Ekolojik krizi aşmaktan bahsedilince bundan böyle “hangisini?” diye sorarak başlamayı öneriyorum. Kapitalizmin kendi ekolojik krizi mi? Yoksa insan ve insan dışı doğanın içinde bulunduğu ve etkilendiği ekolojik krizi mi?
İkisine de sürekli büyüme hedefiyle, emeği sömürerek birikim yapan üretim modeli yani kapitalizm sebep oluyor ama bugüne değin bize anlatılan bütün çözümler, vaatler ilkini aşmaya yönelik. Hangisini aşmaktan bahsediyoruz ve hangisini önemsiyoruz bu konuda safları netleştirmeli. Şimdiye kadar yaşatılan “bilinçli bulanıklığa” bir son vermeli.
Dolayısıyla bu senaryo itibariyle, biraz da düzenin zokasını yutarak, ekolojik krizden bahsederken işçi sınıfını başa yazmak, işçi sınıfı teori ve pratiği açısından pek makbul bir tutum değil. Oysa bahsi geçen krize dair birazcık bile derinleşildiğinde durumun sınıf açısından sandığımızdan daha vahim olduğunu görmek kaçınılmaz. Kapitalizmin temsilcisi-taşıyıcısı devlet ve şirketlerin, işleyiş ve birikim süreçleri açısından bu krizi aşmak amacıyla çok çeşitli hamleler yaptığı ve bu işi ciddiye almaya başladığını söylemek abartı olmaz. Hiç kuşkusuz yine işçileri-emekçileri daha fazla sömürerek, çekinmeden mağdur ederek ve hayatlarını fazla uzak olmayan bir gelecekte daha fazla zorlayacak sonuçları beraberinde getirerek. Söz konusu hamleleri ise “çevreci” söylemler ile zirveler, anlaşmalar, etiketler, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla, iyi niyetli pek çok mücadele vereni de bu kulvardan koşturarak yapıyor... Ortada bu konuya dair mücadele eden işçi sınıfı pratiği olmadığından, sermayenin manipülasyon ve gürültüsünden başka bir ses çıkmadığından!
Kapitalizm, derinleşen krizini aşmak, sömürüyü, birikimi ve büyümeyi devamlı kılabilmek için kıvrak hareket etmeye çalışıyor. Bu tuzağa düşmemek, senaryoyu tersine çevirmek mümkün ancak daha da ötesi işçi sınıfı için bir “zorunluluk”.
Buraya kadar anlatılanlardan böyle bir krizin varlığına dair şüphe oluşmasın, kriz gerçek ve derin. Bütün veçheleriyle insan ve insan dışı doğayı etkiliyor. Altını çizelim; bu krizden en fazla etkilenecek kesimi, emeği aracılığıyla sömürülenler yani yaşama ve çalışma alanları göz önüne alındığında ekolojik olarak da en kırılgan kesim oluşturuyor. Başka bir ifadeyle; “doğayı ve kendi doğasını sömüren” düzende emeği aracılığıyla var olmaya çalışanlar: işçi sınıfı, emekçiler oluşturuyor. Onların evleri, parkları, dereleri, zeytinleri, bedenleri , sağlıkları ve gelecekleri yok oluyor en başta.
Kapitalizm cephesinden örneği, bir bütün olarak kömür ve petrole bağlı sanayi ve üretim kollarıyla, “yenilenebilir-temiz enerji” odaklı üretim kolları ve bağlı sektörler arasındaki çekişmede ve yeni pazar alanları kavgasında görebiliriz. Sözde işçi sınıfını temsil eden sendikaların da bu konuyla ilgili durumları ortada. Bugün sendikalar uluslar arası arenada yalnızca, kömür ve petrole dayalı sanayiden yenilenebilir enerji sektörüne geçişte yaşanacak olası işsizlik durumu için pazarlık yapmakla ilgileniyor.[1]
Her şeyin “yenilenebilir”, “A sınıfı”, “eko” mallar olarak pazarlanması, almış başını giden “sürdürülebilirlik” modası boşuna değil. Çeşitli ürünlerde işçilerin refah düzeyleri, çalışma koşulları ve çevreye saygıyı aynı ibarede[2] toplayıp reklamını yapan pazarlama mantığının bazılarımızda uyandırdığı kuşku da boşuna değil. Kapitalizm, savaşını duyarlılığımızı kullanarak derinleştiriyor. Parası olana “sürdürülebilir dünya vaadini” eşitsizliği derinleştirerek “pahalıdan” satıyor. Ekolojik krizden çıkışın bu sistemden de çıkış anlamına geldiğini bilenler bunu ustaca saklamak için elinden gelenin fazlasını yapıyor.
Türkiye’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kentsel dönüşümün “Sürdürülebilirlik Performanslı”[3] olmasına dair hamleleri de yine boşuna değil. Bakanlıklar, hükümet ve yandaşlarının eko inşaat malzemeleri başta olmak üzere yeşil pazar ile ilgili şirket yatırımlarına bakmak ve deşifre etmek gerekiyor. Öte yandan hükümetin Kuzey Ormanları’nı yok edip, bütün İstanbul’u yıkma hamleleriyle ne kadar karbon salındığını, bir taraftan sigarayı yasaklarken diğer taraftan yıkımlarla ne kadar asbest[4] soluduğumuzu – olası sonuçlarını henüz bilmiyoruz. Kanal İstanbul projesinin uygulanması halinde yaşanabilecekleri henüz tatmadık.
İster Harvey’in kapitalizme dair tahlilini yaptığı on yedi çelişkiden tehlikeli çelişkiler olarak sınıflandırdığı sermaye ve doğa ilişkisi diyelim, istersek de canı isteyince hepimizi aynı gemide olduğuna inandıran kapitalizm mahareti diyelim. Şimdi cevaplamamız gereken soru şu:
Kapitalizmin yarattığı ekolojik krizle gerçekten baş edebilecek, yüzleşmeye niyeti olabilecek bir toplumsal-iktisadi düzeni kurmak isteyenler, yaşanılası bir dünya mücadelesi verenler, sistemin devamlılığı için manipüle edilen toplumun farkında olmadan “çevreci”, “iyi” bir kapitalizm rüyasına ortak edilmesini yani –sınıfının kendi yok oluşunu- izleyecek mi?
[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Just_Transition
http://www.ourpowercampaign.org/campaign/
[2] Söz konusu ibareden yola çıkarak Fotoğrafçı Sebastiao Salgado’nun insanlara çalışma yaşamında neyin reva görüldüğünü anlattığı çalışması ile ilgili Emre Gürcanlı’nın yazısına bkz: http://ilerihaber.org/yazar/salgadonun-gor-dedigi-52171.html
[3] Sürdürülebilirlik performanslı kentsel dönüşüm hakkında yönetmelik taslağı için: http://www.csb.gov.tr/gm/altyapi/index.php?Sayfa=sayfa&Tur=webmenu&Id=36874
[4] http://www.arkitera.com/haber/12511/her-yikimda-halki-zehirliyorlar