Şiddet sarmalı

Charlie Hebdo’nun dini bağnazlığın her türlüsüne karşı çıkan, 68 kuşağının anarko-mizah anlayışını günümüze taşıyan yazar ve çizerlerinin öldürülmesi Avrupa ülkelerinde şok etkisi yarattı. Tam da denildiği gibi, “solcu, laik ve sert mizahı öldürdüler.” Katillerin profesyonelliği,  kadınlardan ayırdıkları erkekleri teker teker isimlerini okuyarak infaz etmeleri din saplantılı sosyal şizofreninin en uç örneğini oluşturdu.

Batılılar yıllarca  evlerinin rahat koltuklarında oturup televizyon ekranlarından Doğu’nun kentleri bombalanırken oluşan rengârenk  patlama ışıklarını;  şeriatçı katillerin Irak ve Suriye uluslarının yetişmiş insan gücünü, gazetecilerini, mühendislerini, savaş uçağı pilotlarını nasıl boğazladıklarını izlediler. Bu arada çocukları bilgisayar başında oturmuş, yeryüzünün bütün öldürücü silahlarıyla, insan öldürmenin bütün incelikleriyle sanal ortamda tanışıyorlardı. Şiddet içeren binlerce bilgisayar oyununun kötü adamları, Saddam, “Arap terörist”, Usame bin Laden gibi kahramanlardı.  Birinci Körfez Savaşı’yla birlikte gerek televizyon yayınlarında gerekse bilgisayar oyunlarında şiddetin payı olağanüstü arttı.  Sosyologlar, yüksek teknolojili silahlara tapmayı gerektiren “tekno fetişizm”;  Roger Stahl’ın sözleriyle, “gerçeği gösterme külfetinden arınmış daha plastik bir savaşın televizyonlu evin yeni mantığına uyum sağlayabildiği” (Stahl, Ayrıntı, 2010) “seyirlik savaş”; “bir oyun sahası olarak savaş alanı” gibi kavramlar geliştirdiler.   İnsanlar  eğlence olarak savaşla oynuyor, savaşı CD’lere kaydedilmiş oyunlar olarak satın alıyorlardı. Ebu Garip Cezaevi’nde çekilen işkence ve aşağılama fotoğrafları  yayımlandığında Avrupalı liderler sessiz kaldılar, kitleler ellerinde mumlarla sokaklara çıkmadılar. Kendi ayıplarını görmezden geldiler; insanlığın vicdanı ağır bir yara aldı.

Bütün bunların Avrupa’daki Ortadoğulu göçmenlerin, işsiz, eğitimsiz, yoksul, rapçi, belki uyuşturucu kullanan ikinci ve üçüncü kuşak çocuklarını nasıl etkilemiş olabileceği sorusu  pedagogların önünde duruyor.

Emperyalizmin Ortadoğu’da Baas ulusçuluğuna karşı açtığı savaş, sınıfsal yapıları belirgin ulusal birlikler yerine, etnik ve mezhebi  farklılıklara göre  bölünmüş, birbirine düşman insan toplulukları yarattı. Ulusal yapı yoksa, ne  işçi sınıfı, ne eğitim, ne kültür, ne sanat, ne de ilerleme/aydınlanma düşüncesi var.

Uyumsuz göçmen nüfus sorunu sadece Avrupa’da, sayıları milyonu aşan Suriyeli göçmeni barındıran Türkiye’de değil, bütün Ortadoğu ülkelerinde  bir terör bataklığı yaratma potansiyeli taşıyor.  Adam Hanieh, Suudi Arabistan, Umman ve Bahreyn gibi ülkelerde  göçmen işçi nüfusunun, toplam işgücünün % 50-70’ine, bazı körfez ülkelerinde % 100’üne ulaştığını yazıyor  ve şöyle diyor: “Genelde işçi sınıfı kimliğinin  geçici ve mekânsal olarak dağınık doğası sınıf bilincinin gelişimini engelliyordu. Bütün bireyler sınıfı oluşturan sosyal ilişkiler içinde  sadece geçici bir varlığa sahiptiler. Bu sosyal ilişkiler, işçiler ülkelerine döndükleri ya da yeni bir istihdam aramak amacıyla  ülke değiştirdikleri için  sürekli olarak çözülmekteydi.  Dahası, bu mekânsallaşma süreci kaçınılmaz olarak sınıfı, etnik, ulusal ve dinsel farklılıkları üzerinden tanımlıyordu” (Hanieh, NotaBene, 2012). Böyle bir yapıdan sınıf bilinçli, emperyalizme karşı ulusal birliği savunan insanların değil, öteki etnik ya da dinsel grubu katletmeye koşullanmış, cihatçı, dünyayı “darül harp” olarak gören, cennetten başka avuntusu kalmamış, yoksulluğun ve mahrumiyetin dibine vurmuş  umutsuz insanların çıkması kaçınılmazdır.

Yaşadığımız ve artan biçimde yaşamaya devam edeceğimiz şiddet sarmalının maddi  altyapısı hakkında daha pek çok şey söylenebilir. Başlangıç noktasına gelecek olursak, siyasi İslam’ın nihilist/askeri versiyonu  bütünüyle bir ABD imalatıdır ve cehennemin kapısı Afganistan’ın işgali ve “yeşil kuşak” projesinin Kafkasları ve Balkanlar’ı da kapsayacak şekilde  silahlı mücadeleye dönüşmesiyle açılmış, bunu ulus devletlere yönelik emperyalist saldırı izlemiştir. Bu kolayca kapanabilecek bir kapı değil; 21.yüzyıla damgasını vurabilecek çok derin ve yerleşik bir sorun. Üstelik bu türden nihilist  şiddet dünyanın bütün istihbarat örgütleri tarafından manipüle edilmeye müsait. Vekâlet savaşlarının, sivil ve askeri hedef ayrımı yapmadan bütün dünyaya yayılacak  gerilla saldırılarına dönüşme olasılığı, güçlü bir eğilim olarak önümüzde duruyor.

Kısa vadeli çözüm, toplumları dini esaslara göre düzenlemeyi, devletleri şeriat kanunlarıyla yönetmeyi amaçlayan siyasi İslam’ın, bütün tarikatları, mezhepleri ve örgütleriyle birlikte maddi âlemden mânevi aleme intikalini ve orada kalarak kamusal hayata bulaşmamasını sağlamak; başka deyişle, emperyalizmin ümmet toplumu yaratma ve etnik devletçikler kurma stratejisine karşı,  ulus- devlet’in “yurttaş” idealini gerçekleştirmektir. Buna, laisizm/sekülarizm diyoruz. Nüfusunun neredeyse tamamı Müslüman olmakla birlikte bu sonuca ulaşmaya gerek tarihsel deneyimi gerekse kültürel yapısı bakımından en yakın ülke bizim ülkemizdir.

Şimdilik “Je Suis Charlie” demekten başka yapılacak bir şey yok… Milyonlarca umutsuz genç insanın “Je Suis Kuaşi” dediğini unutmadan…  Karşılıklı yabancılaşma çok büyük. Elimizdeki çözümleme araçları yetersiz.  Keşke Edward Said hayatta olsaydı. Kim bilir neler yazardı…  

yalogan@gmail.com