Yüksek Fırınlar’dan Duisburg Treni’ne pek çok eseriyle 1970-80’lerde Almanya’nın en Türkiyeli kentlerinden Duisburg’u, Ruhr havzasını, yoksul emekçilerini ve Koca Ren’i yüreklere dokunarak anlatan devrimci öğretmenimiz sevgili Fakir Baykurt’u anarak…
Yurt dışında yaşayan ancak köklerinin olduğu ülkedeki siyasete milliyetçi veya mezhepçi pencereden bakan, hatta bunu memlekettekilerden çok daha keskin ve fanatik biçimde deneyimleyenlerin politik pratiğini 1990’larda Benedict Anderson “uzak mesafeden milliyetçilik” diye adlandırmıştı. ABD ve İngiltere’de yaşayıp da Hindistan’la yakından ilgilenen Hindular bu konudaki tipik örnekti. IŞİD’in 2014’te ilan ettiği halifelik ülkesinde koşanlar arasında Batı Avrupa ülkelerindeki Arap topluluklardan katılımın, kendi memleketlerinden çok daha yüksek olması da Anderson’un teşhis ettiği olgunun boyutlanarak sürdüğünü gösterdi.[i] Sözün özü, ileri kapitalist ülkelerde yaşayan pek çok diaspora topluluğu, 1990’lardan beri “memleket”lerinin politik gündemlerine ilişkin olarak yoğun bir sağ/reaksiyoner politik mobilizasyon içindedir.
Benzer bir eğilimi Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin de sergilediği rahatlıkla söylenebilir. Bu kesime uygun adlandırmanın, “uzaktan otoriter milliyetçi-muhafazakar radikalizm" olduğunu düşünüyorum. Bütün yetkilerin baskıcı bir şefin elinde toplanmasını yücelten ve milliyetçiliği memleket sevgisinin gereğiymiş gibi doğallaştıran; din, aile ve devlet gibi otoritelere bağlılıkla kurulan muhafazakarlığın da ideolojik mayasını oluşturduğu bir politik tutumdan bahsediyoruz. Bu tutumu mağdur-mazlum ama mağrur-dik duran-boyun eğmeyen bir öznenin öfkeli diliyle ortaya koymalarını, muhaliflere savurdukları tehditleri ve zaman zaman çeteleşmeleriyse radikalizmlerinin göstergesi sayabiliriz. Biz yine de akılda kalıcı olması için bu uzun adlandırma yerine, aynı anlama gelmek üzere “uzaktan reisçilik”i kullanalım.
Türk-İslamcı resmi ideolojinin ötekileştirdiği Aleviler, Kürtler ve siyasi sürgünler dışarıda tutulursa, Saray Rejimi’ni aktif bir seferberlik halinde destekleme tutumunun 2016-2019 arası yıllarda Türkiyeli diaspora içinde bir “ortak duyuya” dönüşecek ölçüde hegemonik olduğu söylenebilir. Söz konusu 5 yıllık dönemde -anılan muhalif kesimleri hesaba katmadığımızda- yüzde 80’leri aşan bir desteğe tekabül eden uzaktan reisçiliğin ivmesinin 2019 Yerel Seçimleri’nden beri belli ölçüde kırıldığı gözlense de bugün seçim olsa, Saray’ın Cumhur İttifakı’nın buralardaki oy oranının Türkiye’dekinden yüksek olacağı neredeyse kesindir.
Bu eğilimin köklendiği ideolojik-politik zeminin tarihini son 5-10 yıldan başlatamayacağımız gibi, bu topluluğun Almanya’daki sosyo-ekonomik yaşam koşullarıyla, maruz kaldığı kurumsal ve sistematik ayrımcılıkla yakından ilişkili biçimde Almanya ve Babavatan’la kurduğu maddi ve manevi bağlarla şekillendiğini de göz önünde bulundurmak gerekir. Bunların her biri ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, sonuncusuyla ilişkili şu soru bu yazının konusunu oluşturuyor: Bugün buralarda reisçilikle seferber olan kesimlerin Türkiye’yle ilişkilerinde bir değişim yaşandı mı, siyasi bir aktör olarak AKP/Erdoğan hükümetleri bu ilişkiyi nereden nereye taşıdı?
Son 60 yılda Almanya’da ve Türkiye’de pek çok şey değişti. Bu ülkede yaşamını sürdüren Türkiyelilerin hayatları da düşünce tarzları da değişti. Bu değişime ilişkin zaman çizelgesinde şu dönüm noktalarını işaretleyebiliriz: 1973 - İşgücü göçünün durdurulup, aile birleşimlerine izin verilmesi, 1980 - Askeri Darbe sonrası siyasi sürgünler, 1982-83 - Alman Devleti’nin “Geri Gönderme Kampanyası”, 1998 - Türk Devleti’nin “Gurbetçi” politikasında değişim, 2005 - Erdoğan’ın Köln’de AKP’nin Avrupa teşkilatı UETD’yi açması, 2016-15 Temmuz sonrası kutuplaşma ve reisçi rejim inşasının yansımaları. 1980’lerin başında yapılmış ve Türkiyeli göçmenlerin Babavatan’la ilişkisinin sorunlu yanlarına vurgu yapan etnografik bir araştırmanın çektiği fotoğrafla, bugün karşımızda duran ¨uzaktan reisçilik¨ fotoğrafını karşılaştıracağım.
BABAVATAN’A 1980’LERDEKİ İSYAN VE MESAFELENME
Werner Schiffuer’in aynı köyden Almanya’ya göç etmiş, 8 Türkiyeliyle 1977 ve 1983’te derinlemesine görüşme tekniğiyle yaptığı boylamsal araştırmanın sonucunda, bu kişiler arasında Babavatan’a karşı 1980’lerde bir isyanın söz konusu olduğu ortaya konur (1991: 80, 150, 220)[ii]. Her ne kadar, Avrupa merkezci ve modernist olmak gibi zaaflarla malül olsa da bu niteliksel araştırmada isyanın veya Türkiye’yle sorunlu ilişkinin iki dinamiğine ilişkin ortaya konan hususların belli ölçüde gerçekliğe tekabül ettiğini düşünüyorum. 1990’ların sonlarından beri söz konusu dinamiklere ilişkin yaşanan değişimlerin bugünkü Türkiye’yi ve Erdoğan’ı sahiplenme tutumuna zemin oluşturduğunu düşünüyorum.
Babavatan Türkiye’ye karşı Almanyalı Türkler arasındaki bu tepkiselliğin 1980’lerin başlarına denk gelmesi de tesadüf değildir. Söz konusu yıllar o zamana kadar kahir ekseriyeti dönerim diye düşünen topluluğun dönmek mi/kalmak mı hesaplaşmasını ilk defa -Alman siyasetçilerin dayatmasıyla- ciddi biçimde yaptığı bir dönemdir. Tepkiselliğin iki dinamiğinden birincisi, 20 yıldır halini, ahvalini doğru dürüst sormadan, sorunlarıyla ilgilenmeden, ona sürekli “paranı biriktir, bize gönder” diyen sevgisiz bir baba gibi davranmasıdır. Bu noktada eleştirel tutumun, söylemsel çerçevesini, “devasa fabrikaları ve düzenli, temiz sokaklarıyla gelişmiş Almanya’yla fakir-geri kalmış Türkiye”nin karşılaştırması oluşturur. Kendisini ırkçılık ve ayrımcılığa maruz bıraksa, en ağır işlerde en ucuza çalıştırsa da Almanya doydukları yerdir. Doğduğu yerse, kendisinden sadece Alman Markı bekleyen ama sorunlarında yanında olmayan, Alman Devleti’ne karşı suskun, hatta zaman zaman Alamancı diye kendisini ti’ye alan hayırsız babadır.
İkinci gerilim kaynağıysa Türkiye’deki 12 Eylül Askeri Darbesi sonrasında daha da baskıcı hale gelen otoriter laik devletin feci biçimde sürgün ettiği sol görüşlü insanlara hitap edemediği gibi, Hristiyan Alman toplumuyla etkileşim içinde Milli Görüş, Kaplancılar gibi İslamcı yapılara daha fazla yönelen, çoğunluğu Orta Anadolulu muhafazakar kesime de mesafeli bir tutum sergilemesidir. Bu dinamik de Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin önemli bir kısmını devlete ve ülkeye politik anlamda mesafeli kılıyordu. 1980’lerin sonları ve 1990’ların başlarında tırmanan ırkçı saldırganlığa karşı Alman solunun başını çektiği anti-faşist eylemlilik sürecine Türkiyeli topluluğun, özellikle de gençlerinin, kitlesel katılım göstermelerinde bahsettiğimiz tepkisel mesafeliliğin payı olsa gerektir. Demir Küçükaydın’dan duyduğum, söz konusu gençlerin önemli bir kısmının eylemlere, kıyafetlerinin üstüne küçük Türk bayrakları takarak katılmalarının Türkiyeli sol gruplarda alerji yarattığı için eylemlerde çokça tartışma yaşandığı anekdotunu da aktarmadan geçemeyeceğim.
GERİLİMLERİN ERDOĞAN İKTİDARIYLA ÇÖZÜLDÜĞÜ ALGISI
Her ne kadar, Türk devletinin toplulukla ilişkilerini düzeltme, sol demokrat kesimlerle barışma ve hizmetlerini geliştirme noktasında 28 Şubat sürecinden sonra yeni bir yönelime girdiği belirtilse de bahsettiğimiz iki sorun dinamiğinin AKP iktidarı döneminde çözüldüğü popüler bir kanıdır. Bu bakımdan Erdoğan, devleti gurbetçinin memlekete yollayacağı dövizi bekleyen konumdan çıkaran, ona yeni hizmetler sunan, Türkiye seçimleri için burada oy kullanabilme kolaylığı sağlayan, Türkiye’yi de yolları, köprüleri ve modern binalarıyla bayındır-gelişmiş bir ülke yapan lider imajına sahip. Bu zat aynı zamanda İslamcılığı iktidarlaştırarak, az çok devletleştirerek onların en az yüzde 30’unun 1980 ve ‘90’larda şekillenen İslami yönelimlerine de hitap etmiş oldu. Bu ikisi Almanya’daki aktif parti ve lobi çalışmalarıyla politik bir çerçeveye oturtulunca da uzaktan reisçiliğin taşları döşenmeye başladı. AKP Avrupa teşkilatının 2010’a doğru Milli Görüş’ü yutmasıyla, devlete hakim olduğu ölçüde DİTİB’i/camileri partinin sosyo-kültürel araçlarına dönüştürmesinin de bu süreçte önemli uğraklar olduğu anlaşılmaktadır.
Bununla birlikte, uzaktan reisçiliğin şekillenmesinde asıl belirleyici vektörlerin, Erdoğan’ın Gezi İsyanı’ndan (2013) başlayıp, Haziran-Kasım 2015 seçimlerinden geçip, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında doruğuna çıkan otoriterleşmeleşmesi ve siyasal ortamı faşizan dostlar-düşmanlar tasnifiyle kutuplaştırması olduğunun altını çizmek gerekir. Uzaktan reisçiliğin siyasi kadroları bu dönemde Türkiye-Almanya arasında hararetlenen siyasi gündemlere dair, reisleri gibi her zaman mağdur ama mağrur, hesap soran, öfkeli bir politik dil geliştirme yeteneği kazandılar. Onların en sık kullandığı argümanlar da Erdoğan’ın 60. yıl konuşmasında çizdiği çerçeveyi oluşturanların daha sıradan versiyonları gibidir: “Türkler Almanya’ya emekleriyle çok şey kattı. Buna karşılık bu ülkede sistematik bir ırkçılığa ve İslamofobiye maruz kaldı. Solingen’den NSU cinayetlerine çoğu saldırıyla ilgili tatmin edici kovuşturma yapılmadı. Türkiye Erdoğan/Reis sayesinde Avrupayla yarışır düzeyde geldi. Hatta, Almanlar bizim kadar hızlı biçimde ve büyük ölçekli havaalanları, köprüler yapamadıkları için Türkiye’yi kıskanıyor.”
Bu arada, sosyalistler de dahil, Türkiyeli siyasetçiler arasında, Almanya’da yaşayanların sorunlarını detaylı biçimde ortaya koyma noktasında Erdoğan kadar dersini çalışmış, onların hem Almanyalı hem “Türk” varoluşlarına hitap edebilen başka biri olmadığını da söylemek gerekiyor. Diğerleri kendilerinin Türkiye’yi nasıl düzeltecekleri ve memleketin “gurbetçi”lerden beklentileriyle sınırlı çerçevede konuşmaya devam ediyorlar. Sürgünlerin çekip çevirdiği sol öbeklerse, “Göçün 60. Yılı Vesilesiyle Nürnberg’de Yılmaz Güney’i Anma Gecesi” gibi işçi göçüyle gelmiş çoğu burada yaşamaya devam etme eğilimindeki topluluğa, bir an önce memleket kamusallığına dönme arzusundaki bir sürgünün kafasıyla yaklaşmak gibi absürtlüklerle Türkiyeli topluluktan ve hayattan ne kadar kopuk olduklarını döne döne gösteriyorlar.
BURAYA BASAN YENİ BİR SOSYALİST SİYASET
Almanya’da, Avrupa’da yaşayan Türkiyeli sosyalistler, burada evi, işi, çocukları varsa, kısa sürede döneceğini düşünmüyorlarsa, ayaklarını buraya basan yeni bir siyasete yönelmelidir. Bunun gereği, gelecek planlarıyla politik umutlarının çoğunu Türkiye’deki mücadeleye endekslemekten çıkmak, yüzlerini daha fazla bu topraklara, burada yürüyen sınıflar mücadelesine, emekçi-proleter sınıfların durumuna dönmektir. Belli muhalif kimlik gruplarıyla sınırlı güvenli kabuklarından çıkıp, -kendi içinde Türk/Kürt, Sünni/Alevi, İslamcı/seküler diye kutuplaşsa da- çoğunluğu ücret gelirleriyle geçinen, aynı sosyo-ekonomik koşullara tabi olan ve sırf ismi, saç rengi yüzünden “Kanaken/Türk” diye dışlananlara, özelde onların kutuplaşmadan en az etkilenen kadın ve gençlerini merkeze alan bir perpektifi olgunlaştırmaktır. Örneğin bir yıl içinde yüzde 80’i en az bir kere ırkçı saldırı veya ayrımcılığa uğradığını söyleyen gençlerin yenilikçi araçlar kullanıp, yeni bir politik söylem dili yakalamalarını teşvik ederek, bu kesimin öfkesi ve sıkışmışlığını ifade etmesini sağlayacak kanallar açmak, son yıllarda antifaşist ve ekolojist temelde ciddi bir dinamizm sergileyen Alman gençlik hareketiyle bütünleşmelerini hedeflemek anlamlıdır. Bunları layıkıyla yaptığımızda, birçok çelişkiyle sarmalanmış olsa da, 60 yıla sosyal-sınıfsal hakları için mücadeleden geri durmamış bir tarihi de sığdırmış olan bu topluluğun emekçi kesimlerini uzaktan sağ radikalizmlerin yörüngesinden çıkarıp, enternasyonal sosyal kurtuluş kavgasına kazanma şansımız olur.
[i] Selefi Müslümanlar dışındaki herkese karşı vahşetin türlü biçimlerini pornografik bir güç akümülatörüne dönüştürmüş, kadınları-çocukları köleleştirmeyi meşru gören ve kendilerini dünyayla cennet arası bir lâmekâna yerleştirmiş bu yüksek kaptagonlu fanatizme ne demeli bilmiyorum. Fakat onlara herhangi bir siyasetin uzak mesafeden yapılanı demek doğru olmaz. Global bir yok-mekanda arkaik değerlere yaslanıp, sürekli haplanıp, kurban ayinleri yaparak kendinden geçen, post-modern bir savaşçılar topluluğu oldukları söylenebilir. Kısa sürede, devlet şiddetiyle toplumsal hafızadan silindi belki ama bu köleci-eril-dinci faşistlere karşı Kobane’yi Stalingrad’a çevirerek direnen, sonra da on bine yakın kayıp verip, devletlerini ortadan kaldıran Rojavalılara bölge halkları ve insanlık o kadar çok şey borçlu ki…
[ii] Schiffauer, Werner (1991) Die Migranten aus Subay: Türken in Deutschland: Eine Ethnographie, Stuttgart: Ernst Klett Verlag.