2 Temmuz: Çekirge bir zıplar…

2 Temmuzların bende yeri başkadır…

Bir anı deryası ki, her 2 Temmuz’da alıp başını gider…

Önce çekirgeye dair,

Çekirgenin şeysi…

Hani bir tümce vardır Türkçemizde, “çekirge bir sıçrar…” la başlar. Doğu Asya halkları da kullanırmış yazılanlara bakılırsa.

Bir yerlerde okumuştum çekirge hikâyesini; dilimize yerleşmesi bir müneccimbaşı meseliyle ilgiliydi. Padişah saray müneccimini, baş müneccim tayin edecek. Kapalı avucunu göstererek, sana son bir soru demiş. Ne var avucumun içinde. O güne değin her sallaması tutan müneccim, kan ter içinde. Çıkışı olmayan yalanlarının sonuna geldiğini hissederek inlemiş. Çekirge bir sıçrar, iki sıçrar… Hayretle gözleri açılan padişah, tastamam bre kulum, oldun gitti, diye avucunu açıvermiş. Bir çekirge sıçrayıp gitmiş.

Yani hayatı yakalamanın pamuk ipliğine bağlı bir deyişi olarak, bu tümce dilimize de yerleşmiş…

İlk sıçrama…

Bir Afganistan macerasıyla hayata başladığımın hikâyesidir ilk sıçramam.

Afgan devrimcileri, İngiliz sömürgesi olmaya karşı 1919 da başkaldırmıştır. Tıpkı Kurtuluş Savaşının düğümünü Mustafa Kemal’in 1919 da açtığı gibi. Her iki ülke, buyurgan işbirlikçi yönetimlerine ve istilacılarına karşı, Sovyet Rusya’nın desteği ile zafere ulaşmıştır.

Büyük Millet Meclisi temsilcileri, 1920 nin sonlarında Moskova’ya giderler. Sovyet desteğine ve siyaseten tanınmaya ihtiyaç vardır. Afgan direnişçileri de aynı tarihlerde orada bulunmaktadır. Önce Afganistan, henüz kurulmamış Türkiye’yi, Türkiye’de Afganistan’ı tanır. 16 Mart 1921 de Sovyetler, Büyük Millet Meclisi hükümetini Moskova antlaşması ile tanır. Afgan ve Türk anlaşmaları da bu antlaşmanın başlangıç parçaları sayılır. Savaş sonrası Türkiye, Afganistan’a askeri, iktisadi destek olur.  Askeri destek 1970’lere değin oraya gönderilen Türk subaylarınca, Afgan subayların ve ordusunun eğitimi bağlamında sürer gider.

1950’lerin sonlarına doğru, babam İzmir’de bir askeri kimyahanede çalışan mühendis bir subaydır ve anlattığım hikâyeye uygun, yani o anlaşmaların bir parçası olarak, bir gün Afganistan’a tayini çıkar. İki yıllık bu göreve, hep beraber gitme kararını verir anamla, babam, kız kardeşim dâhil.

Gitmek için pasaport gerek. O tarihlerde pasaportun çıktığı sadece bir merkez vardır. O da Ankara’dır. Babam kalkar, Ankara’ya varır ve pasaport müracaatı yapar. Gidecek subay kafilesi ve aileleri bir hayli yekûndur. Toplamda elliden fazla kişiden oluşur. Pasaportlar İzmir’e vardığında görülür ki kayıtlara soyadımız “Abacıoğlu” yerine  “Arabacıoğlu” yazılmış.

İlk kafile ile gidemeyiz. Babam üzgün, arkadaşlarını Esenboğa’dan yolcular. Ertesi sabah, gazetelere bir manşet düşer. Afganistan’a uçan kafilenin uçağı Hindikuş dağlarına çarpar ve hepsi ölürler. Sonra kurtulan aile diye eve gazeteciler dolar. Birkaç ay sonra, başkent Kabil’e, “Abacıoğlu” pasaportlarımızla uçabilmenin dayanılmaz hafifliği ve kaderiyle yalnız başımıza yollara düşeriz.

Bu hatırladığım birinci sıçramamdır…

İkinci sıçrama, 2 Temmuz…  

1993’ün Temmuz öncesidir. Günlerden bir gün Ankara Eczacı Odasının Başkanı Akın Çubukçu telefon eder. Pir Sultan Şenliklerinden ve bir anma toplantısından bahseder. Akın, adam gibi bir adamdır. Bir bilimcidir, örgütçüdür, arkadaş, dost ve yoldaştır. Ve Akın Sivaslıdır. Daha öncelerden Sivas’a gitmek üzere bana bir de sözü vardır. Şimdi dengi dengine düşmüş ve baba ocağına giderken, beni de bu şölene katmak ister.

Aydın Çubukçu’nun da ağabeyidir Akın. O sıralar Aydın mahpushaneden yeni çıkmıştır. Siyaseten on sekiz yıldır damda yatarken kitaplar yazmıştır. Programa göre, Sivas’ta, bu şenlikte konuşma yapacak, biz de katılan yazar, şair, sanatçılarla beraber kalacak ve doyumsuz bir kültür dostluğunun çatısını beraber çatacağızdır, hesapça.

Nasıl da heyecan yükü olur bu bana. Nasıl da bir mutluluktur bu düşünülmüş olmak. İçten teşekkür ve kabullerimle günler sayılmaya başlar.

İşin bir de başka perdesi vardır. Fakülteden iki öğrencim, bu şenliğe katılacak ve semah döneceklerdir. Huriye Özkan ve İnci Türk’tür adları. Huriye’nin kız kardeşi Yeşim’de semah sanatçıları arasındadır. Huriye ve İnci fakülteyi henüz bitirmiştir. Çıkış belgelerini almadan hemen önce, mezuniyetlerini de kutlayacaklardır Sivas ellerinde. Onlarla konuşuruz. Pek sevinirler, bir hocaları da Sivas’a onları seyretmeye gelecek diye.

Gitmeye kısa bir zaman kala, Çubukçuların cenahında bir sayrılık çıkar. Akın yeniden beni arar. Sözüm söz, ancak Aydın katılamayacak, artık başka sefere der bana. Üzülmedim desem yalan olur. Ne ki çare yoktur…

Sonra, sonrası, Madımak katliamının üstünden geçen yirmi yedi sene…

Bu beni derinden sarsan ikinci sıçramamdır…

İnsanın canı kurtulur da gidemediğine bu denli üzülür mü(?); şimdi grileşmiş anılarımdan geriye kalanlarda…

Otuz yedi beden yanar Madımağın alevlerinde…

İkisi Madımağı ateşe verenlerdir, düşerken kendi cehennem ateşlerine…

İkisi otel çalışanıdır; talihsizliklerinin kurbanı…

Otuz üçü, ölülerimizdir bizim, geleceğe ışık olan

Devran döner…

2013 yılının, Haziran günlerine varırız…

Haziranda ölmek zordur. Haziran yiğitleri bir bir düşerken. Haziran da bitmez günler, Temmuz, Ağustos Haziranlarını da yaşarız, yaz sıcaklarında…

Ve bir Perşembe yazısında 4 Temmuz’da aşağıdaki şiiri yazarım…

AN GELİR…

                     Madımağın ve direnişin genç şehitlerine...

An gelir, hayat koşmaya başlar...
An gelir, dönüp baktıkların, ufukta kaybolur...
Ve an gelir, önünde hala yığılırcasına yapacakların...
Sonra an gelir ki, ardında artık kalmamış zamanlar vaktidir şimdi uçup giden,

Oysa daha her şey ne denli tazedir ki, bir bilsen...
Yasemin kokuları eksilmez, bir çocukluk zamanının bahçelerinden...
Hala bir esintidedir işte...
Kuytuluklarda, anamızın pişirdiği çorba kokusudur bazen hayat...
Şimdi hepsi silikleşmiş fotoğraflar...
Öncelerin siyah beyazı; oysa hepsi rengi kaçmış yıllar...

Sonra bakarsın ki üstüne bir yirmi sene saymışsındır...
Kocaman bir yumruk gelir, boğazını tıkanır...
Kurumuş gözpınarları bir kez daha ıslanıverir kimseye göstermeden...
Kimseye göstermeden ve hatta kendine bile,
Kafanı çevirirsin, artık aynalar görmesin diye...
Oysa unutmak mümkün mü?

Madımak tarihi bu, belleğimize kazınmış bir kez,
Aman da aman...
Hiç akıldan çıkmıyor işte...
Ve ölülerimizi bile...
Her gün daha da öldüren...
Hain seslerin insana düşman kahkaları bir kez daha kahreder...

Sonra bakarsın ki, kahrımızın direnci daha da kabarmış...
An olur
Sonuna gelirsin...
Rüzgâr tarar saçının her telini...
An olur!
Yeniden başlarsın
Alevler sarar bütün bedenini...

İşte bu yıl Madımak tarihi...
Her yer Direniş, her yer Taksime...
Her yer Taksim, her yer Kızılay’a yazılıyor...
Ve ben de yazdım işte, kendi tarihimin içinden…
Bir kez daha Sivas şehitlerine seslenirken...

İnci kızım; Huriye kızım...
Siz yakıldığınızda doğanlara anlattım
Bu yıl hikâyenizi...
Tanımazsınız, fakültenin şimdilerde ki gençlerinden birisi...
Dekanlığa dilekçe yazmış adlarınız amfilere konsun diye...

Bir kez daha bu yıl; yine boynum bükük...
Hikâyenizi anlattım ey otuz üçler; ey otuz beşler...
Neredeyse hepiniz daha çocuktunuz...
Gençliğinizin ilkbaharlarıydı çıralar gibi yandığınızda...
Ve yanınızda yoktuk, o alevler saçlarınızı sardığında...

Bir eflatun ölüm olmalı,
Öyle olmasını istiyorum...
Öyle düşlüyorum, ezginin günlüğünde ki gibi...
Sonra son resimlere bir daha bakıyorum...
Sonra arda kalan, yağlı kara bir is ve kömür lekesi...

Ne çare ki ve ne iyi ki...
Cellatlarınızın bile yok edemediği...
Belleklere kazılı bir hürriyet kokusu kaldı sizlerden geri...

Seni, seni yakanı, biliyor musun İnci;
Hala en çok gözlerinde ki son ışıktan korkuyor...
Azrail’in senden korkuyor...
Sen hep oradan ve öylece durup bir ışık seli gibi bakıyorsun Azraillerinin gözleri içine...
Ve bir korku sarıyor Azrail hatırladıkça o anı...

Huriye, kızıl alevlerden giydiğin son elbise...
Bu sene Taksim’de başka güzel bir bedende
Kuşandı seni; kuşandı sen olarak,
Bakarken, gaz sıkan polisin gözünün içine...
Polis korkuyor, incecik ve narin bir bedenden
Korkuları yakıyor, polisin kendi bedenini...

Korkusuz ve nümayişsiz
Sizler...
Dururken yamacında kurtuluşun...
Bütün özgürlük savaşçıları...
Kuytuluklar vaktidir şimdi...
Taksimin, direnişin...
Madımağın bütün güzel ölüleri...
Güller uykusundasınız...
Sevda türkülerindesiniz
Ülkemin devrimci oğulları, kızları...
Bütün Deniz’leri...
Yüreklerimiz sizi unutur mu?..

An gelir...
Devran döner...
An olur
Sonuna gelirsin...
Rüzgâr tarar saçının her telini...
An olur!
Yeniden başlarsın
Alevler sarar bütün bedenini...
Sonra bayrak bayrak
Memleketin kurtuluşu olursun...