1 Mayıs’a giderken 28 Nisan tarihini sakın unutmayın!

28 Nisanlar olmasın demenin yolu, kitlesel, sermaye sınıfını titreten 1 Mayıslardan geçiyor…

Türkiye için özellikle önemli üç tarihi günden geçerek 1 Mayıs’a giriyoruz. 23 Nisan, 24 Nisan ve 28 Nisan… Büyük acıların günü 24 Nisan bu yazının konusu değil, ancak çocuk işçiliğin giderek olağan hale geldiği, yüzbinlerce kız çocuğunun zorla evlendirildiği, bir o kadar çocuğun evde, işyerinde (bir çocuk için işyeri demek bile utanç verici) cinsel istismara uğradığı Türkiye’de 23 Nisan çok önemli. Ve tam 1 Mayıs’a girerken bir tarih daha:

28 Nisan İş Cinayetlerinde Hayatını Kaybedenleri ANMA ve YAS Günü

Peki neden 28 Nisan? Önce şu verilere bir bakalım:

AKP döneminde 30 bin evet OTUZ BİN’den fazla işçi yaşamını iş cinayetlerinde yitirdi. Bunun kat be kat fazlası ise kayıtlara bir türlü düşmeyen meslek hastalıklarından kaynaklanıyor. Çocuk, göçmen işçi ölümleri sıradanlaşırken, pandemiyle birlikte çalışma koşulları zorlaşırken, inşaatlar, madenler insan öğütürken 28 Nisan istemesek de kendisini anımsatıyor. DİSK BİSAM araştırması, Türkiye işçi sınıfının görece en iyi koşullarda çalışan, örgütlü kesiminde bile her 6 işçiden birisinin işle ilgili bir hastalığa maruz kaldığını söylüyor.

Dünyada her 15 saniyede bir işçi yaşamını yitiriyor. Yine her 15 saniyede 151 işe bağlı yaralanma raporlanıyor. Yine her 15 saniyede 76 işe bağlı hastalık raporlanıyor. Dünya Çalışma Örgütü verilerine göre dünyada yılda 2,3 milyon işçi ölüyor, bunların büyük bir kısmı işe bağlı hastalıklar (meslek hastalıkları) sonucunda yaşamını yitiriyor. Her yıl 317 milyon işe bağlı yaralanma, 160 milyon işe bağlı hastalık yaşanıyor. Kısacası kapitalizm tüm dünyada işçileri kitlesel olarak öldürüyor, hasta ediyor.

Ama bu veriler böyle bir günün gerekçesini açıklasa da, neden 28 Nisan sorusunun yanıtını daha vermedik. Bunun için 1914 yılına gitmek gerekiyor. Düşünün o yıl ABD Endüstriyel İlişkiler Komisyonu (çalışma yaşamı komisyonu olarak anlayabiliriz) raporuna göre, iş cinayetlerinde 35 bin kişi yaşamını yitirirken, 700 bin kişi yaralanmış. Ancak “işveren”lerin en ufak bir tazminat ödeme yükümlülüğü dahi yok! Cezai anlamda ise zaten hiçbir sorumlulukları bulunmuyor Anglo-Sakson hukuk sistemine göre. Yukarıda sözü edilen komisyon tarafından yürütülen bir soruşturma pek çok şeyi net bir şekilde gözler önüne serer. Komisyon üyesi Harris Weinstock ile Colorado’da Rockefeller’lar tarafından kontrol edilen bir kömür madeninin genel müdürü John Osgood arasındaki diyalog oldukça çarpıcıdır:

“Weinstock: Eğer bir işçi yaşamını yitirirse, mağdurun bakmakla yükümlü olduklarına her halükârda tazminat verilir değil mi?

Osgood: Zorunlu değildir. Bazı durumlarda verilebilir bazı durumlarda verilmez.

Weinstock: Ömür boyu kalıcı sakatlık geçirdiğinde herhangi bir tazminat var mıdır?

Osgood: Hayır efendim, yoktur…

Weinstock: Yani, tüm yük doğrudan işçilerin omuzlarındadır.

Osgood: Evet efendim. 

Weinstock: Sanayi (madencilik sektörü) hiçbirinin yükümlülüğünü üstlenmez mi?

Osgood:  Hayır, hiçbirinin yükümlülüğünü üstlenmez. “ (Zin, 2005; 305)

İşte böyle bir çalışma yaşamının olduğu yıllarda, 28 Nisan 1914'te Kanada’da ilk defa kapsamlı bir tazminat yasası çıktı, bununla bir anlamda "iş kazaları"ndaki “işveren sorumluluğu” hukuken tescil edildi. Ancak 1984 yılına kadar 28 Nisan tarihi pek gündemimize girmiyordu. 1984 yılından itibaren sırasıyla aşağıdaki gelişmeler yaşandı:

-1984'te Kanada Kamu Çalışanları Sendikası inisiyatifiyle 28 Nisan, önce sendika bazında yas günü olarak hayata geçirildi.

-1 yıl sonra Kanada Sendikalar Konfederasyonu 28 Nisan'ı tek taraflı olarak "Ulusal Yas Günü" ilan etti.

-Kanada sendikalarının 7 defa yas ve anma günü etkinlikleri düzenlemesinden sonra, 1991'de Kanada devleti 28 Nisan'ı resmi yas günü ilan etti.

-1989'da ABD'de, 1992'de İngiltere'de 28 Nisan resmi yas günü ilan edildi.

-Bu tarihten sonra pek çok ülkede, genellikle sendikaların önderliğinde 28 Nisan, parlamentolarda da kabul görerek resmi anma ve yas günü oldu.

-2001'de Dünya Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), 28 Nisan'ı "Dünya Çalışma Güvenliği ve Sağlığı Günü" ilan etti.

-2002 yılında ILO Birleşmiş Milletler tarafından bu tarihin resmen bir anma günü olması için teklifte bulundu.

-Şu an 100’ü aşkın ülkede, resmi olmasa da bugün farklı isimlerle de olsa ana tema olarak “iş cinayetlerinde yaşamını yitirenleri anma günü olarak kutlanıyor

HUKUK SİSTEMİNİN EVRİMİ

Bir üst yapı kurumu olarak hukuk sınıf mücadelelerinden bağımsız düşünülemez. 28 Nisan 1914 tarihinde sermayedarların sonunda tazminat yükümlülüğüne sahip olabileceği gibi bize şu an oldukça sıradan, olağan gelen bir hukuksal sorumluluk için bile yıllarca mücadele etmek gerekmiştir. Örneğin o yıllarda ABD, Kanada, Britanya, Avustralya gibi Commonwealth ülkelerinde ve pek çok ülkede “işçi-işveren” ilişkisi bireysel iş akitlerine dayanmaktadır. Sözgelimi eğer bir işçi sözleşmesi sona ermeden işten ayrılırsa, o güne kadar aldığı tüm maaşları da vermek zorundadır. Ama bir yüklenici, işi bitmeden sözleşmeyi feshederse, o güne kadar yaptıklarının parasını alabilir. Keza herhangi bir sözleşmeyi imzalayan işçi, o işyerindeki tüm riskleri kabul etmiş sayılır ve herhangi bir iş kazası sonucunda tazminata hak kazanmaz. Sistem öyle bir oturtulmuştur ki, işçi sınıfının tüm hakları yok sayılırken, tamamen serbest bir pazar ekonomisinin önü açılmıştır. ABD tarihine, daha doğrusu ABD’de hukuk sisteminin oluşumuna bakıldığında, tam anlamıyla burjuva hukukunun nasıl bir mantıkla evrildiğini görmek mümkündür. 20. yüzyıla kadar işçi sağlığı ve iş güvenliğini düzenleyen herhangi bir yasadan söz etmek mümkün değildir. O yıllarda, yalandan dahi olsa işçilerin sağlık ve güvenliklerini sağlayan herhangi bir yasa veya yasal düzenleme bulunmamaktadır. Örneğin 1860 yılında bir kış günü, içinde çoğu kadın 900 kişinin olduğu Pemberton Mill çökmüş, 145 kişi yaşamını yitirmiştir. İçeride, binanın kaldıramayacağı kadar ağır makinalar bulunmaktadır ve binanın statik sistemi yükü kaldıramayıp yıkılmıştır. Bu inşaat mühendisi tarafından bilinmesine karşın, mahkeme herhangi bir suç unsuru bulmamıştır (Zin, 2005; 239).

Eğer kapitalizmin doğuşundan bugüne vahşi kapitalizm, sosyalizmin varlığıyla birlikte refah devleti dönemi ve neo-liberal saldırı dönemi şeklinde dönemselleştirme yaparsak, birinci dönem olarak tanımladığımız yukarıda da örneklerini verdiğimiz tarihlerde, iş kazaları sonucunda işçilerin hak kazandığı tazminatlar da işin doğrusu mücadeleler sonucu kazanıldığını görürüz. Kazaların tazmini meselesine baktığımızda özellikle Anglosakson-Sakson hukukunun gelişimini takip etmek, sermaye düzeninin dünya ölçeğindeki verdiği ödünleri veya aynı anlama gelmek üzere işçi sınıfının kazanımlarını takip etmek anlamına da gelecektir. 19. yüzyılın sonlarında iş kazalarından doğan yaralanmaların tazmini meselesi gelişkin kapitalist ülkeler tarafından tartışılmaya başlamıştır (başlamak zorunda kalmıştır). Büyük Britanya’nın “İşveren Borçları (Sorumlulukları) Yasası (1880) daha önce örneklerini verdiğimiz işverenin içtihatlara dayalı “common law” (örf ve adet hukuku olarak da anılabilir) uyarınca sorumluluktan kaçmasını biraz da olsa sınırlandırmıştır. İngiltere 1887 yılında bireysel işverenlerin kazalardaki sorumluluklarını düzenleyen ek bir yasal düzenlemeyi uygulamaya koymuş ancak herhangi bir tazminat/sigorta sistemi yürürlüğe girmemiştir. 1884 ve 1886 yılları arasında Almanya’da Bismarck hükümeti zorunlu ve işçilerin kusursuz olmaları halinde tazminata hak kazanmalarını sağlayan bir sigorta sistemini yürürlüğe koymuş, bu sistem kolektif olarak tüm sermaye kesimince üstlenilmiştir. Bu dönemde ABD ve Yeni Zelanda’da da yasalar yürürlüğe girmeye başlamıştır (Barnetson, 2010; 36). Ardından Ekim Devrimi ve bunun kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerine ve dolayısıyla hukuksal kazanımlara yansıması görülür. Daha ayrıntıya girmeden burada kesip, başka bir yazıya bırakalım ve yine yirminci yüzyılın başına dönelim.

  1. YÜZYILIN BAŞINDAN GÖRÜNTÜLER

Şair Edvin Markham, 1907 yılında Cosmopolitan dergisinde, çalışma koşullarını resmederken şunları söyler:

“…havasız odalar, anneler ve babalar gece gündüz sürekli dikiş diker, çocuklar onların yanında oyun oynar... Çocukların yüzleri soluk, sırtları baş ve omuzlarıyla taşıdıkları ağır yükler altında çökmüş, kasları tamamen gerilmiştir...” New York’ta o yıllarda beş yüzden fazla tekstil fabrikası bulunmaktadır. O zamanın çalışma koşulları şu şekilde resmedilmektedir: “... tehlike arzeden kırık medivenler... pencereler çok az ve çok kirli... ahşap zemin yılda bir kez silinir... çok az ışık vardır ama gaz lambaları gece gündüz yanar... pis ve kötü kokulu lavabolar karanlık bir koridordadır... temiz içme suyu yoktur... fareler ve hamam böcekleri her yerdedir... kış ayları boyunca soğuktan, yazları ise sıcaktan acı çekeriz.. Bu hastalık yuvası deliklerde erkek ve kadınlar haftada 70-80 saat çalışırlar, Cumartesi ve Pazar dahil... Cumartesi günü öğleden sonra ‘eğer Pazar gelmezseniz, Pazartesi de gelmenize gerek yoktur’ diye sürekli söylenir.” (Zin, 2005; 302-303)

O yıllarda tekstil sektöründe yalnızca emek sömürüsü değil, aynı zamanda cinsiyetçi ayrımcılık da inanılmaz boyutlardadır. Kazançları erkeklerden düşük olan ve bu son derece doğal karşılanan kadın emekçiler, taciz, küfür ve sindirme politikalarından da nasibini almakta, ergenlik dönemleri pis, rutubetli ortamlarda geçmektedir. Massachusetts, Lawrence’da “Ekmek ve Güller” grevi olarak anılan (Çünkü grevci kadın işçilerin afişlere yazıverdiği slogan unutulmamıştır: ‘Biz Ekmek ve Gül İstiyoruz!’) direnişte kadın işçilerin rolü oldukça fazla olmuştur. Nasıl olmasın, artık canlarına tak etmişti:

“İşçilerin yarıdan fazlası 14-18 yaşları arasındaki kadınlardan oluşuyordu. İşleri çok ağırdı, kazançları ise utanç vericiydi. Kadınlar doğurmalarına birkaç saat kalıncaya kadar makinelerin başında çalışırlar, hatta kimi zaman çocuklarını, fabrikalarda, dokuma tezgahlarının arasında dünyaya getirirlerdi.” (Mason, 2009: 179)

ABD’de hızla büyüyen sanayi üretimi, işçi sınıfını nicelik ve nitelik açısından yeni bir evreye taşırken, fabrikalardaki çalışma koşulları çok da fazla değişmemektedir. Kitlesel bir katliama bir başka örnek 25 Mart 1911 yılında Triangle Shirtwaist şirketinde yaşanır. Sekizinci, dokuzuncu ve onuncu katlara doğru paçavra istiflerinden bir yangın başlar. Ancak yangın merdivenleri yalnızca yedinci kata kadar ulaşmaktadır. Ama New York’ta neredeyse 500 bin işçi günlerinin büyük bir kısmını (yaklaşık 12 saatten fazla), yedinci katın üzerinde geçirmektedir. Kanunlar fabrika kapılarının dışarıya doğru açılması gerektiğini belirtirken, Triangle Shirtwaist şirketinde içeriye doğru açılmaktadır. Keza kanunlar çalışma saatleri içinde kapıların kilitli olamayacağını söylerken, aynı şirkette işçileri içeride tutmak için kapılar hep kilitlidir. Tamamen kapana kısılmış bir durumda genç kadın işçiler tezgahlarında yanmış, çıkış kapısında ezilmiş veya asansör/merdiven boşluklarına düşerek yaşamlarını yitirmişlerdir. New York World gazetesi şunları yazar:

“…çığlık atan kadınlar ve erkekler, kızlar ve oğlanlar pencere pervazlarına çıkmışlar bir kısmı kendisini aşağıya caddeye atıyor. Yanan elbiseleriyle sıçrıyorlar. Bazı kızların saçları, atlarlarken alev alıyor. Kaldırımlarda küt sesi, küt sesi duyuluyor. Tanıklar, ölen kızların birbirine sarılmış ve yanmış cesetlerini görüyor…”

Yangın sona erdiğinde 146 işçi yanmış veya ezilmişti. Broadway sokaklarında 100 bin işçi ölen işçiler anısına büyük bir yürüyüş yapmıştır.

Emperyalist ABD’nin halklara karşı işlediği suçları çoğumuz bilmekle birlikte, kendi halkına karşı işlediği suçlar konusunda bilgisizizdir. Aynı yıllarda, pek çok yangın, pek çok kaza, pek çok meslek hastalığı işçi sınıfının adı konmamış bir savaş olarak canlarını alır. 1904 yılında 27 bin işçi çalışırken yaşamını yitirir. Sadece bir yıl içinde New York’taki fabrikalarda 50 bin iş kazası gerçekleşir. Şapka, kasket işçileri solunum yolu hastalıklarına maruz kalır, taş-maden ocağı işçileri ölümcül kimyasallar solur, baskı işçileri arsenikten zehirlenir. New York Fabrika Teftiş Komisyonu 1912 yılında şunları rapor etmektedir:

"Sadie akıllı, tertipli ve temiz bir kızdır ve nakış fabrikalarından bonservis aldığından beri çalışmaktadır. İşinde, delikler açılmış tasarımların üzerine fırçayla beyaz tebeşir veya talk pudrası sürer ve oradan da kumaşların üzerine geçirir. Ancak talk pudrası veya tebeşir kullanıldığında tasarım kolaylıkla silinebildiğinden dolayı son işvereni reçineyle karıştırılmış beyaz kurşun tozu kullanılmasına karar verir. Bu hem işi daha ucuzlaştırmış, hem de yeniden baskı yapılacağı zaman tasarımın üzerindeki tozların silinmesini önlemiştir. Kızlardan hiçbiri ne tozdaki değişimin ne de kullanım sırasındaki tehlikelerinin farkındadır. Her zaman sağlıklı, güçlü, iştahı yerinde ve yüzü kanlı canlı olan Sadie yemek yiyememeye başlar. Elleri ve ayakları kabarır, bir elini kullanamaz hale gelir, dişleri ve diş etleri mavileşir. İşi bırakıp, aylarca mide rahatsızlığından tedavi gördükten sonra doktoru hastaneye gitmesini önerir. Oradaki tetkikler kurşun zehirlenmesine maruz kaldığını ortaya koyar." (Zin, 2005; 304)

Keza otomotiv sektöründeki gelişmeler Kuzey Amerika’da iş kazalarının ve meslek hastalıklarının giderek artmasına yol açmıştı. Örneğin, Kanada’da 1925’te İşçi Sağlığı Bürosu 18 işçinin günde 1200 otomobili sprey boyayla boyadıklarını, daha önce ise 20 işçinin günde ancak 275 şasi boyayabildiklerini belirtmekte, bu artan “verimlilik” ile birlikte her sprey boya işçisinin bu yıllarla birlikte zehirlenme sürecinin başladığını bildirmektedir. Öte yandan hızlı sanayileşme başta İngiltere, Kuzey Amerika, Fransa ve Almanya olmak üzere pek çok ülkede örgütlü, bilinçli ve siyasallaşmış bir işçi sınıfının da doğuşunu beraberinde getirmiş, sosyalizmin kapitalizme alternatif olarak bu kesimlerde benimsenmesine de yol açmıştır. Sonucunda, hükümetlere dönük olarak, iş kazalarına maruz kalmış işçilerin talepleri doğrultusunda büyüyen bir baskı oluşmaya başlamış, ayrıca işçi sınıfının bu baskıları kapitalizmin ve kapitalistlerin sürekli azalan ve kötüleşen güvenilirliğini işaret etmiştir. Bu süreç, kısmen de olsa bazı yasal düzenlemelerle, sermayedarların işçi sağlığı ve iş güvenliği süreçlerindeki belirleyici rollerini sınırlandırmıştır. Bu düzenlemeler arasında çalışma saatlerini, ücretleri ve çocuk emeğini düzenleyen standartlar da yer almaktadır. Mücadele süreci sendika üyeliğini ve toplu sözleşme hakkını yasal hale getirmiştir. (Barnetson, 2010; 34). Ama altını çizmekte yarar var; işçilerin işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki talepleri hep geri plandadır ve kapitalizm ile sağlık-güvenlik arasındaki bağlantı her zaman kalın bir perdenin gerisinde kalmıştır.

Örneğin, bugün, Tuzla'da yaşanan iş cinayetlerinin benzerleri, bundan yaklaşık yüzyıl öncesinde ABD, İngiltere ve Avustralya'da da aynen yaşanmıştır. Dok ve gemi işlerinin ağır ve yoğun doğası, işi yetiştirmek için işçi simsarlarının sürekli bastırması, işçi ekiplerinin sürekli gidip gelmesinden kaynaklı istikrarsızlığın yarattığı organizasyon bozukluğu, iş proseslerine dönük dikkatsizlik ve ilgisizlik ve pek çok etken 20. yüzyılın başlarında dok-gemi işlerinde yüksek ölüm ve yaralanma oranları olmasının nedenleriydi. Dok ve gemi işçilerinin durumları yıllar geçtikçe pek değişmemişti, örneğin 1942 yılında 130 Avustralyalı dok işçisi üzerinde yapılan bir çalışma Büyük Bunalım'ın işçi sağlığı üzerine ne gibi etkileri olduğunu göstermek amacını taşıyordu. Çalışmayı gerçekleştiren McQuenn isimli doktor daha çok kendisini hasta sanan veya hastalık numarası yapan veya alkol yüzünden çalışamayan insanlar görmeyi umuyordu. Ancak karşılaştığı işçiler onu şaşırtmıştı, hemen hemen hepsi zamanından önce yaşlanmış ve çalıştıkları iş dolayısıyla ciddi şekilde sakatlanmış insanlardı. McQueen izlenimlerini şöyle aktarıyor:

“Kendilerinin bitip tükenmek bilmeyen düzensiz iş arayışları onları ve ailelerini, onlara en yıkıcı faturasını kesmiş olan yetersiz beslenmenin sınırında tutuyordu. Güvenceli bir iş bulduklarında, işi yitirmeme çabasıyla hummalı ve gerilimli çalışmanın onlara çok daha büyük bir bedeli vardı, zamanından önce yaşlanma ve fiziksel yıkım.” (Quinlan, Mayhew ve Bohle, 2001: 517-518)

SON SÖZ YERİNE: 28 NİSAN MI 1 MAYIS MI?

Son sözü söylemeden olmaz. Çünkü işçi sağlığı ve iş güvenliği hakkında bu kadar konuşulması, bir noktadan sonra biraz rahatsızlık veriyor, kuşku yaratıyor. Sağlıklı ve güvenli çalışma koşulları için gerekli önlemler, yasalar, yönetmelikler, standartlar üzerine çok şey söyleniyor, eğitimin ve işçilerin dikkatsizliğinin altı çiziliyor, en iyi niyetli tartışmalarda bile sorunun özü es geçiliyor. Örneğin haftada 60 saat çalışma olağan karşılanıyor, hafta sonu izninin ve yıllık izinlerin gaspı, güvencesiz, kuraldışı çalışma üzerine tartışmalar es geçiliyor.

28 Nisanlar olmasın demenin yolu, kitlesel, sermaye sınıfını titreten 1 Mayıslardan geçiyor…

Kaynaklar:

http://bcfed.ca/sites/default/files/attachments/History%20of%20the%20Day%20of%20Mourning.pdf

Zinn, H. (2005). A People’s History of the United States, 1492-Present, Harperpernennial Modern Classics, HarperCollins Pub, NY.

Quinlan, Mayhew and Bohle, (2001). “The Global Expansion of Precarious Employment, Work Disorganisation and Occupational Health: Placing the Debate in a Comparative Historical Context,” International Journal of Health Services 31(3) 507–536.

Barnetson, Bob, (2010). The political economy of workplace injury in Canada, AU Press, Athabasca University.

Mason Paul, (2009). Çalışarak Yaşamak ya da Savaşarak Ölmek-Küresel İşçi Sınıfı Nasıl Oluştu?, Yordam Kitap, İstanbul