Türkiye işçi sınıfı adı konmayan ama derinden yaşanan bir krizin ortasında bir de Covid-19 pandemisi ile imtihan ediliyor. Bu elbette tüm dünya emekçilerinin geçmek zorunda kaldıkları bir imtihan ama Türkiye işçi hareketinin en zayıf dönemlerinden birini yaşıyor olması, tıpkı hastalığın zayıf bünyelerde daha etkili olması gibi, buralarda çok daha derin etkiler yaratıyor. Pandeminin başlarında yaygınlaşan “evde kal” çağrısı sınıfsal ve sınıf içi bir ayrım çizgisi çekerek bu etkilerin dozunu ve derinliğini belirliyor. Evde kalabilenler üst ve orta sınıflar olurken; eve mahkum edilen işsizler, evde kalması istenmeyen, sokağa çıkma yasaklarında basit birer izinle fabrikalara emrivaki ile doldurulan işçiler; ilk anda kulağa hoş gelen evden çalışmanın yarattığı yeni sömürü biçimlerini deneyimleyen, ağırlıkla beyaz yaka emekçiler vb. Pandemi kapitalist toplumun sınıflı bir toplum olduğunu, her türlü deneyim gibi hastalık deneyiminin de sınıf temelinde ilerlediğini ısrarla bir kez daha anımsatıyor.
Ama mesele yalnızca karantina günlerinde değişen çalışma/çalışmama deneyimleri değil. Aynı zamanda emekçiler açısından güvencesizleşme sürecinin derinleşmesi de demek. Güvencesizleşme pekala proleterleşme de diyebiliriz. Emek gücünden başka sahip olduğu hiçbir şey olmadan işgücü piyasasına atılan proleterin piyasanın şiddeti karşısında giyindiği, giyinmeye çalıştığı her şeyin de üzerinden çekilip alınması ve giderek tümüyle çıplak kalması halini bir süreç olarak görmek gerekir. Neler giyinebilmiştir üzerine proleter? Sosyal sigorta yoluyla yaşlılığa, hastalığa, sakatlığa karşı güvence, işsizlik sigortasıyla işsizliğe karşı kısmi bir güvence, sendika üyesi olarak, toplu sözleşmeye dahil olarak kolektif bir güvence, iş yerinde uygulanması gereken yasa ve yönetmeliklerle, kurulması gereken komitelerle (disiplin, işçi sağlığı ve iş güvenliği vb.) güvence, ifade özgürlüğüyle, toplantı ve gösteri yürüyüş hakkıyla sağlanan dolaylı güvence vb. Günümüz Türkiye işçi sınıfı sayılan tüm bu göreli güvencelerden soyulmaktadır, bu anlamda da proleterleşme süreci derinleşmekte, giderek piyasa karşısında daha çıplak, daha savunmasız bir hal almaktadır.
Kuşkusuz bu bir doğal durum değildir. Sınıflar mücadelesinin diğer tarafının, yani sermaye sınıfının yaşadığı krizi aşmak için geliştirdiği stratejilerin sonucudur. Açık konuşmak gerekirse Türkiye sermayesi strateji geliştirme konusunda da hiç de başarısız değildir. Gelişmeleri öngörmek ve buna karşı politikalar geliştirmek, hedefler koyarak odaklanmak ve taleplerini yumuşak yöntemlerle kulis yaparak iletmekten, fiili zor yoluyla hayata geçirmeye kadar bir yelpazede stratejisini hayata geçirmeyi bilmektedir. Sermaye sınıfı Covid-19 pandemisini, krizle birlikte geliştirmeye başladığı stratejisini daha da geliştirmek, uygulamaya geçirmek için fırsat olarak değerlendirmiştir. Zaten buna zorunludur da. Küresel düzeydeki krizde yeni alanlar tutmak, maliyetleri düşürmek, alıcılar bulmak ya da ayakta kalabilmek için yeni emek rejimini inşa etmek ve derinleştirmek bir gerekliliktir ve yaşama geçirilmektedir. Bu hem yeni bir rejimdir hem de hiç yeni değildir aslında. Kapitalizmin rekabetçi döneminin bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar ilkesine dayalı, fabrikayı sermayedarın şahsi mülkü, kutsal dokunulmazı olarak kavrayan, devletin emek lehine müdahalesine kapalı iş yeri bu rejimin odağıdır. İngiltere’de fabrika yasalarının ortaya çıktığı 19. yüzyıl ortalarına kadar en ideal anlamıyla geçerli olmuştur.
Günümüz Türkiye’sinde giderek inşa edilen emek rejimi böyle bir rejim olma yolundadır. Evet bir çalışma mevzuatı vardır, sendikalar vardır, çalışma bakanlığı vardır vb. ama fiilen işyerleri kapatılmakta, ne yasaların ne de emek örgütlerinin girebildiği birer hapishaneye dönüşmektedir. Makro siyaset alanında yapılan otoriterleşme tespitlerini mikro düzeyde işyerlerinde hayata geçen bu otoriterleşmeden, sermayenin bu alandaki denetimsizlik arzusundan, Engels’in deyimiyle “işverenin mutlak yasa yapıcısı” olma halinden bağımsız düşünmek doğru olmayacaktır. Devletin otoriterleşmesi aynı zamanda onun giderek şirketleşmesi, sermaye karşısında göreli özerkliğinin azalması demekse -ki öyle olduğuna dair örnekler her gün görülmektedir- bu aynı zamanda devletin emek lehine müdahalesinin (sosyal politika) azalması, sermaye lehine müdahalesininse çoğalması demektir.
Pandemi tüm bu saydıklarımıza dair çok canlı örnekler ortaya koymuş, otoriterleşen emek rejimini görünür kılmış ve aynı zamanda onun inşasını hızlandırıcı bir etkene dönüşmüştür. Covid-19 pozitif vakaları saklayarak üretime devam eden, yasal dayanağı olmayan “kapalı sistem çalışma”yı icat ederek çalışma kampı düzeninde işçileri angarya biçimde çalıştıran, virüs tespit edilen işçilerini işten çıkartan, virüse karşı önlemlerin alınmasını isteyen işçileri tartaklayan, kapı önüne koyan patronların haberlerinin yaygınlık kazanması bu rejim inşasının görünümleridir. Ancak burada atlanmaması gereken nokta devletin, yukarıda da belirtildiği gibi, kapitalizmin Keynesçi, sosyal devletçi parantezinde oluşmuş işlevlerinden soyunarak doğrudan, bölüşüm ilişkilerinin hem birincil düzeyinde (iş yerinde sömürü) hem de ikincil düzeyinde sermaye lehine zor uygulayıcısı haline gelmesidir. İkincil paylaşım alanında İşsizlik Sigortası Fonu’nun bitmez tükenmez teşviklerle sermayenin kullanımına sunulması, işsizlerin yararlanma koşullarının ısrarla çok dar tutulması çarpıcı örneklerdir. Ama devletin proleterleşme sürecine doğrudan müdahalesi son yasal düzenlemelerle daha da belirginlik kazanmıştır. Ücretsiz izne çıkartılmış ve nakit desteğine hak kazanmış milyonlarca emekçi ayda yaklaşık 1200 TL gibi bir rakamla yetinmekle, tazminatından feragat ederek tümüyle işsiz kalmak arasında tercihe zorlanmıştır. Bu korkunç bir proleterleştirme hamlesi, sermayeye mutlak bir bağımlılık ilişkisi yaratma politikasıdır.
Otoriter emek rejimi karşısında mücadele aynı zamanda giderek bir yaşam hakkı mücadelesi halini de almaktadır, alacaktır. Pandemiden oransal olarak en yoğun etkilenenlerin emekçiler olduğuna dair birçok araştırma soncu elimizdedir. Aynı zamanda pandemi döneminin emekçiler için daha çok borçlanma süreci olduğu, gelir kaybına uğradıkları da görülmektedir. Bu durumda emek hareketi üç düzeyde inşa edilen emek rejimine karşı mücadelesini yükseltmek durumundadır. Örgütlü emek mutlaka işyerine girmelidir. Sendikal örgütlenme, dayanışma ağları, öncü kadrolar, teşhir mekanizmaları vb. yollarla bu mutlaka sağlanmak durumundadır. Sömürünün bu “kutsal” alanının kapalı bir kamp olarak tutulmasına izin verilmemelidir. İkincisi emeğin güvencesi olabilecek fonlar ve yasal uygulamalar ciddi bir mücadele ile savunulmalı, sahip çıkılmalı ve uygulamaya geçirilmeleri için güç yığılmalıdır. Kıdem tazminatından işsizlik sigortasına kadar bu gündemde yer bulan mevziler birleşik ve etkili bir mücadelenin konusu olmalıdır. Yakın zamanda İstanbul Sözleşmesi için toplumsal muhalefette görülen ortaklaşma, meşru mücadele cüreti, etkili medya kullanımı ve ortak eylemler vb. örnek olacak niteliktedir. Üçüncüsü emekçileri işyerinden yaşam alanlarına kadar kuşatacak, içine alacak dayanışma ağlarının önemi pandemi ile bir kez daha görülmüştür. Bunları zenginleştirmek ve geliştirmek de emek hareketi için güncel bir mesele olarak görülmelidir. Bu alanda el yordamıyla yapılanları, tarihimizdeki örneklerden de yararlanarak kooperatifler, dernekler, komiteler, sandıklar, dayanışma fonları, ağları vb. ile sistematik hale getirmek gereklidir. Tüm bunları yaparken artık yurttaşlık haklarıyla, birincil, temel insan haklarıyla ikincil haklar olarak nitelenen sosyal hakların birbirleriyle kopmaz biçimde bağlandığını, iç içe geçtiğini, günümüzde demokrasi mücadelesinin aynı zamanda bir emek mücadelesi olduğunu, emek mücadelesininse demokratik alanın genişlemesine gereksinim duyduğunu unutmamak gerekir.