“Sığınmacı sorunu”, faşizm ve kadın düşmanlığı
"Tacizci sığınmacı” vapurda gördüğü kadını Tiktokta zoomlayarak paylaşıyorsa, yerli ve milli olana mükemmel bir kalkan oluşturacak, kendilerini “öz yurdunda parya” hissedenleri erkeklik talimlerine davet edebilecek, “kendi ülkesinin öz sapığına hasret olanları” dile getirecektir.
Son günlerde sosyal medyada “sığınmacılar” ve taciz eylemleri konusunda önemli bir tartışma yürüyor. TikTok videolarıyla başlayıp siyasilerin söylemlerine uzanan bu konu sert bir kamplaşmaya doğru ilerliyor.
Bu yazıda kimi sorulara eşlik eden “sesli düşüncelerimi” ifade etmek istiyorum.
Önce temel bir soru. Bir toplumsal meseleye yalnızca toplumsal cinsiyet çatışmaları açısından, yalnızca “kadın sorunu” açısından bakmak meşru mudur? Yani bir toplumsal meselede kadınların yalnızca kendi öncelikleri, gündemleri, çekinceleri açısından yaklaşması doğru mudur?
Bana göre evet meşrudur. Kadınların politik özneliklerinden bahsediyorsak, bunu belli durumlarda yok saymak, teorik ve siyasi bir ihlaldir, özneliği iğdiş edecek bir istismara konu olur. Bu nedenle baktığımız her şeyde erkek egemenliğinin yapı ve öznesini görmemiz tutarlı ve meşru sayılmalıdır. Ve yine bu nedenle “sığınmacılar meselesine” kadın sorunu açısından bakmak son derece meşrudur.
Ne var ki bakışımızın bütünsel olması gerekir. Bu bütünselciliğin anlamı, kapsayıcılık, toplayıcılık, derleyicilik, kesişimselcilik değildir elbette.
Bu bütünsellik toplumsal, tarihsel ve sınıfsal bir bütünü işaret etmelidir. Zira erkek egemenliğinin tüm görüngüleri bu bütünde oluşur.
O halde sormaya devam edelim. Toplumsal bütünden bakılacaksa, sığınmacı sorunu nasıl oluşmuştur? Sorunun özünde hangi politik ilişkiler vardır?
Sır değil ama üzerinden atlanması vahim bir hatadır. Meselenin özü ve esası, AKP rejiminin, onunla birlikte yirmi yılı deviren sermaye düzeninin bölgedeki savaş politikalarıdır. Faili belli. Irak’a Suriye’ye Afganistan’a gözünü dikmiş Türk müteahhitleridir, savaş endüstrisi ve piyasasıdır. AB’nin geri kabul anlaşmasına ağzının suyu aka aka evet diyenler, savaşları destekleyenler, organize edenler, tırlarla şeriatçılara silah taşıyanlar, tüm tezkerelerde evet oyu kullananlardır.
Evet meselenin özü budur ama meselenin özü, onun bütünü anlamına gelmez.
Rejimin bölgede savaş suçlarıyla başlayan siyaseti, büyük kısmı “geçici koruma statülü” milyonlarca insanın, nüfusumuzun önemli bir parçasına (8’de ya da belki 10’da biri kadar) dönüşmesine yol açmıştır. Bu çok büyük bir demografik değişimdir. Bu nedenle ağırlığınca sorunlar baş göstermektedir. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, Rejim bölgede rol aldığı savaşları bizzat ülkeye taşımış, bunda çeşitli biçimlerde faydalar hesap eder olmuştur.
Bu faydalar saymakla bitmez.
Örneğin Ankara’da mobilya atölyesinde yanarak can veren beş Suriyeli işçi, Türkiye’nin tüm emekçilerine çizilen çizgiyi, nasıl da kolayca “kullanılıp atılabilir hayatlar” haline dönüştürüldüklerini göstermektedir. Ücret gaspıyla karşılaşan bir Afgan mülteci hakkını arayamadığında, artık tüm emekçiler kolayca hukuksuzluğa yeltenen patronlarla karşı karşıya gelecektir. Bu nedenle, daha da ucuzu için Bangladeş’ten işçi getirmeyi düşünen tekstil patronlarının yeni gözdesi artık göçmen Suriyeliler olmuştur.
Bir yerde köle gibi satılan mülteci kadınlar, kuma olarak “alınanlar” varsa tüm kadınların yaşamına çekilen sınır çizgisi bu olacaktır. Sınır kentlerde kız çocukları ikinci, üçüncü eş olarak alınıyorsa, birileri de “adet gören kız çocuğunda rıza vardır” deme cüretini daha fazla gösterecektir.
"Tacizci sığınmacı” vapurda gördüğü kadını Tiktokta zoomlayarak paylaşıyorsa, yerli ve milli olana mükemmel bir kalkan oluşturacak, kendilerini “öz yurdunda parya” hissedenleri erkeklik talimlerine davet edebilecek, “kendi ülkesinin öz sapığına hasret olanları” dile getirecektir.
Tüm bunlar etrafındaki seferberlik havası, İstanbul Sözleşmesi'ni de 6284 üzerindeki tehdidi de gündelik yaşamın dinselleştirilmesi ve erkek şiddetindeki cezasızlığı daha da paranteze alacaktır.
Bu hat içinde "odak kaybı" kaçınılmazdır.
Zira “Suriyeli sapık”, “Afgan saldırgan” gibi açık işaretlemelerdeki sorun, bunların yalnızca faşizan ifadeler olması değildir; cinsel saldırının tümüyle dekor bir konuya dönüşmesidir.
Daha kötüsü, kadın hareketimizin yıllar boyu edindiği mevzi, kadın düşmanlığına karşı tepki gündelik yaşamda örgütlenebilmişken, yaygın öfkenin adres değiştirmesi yıkım anlamına gelecektir.
Tüm bunlar mevcut krizle birleştirilirse, kimi tarihsel repertuarların hatırlanması mümkün hale geliyor: Öfkeli kitleler, düşman öteki, yeni pogromlar, “sığınmacı düşmanlığı üzerine kurulu bir faşizm”…
Ne var ki “Almanya’da da ‘Yahudi düşmanlığı’ bir ekonomik kriz üzerine binmişti, bugünün düşmanlığı da ‘ırksallaştırılmış göçmenlerdir’” demek, bütünü vasat bir tekerrüre indirgemek anlamına geliyor.
Uzmanları daha iyi bilir ama bence özgün toprağında da faşizm başarılı bir düşman-öteki söylemi üzerine, Yahudi düşmanlığı üzerine kurulmadı. Çok daha fazlası gerekliydi, mesela işçi sınıfına otarşik kalkınmanın, içe dönük bir refah ve tüketim ekonomisinin faydalarının sağlanması gibi.
İşte bu nedenle bugünkü krizi klasik faşizme bağlayan, bununla ilgili türlü benzeşmeleri kanıt olarak sunan tezlere ihtiyatla yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Eksik koşullara, yanlış analojilere rağmen odağını iç savaş tehlikesine kuran, “savunma” hattına çekilen, sınıf savaşını asgari noktaya çeken yaklaşımlar, yani iktidar perspektif ve iddiasından yoksun yaklaşımlar mevziyi yanlış yere kurmaktadır.
Özellikle 2015 Haziran’ından beri fasılalarla odağını faşizm ve iç savaş riskine bina edenlerin, bir de “sığınmacı sorunu” üzerinden tezlerini yenilemeleri konuyu oldukça tartışmalı kılmaktadır. Bu nedenle bugün “sığınmacı sorununa” kadına yönelik şiddet başlığından bakanı, otomatikman iç savaşa ateş taşımakla suçlamak oldukça su götürür iddialardır.
Sormaya devam edelim. Yukarıda anlatılanlardan, sığınmacı sorununda bize daha ince bir söz ve siyaset yolu açılabilir mi? Buradan kadınların davasına bakmak mümkün mü?
Denenmelidir.
Mülteci sorununun ülkemizde kadına yönelik şiddeti alevlendirdiğini kabul etmek gerekir. Büyük bir demografik değişim yaşanmıştır ve "eskiden de böyleydi" minvalindeki fikirler verili değişimi boş küme olarak görmektedir. Diğer yandan faturanın sadece bu değişime kesilmesinde ciddi bir politik körlük vardır.
Zira suç işleyen sığınmacıya da yerli ve millisine de cesaret veren, imkan tanıyan mevcut politik ortamdır.
Bu çerçeveden hareketle ince bir söze ve siyasete ihtiyaç vardır.
En başta bu alanın biricik söz sahibi kadınlar ve örgütleri olmalıdır. Ümit Özdağ’ın “Türk kızları sokakta yürüyemiyor” sözleri içerdiği tüm riyakarlık ve fırsatçılığıyla teşhir edilmelidir. Alan temizlenmeli, burada söz üretmeye çalışan faşist-sağcı unsurlara siyaset hakkı tanınmamalıdır. İdam, işkence, hadım cezası gibi söylemlerle şimdiye dek nasıl mücadele ettiysek, yine aynı biçimde söz hakkı tanımamaya devam etmeliyiz.
Sözün sahibi sosyalist, feminist, komünist, örgütlü kadınlardır.
Dolayısıyla rejimin “göçmen politikasına”, savaş siyasetine, AB Geri Kabul Anlaşmasına ikirciksiz biçimde karşı çıkmak kadın mücadelesinin gündemlerinden biri olmalıdır.
Şiddet kimden gelirse gelsin, onu mümkün kılan koşullar, İstanbul Sözleşmesinin iptali, cezasızlığın norma dönüşmesi, gündelik yaşamın dinselleştirilmesi vs ısrarla ilk cümlemiz olmalıdır.
Kadınların adalet ve güvenlik talebi, daha tekinsiz hale getirilen kamusal yaşam üzerinden yükseltilmelidir. Örneğin ülkemizdeki savaş suçlularının akıbeti, bu ülkedeki varlıkları bir de “kadınların güvenliği” üzerinden gündeme taşınmalıdır.
Bu cephede “sığınmacı kadının” varlık ve koşulları, uğradığı şiddet ve zulüm mücadele konusu olmalıdır. Burada sosyal politika ayağı da olan pratikler üretmek, mevcut demografik müdahaleye, karşı ağırlık oluşturmak bakımından oldukça önemlidir. Kader birliğini örmek, ezilenler için yaşamsaldır.
Nihayetinde birlikte yaşamı, kader birliğini kadınların kazanılmış hak ve özgürlüklerini öne çıkaran bir hatta yerleştirmek çok boyutlu mücadelelerin konusudur. Elbette meselenin çok boyutlu mücadelelere konu olduğunu söylemek topu taca atmak değildir. Zira bugün biz kadınların önceliği tüm bu karmaşık meselelerin birinci dereceden sorumlusu olan AKP rejimini yenmek ve buradan aldığımız güçle rejimle helalleşeceklere de kırmızı çizgilerimizi göstermektir!