump’un başkan seçilmesi gösteriliyor.

Örnekler daha fazladır. Fransa’da, Hollanda’da aşırı sağ partiler  kamuoyu yoklamalarında ilk sıralarda yer alıyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminde Avusturya tam ortadan ikiye ayrıldı. Aşırı sağın ilk seçimlerde iktidara (veya iktidar ortaklığına) aday olduğu ülkelerin sayısı artmaktadır. Doğu Avrupa’da ise, anti-komünist saplantılarla beslenen şoven-milliyetçi, aşırı-tutucu  iktidarlar yaygındır.

Buralarda aşırı sağ, eşitsizliğe, işsizliğe, refah devletinin aşınmasına karşı oluşan halk muhalefetinin sözcülüğünü üstlendi. Kitle tabanları, geleneksel, mavi yakalı işçi sınıfına ve bu sınıfın işsizliğe mahkûm gençlerine dayanmaktadır. 

Marine Le Pen neoliberalizme, Trump küreselleşmeye saldırırken sol eleştirilerden bolca yararlandı. Ancak, hepsinde göçmen karşıtlığına verilen öncelik, iktidara oynayan Batı sağ siyasetinin ve Doğu Avrupa sağcılığının belirleyici özelliğidir.  

Sanayi üretiminin ve teknolojinin öncü ve dev şirketleri, üretim merkezlerini çoktan ucuz emek merkezlerine taşımıştır. Bu sermaye çevrelerinin, ülke içinde göçmen ve ucuz işgücüne  gereksinimleri azalmıştır. Sermaye hareketlerinin “özgürlüğü” korundukça, Batılı işçi sınıfının göçmen-karşıtı taleplerine ödün verilebilir. Trump, şimdiden, bu türden bir uzlaşı arayışı içindedir. 

Aşırı sağ, böylece, işçi sınıfının iç bölünmelerini tetikleyerek, “yerli” işçi sınıfını ırkçılığa körükleyerek halk muhalefetini siyasete taşır. Bu özellikleri ile de neo-faşizmle akrabadır. 

GÜNEY AVRUPA'DA SINIF MUHALEFETİNİ SOL ÜSTLENİYOR... 

Güney Avrupa’ya (Yunanistan’a, Portekiz’e, İspanya’ya, İtalya’ya) baktığımızda AB emperyalizmine karşı halk muhalefeti, geleneksel sosyalizmin izlerini de taşıyan sol akımlar tarafından temsil edilmektedir. Ancak, hata yapmayalım: Bu muhalefet, sistem-dışı, anti-kapitalist bir söylemle değil; Avro Bölgesi’nin neoliberal, kemer sıkmacı politikalarına karşı çıkan, “reformist” bir gündemle sınırlıdır. 

Tartışmalı örnek İtalya’dır. Komünist kökenlerini külliyen reddetmiş olan dönek Demokrat Parti (DP)’nin sağcı başbakanı Renzi, “anayasa reformu”na kalkıştı. Önerdiği referandum yüzde 60’lık bir oyçokluğuyla reddedildi. 

Renzi reformuna iki sağ parti de (Kuzey Ligi ve Forza Italia) karşı çıkmıştı; ama muhalefet platformunu onlar temsil etmedi. Sonuç da İtalya sağının  zaferi değildir. 

Cinzia Arruzza ve Leonardo Mazzei hatırlatmaktadır ki (Jacobin, 5 Aralık, Defend Democracy,  22 Kasım) Renzi’nin değiştirmek istediği 1948 Anayasası, İtalya’daki anti-faşist direnmeyi temsil eden Komünist, Hristiyan-Demokrat ve Sosyalist partilerin uzlaşma eseridir. AB patronları ve büyük sermayesi tarafından desteklenen Renzi’nin “reform paketi”, bu anayasanın içerdiği demokratik, eşitlikçi kalıntıların tasfiyesini hedeflemekteydi. 

İtalya solunun, sosyalizminin, komünizminin  tüm ana akımları,  işçi sendikaları konfederasyonu (CGIL); DP’nin sol kanadı, IV. Enternasyonal’in İtalya seksiyonu, Marksist çevreler  bu nedenle referanduma “hayır” kampanyasıyla katıldılar. Siyasî partiler içinde en güçlü muhalefet, 5 Yıldız Hareketi  tarafından örgütlendi. Bu partinin, aşırı-sağ akımlarla akrabalığı yoktur. Seçmen tabanında sol eğilimlerin ağır bastığı  gözlenmektedir. 

2016’da Batı’daki halk muhalefetini siyasete soldan taşıyan üç Güney Avrupa örneği daha var. 2015’te Almanya’nın baskılarına ve Avrupa Merkez Bankası’nın şantajına Yunan halkının karşı çıktığı; Syriza’nın ise bu iradeye ihanet ederek teslim olduğu malumdur. Bu yenilgiyi sonrasında direnme nöbetini Portekiz ve İspanya solu devralmış görünmektedir. Bu iki ülkenin komünist partileri, İspanya’da Podemos’la, Portekiz’de Sol Blok ve Sosyalist Parti ile birlikte AB’nin neoliberal yobazlığına karşı halk muhalefetini temsil etmektedir.

ANGLO-SAKSON DÜNYASINDA SOLUN CANLANMASI 

Güney Avrupa’da ayakta duran; halk muhalefetine sahip çıkan “sol ittifak” hareketlerinin ABD ve İngiltere’deki paralelleri Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn olarak görülebilir. 

İkisi de kendi ülkelerindeki sol gelenek ile köprü kurarak başarı sağladı. Bernie Sanders 

Demokrat Parti’den başkan adaylığını, sosyalist kimliğini açıkça savunarak  koydu. Dahası da var: 20. yüzyılın başlarının Amerikan Sosyalist Partisi’nin ve ünlü lideri Eugene Debs’in mirasını sahiplendi. 

Erken havlu atması bekleniyordu. ABD siyasetinin yerleşik, tutucu, anti-sosyalist geleneğine açıkça meydan okuyan platformu ile ön seçimlerde 13 milyonu aşkın oy aldı. Kurulu düzeni temsil eden Clinton’u sonuna kadar zorladı. (1920 Başkanlık seçiminde sosyalist aday Eugene Debs’in aldığı oy ise 900.000’in biraz üstündeydi.) 

Jeremy Corbyn ise son temsilcisi Michael Foot olan Britanya İşçi Partisi’nin geleneksel sol platformunu savunarak ve çok güçlü bir taban hareketi ile partisinin liderliğine seçildi. Blair’in “New Labour” yaftası altında  İşçi Partisi’ni sürüklediği neoliberal programa, Ortadoğu’daki emperyalist saldırganlığa, özelleştirmeci programlara, refah devletinin aşınmasına açıkça karşı çıktı. Blair’ci kanadın karşı saldırısını yenilgiye uğrattı, yenilenen liderlik seçimini bir kez daha kazandı. 

Hem Güney Avrupa solunun, hem de Sanders ve Corbyn örnekleri, ülkelerinin tarihsel deneyimleri içinde değerlendirilmelidir. Maksimalist devrimci programların ölçütleriyle karşılaştırmak 2016’da yanıltıcı olabilir. Sosyal demokrasinin, liberal solun sermayeye tam teslimiyetine, ülke özellikleri içinde  ne derecede karşı çıktıkları önemlidir. 

Güney Avrupa’nın güçlü komünist, sosyalist, devrimci mirası, reel sosyalizmin yıkıntı şokunu atlatamamıştır. Yine de sola dönük yeni hareketlerde aynı tarihsel mirasın izleri yer almaktadır. 

İngiltere ve ABD’de ise tarihsel sol tasfiyeye uğramıştı. “New Labour”, Britanya’da İşçi Partisi ile Muhafazakârlar arasındaki farka son vermişti. ABD’de Sosyalist Parti tarihe karışmış; Demokrat Parti’nin Roosevelt tarafından temsil edilen “sol” –ABD terminolojisinde “liberal”– kanadı, büyük sermaye, Wall Street ile bütünleşmişti. 

Corbyn ve Sanders, kendi toplumlarının emekçi tabanlarında, tarihsel sol mirasın hâlâ var olduğunu gösterdiler. Böylece, halk sınıflarının sermaye tahakkümüne –neoliberalizme, küreselleşmeye– karşı tepkilerinin doğal yörüngesinin sol, sosyalist siyaset olduğunu ortaya koydular.

KAPİTALİZMİN  GELECEĞİ VAR MI? 

2016’da halk sınıflarının iki kanala yönelen tepkileri, bence göstermiştir ki, bugünkü biçimiyle kapitalizmin geleceği yoktur.

Üstelik, uluslararası sermayenin ve  büyük burjuvazinin 2007’de başlayan dünya krizine tepkileri de ortaya koymuştur ki, kapitalizmin bir sistem olarak kendisini yenileme, dönüştürme yetenekleri de tükenmektedir.

Uzun dönemli tarihsel eğilimlerin bilgesi Immanuel Wallerstein de aynı olgulara bakarak kapitalizm tükenmiştir teşhisine ulaşıyor. Ancak ekliyor ki, arkasından neyin geleceği bugünden öngörülemez; her şey “dünya solu”nun  bu dönüşüm içinde izleyeceği çizgilere bağlıdır. Eşitlikçi, adil, özgürlükçü bir dünya, ancak dünya solu tarafından gerçekleştirilebilir. (Örneğin bk.  15 Eylül ve 1 Ekim 2016 tarihli  açık mektupları.) 

“Dünya solu” devre dışı kalırsa, gelecek, bugünkünden daha karanlık olacaktır; toplumsal ve doğal olarak bir çürüme senaryosu gündeme gelecektir.

Bugünkü kapitalizm, soldan kaynaklanan, aslında tümüyle ılımlı, reformist  halk muhalefetine bile ödün vermemekte ısrarcıdır. Almanya’nın öncülüğünde Syriza iktidarının teslimiyete zorlanması tipik örnektir. 

Buna karşılık, sisteme egemen olan güçler, kapitalizm tarihinin en gerici, faşizan öğelerini barındıran aşırı sağ seçeneklerle uzlaşma arayışları içine bugünden girmektedir. Kapitalizmin yenilenme potansiyelinin tükendiğini bu saptama da göstermektedir. 

Farklı kanallara dağılmış olan “dünya solu” toparlanabilir mi? Bu teşhisten ders alırsa reformist değil, devrimci mirasına dönmeyi becerebilir mi? 

Beceremezse, sözünü ettiğim kapsamlı çürümenin işbirlikçisi olacaktır; o kadar…