Seçerken neyi seçeriz?

Seçim diye nitelediğimiz hadise, olgular, olaylar ve geleceğe ilişkin, kişisel veya toplumsal olarak yaptığımız tercihler bütünü hakkındaki beyanlarımızdır.

Kişisel yaşama ilişkin seçimlerimizle, bunları toplumsal yaşama taşıdığımız ya da yansıttığımız biçimleri, kuşkusuz yalın ve kendine özgü psiko-biyolojik ve sosyolojik görüngüler (fenomenler) değildir. Bunların belirleyici motoru sonuçta sınıfsal aidiyetlerdir. Bu aidiyet unsurları, son tahlilde yaşamdaki seçimlerimizin oluşmasını belirleyen tercih sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. Zira sınıfsal aidiyet veya konumlanma, bireyde bir bilinç tezahürü olarak gelişir. Tıpkı Cem Karaca’nın şarkısındaki gibi ‘işçisin sen, içi kal’ betimlemesi, bu tezahürü vurgulamaya bir örnektir.

Oysa sınıfsal aidiyet ile sınıf bilinci arasında, klasik iktisadın vazettiği arz-talep dengesi gibi, mutlak ve optimum bir denge de yoktur. İnsan bilinci ile sınıf bilinci, açı farkı olarak nitelenecek bir gri alanı da içerir.

Kapitalist ekonomilerde, egemen blok olarak var olan sermaye ve onun iktidarını belirleyen siyasal seçimlerde, halk sınıflarının sermaye iktidarını seçme biçimleri ve bu seçimin demokratik bir tezahür olarak yine bu halk sınıflarınca anlaşılır ve tercih edilir oluşu, esasen bu gri alan tezahüründen başka bir şey de değildir.

RESME İLK BAKIŞ

Türkiye’deki rejim, 2023 seçimlerine hazırlık yapıyor. Bu hazırlığın ilk partisini, Cumhur İttifakı'nın ortakları olan MHP ve AKP kongrelerinden görüntülerle yaşamaya başladık. Memleket ahalisi, 2023 seçimini öne almayı gerektirecek çok önemli başka bir neden olmazsa, iktidar blokunun ön gördüğü tarihte seçime gidecek.

Seçime ilişkin gelecek kestirimi, şimdilerde en iyisiyle kamuoyu anketleriyle yapılıyor. Seçimin bir yüzü bakımından anketler, kararsız oyların dağılımını yapmadan, AKP için yüzde otuz ve MHP için yüzde yedi bandında bir olasılık öngörüyor. Millet İttifakı, CHP ve onun meyletmiş bulunduğu sağ muhafazakâr ve milliyetçi parçalı bir görüntü taşıyor. Buna HDP’nin kapatılması ve kapatıldığı taktirde HDP seçmen oylarının nereye konsolide olacağı belirsizliğini de eklemek gerekiyor. Bakıldığında, hepsini bir cephe olarak varsayarsak, toplam oy yüzdesi, Cumhur İttifakı'ndan daha yüksek çıkıyor. Oysa iktidar bloku, kendinin önde bulunduğu özgüvenini, seçmene yansıtma siyasetinin bütün mümkün retorik ve ajanlarını kullanıyor. Bunlara devletin tüm kurumlarına sahip olma faktörü dışında, basını ve yargıyı kontrol etme gücünü de ekliyor. Bunca ekonomik sıkıntıya karşın, Cumhur İttifakı'nın, hala yüzde otuz yedilik bir oy oranına sahip olması, rejimi kendi iktidarlarının sürdürülebilmesi bakımından hem ümit var kılıyor hem de düşen oy oranlarını yeniden pekiştirme yönünde, her gün yeni gündem tasarımı yapmaya itiyor.

Seçimin diğer yüzünde ‘seçmen’ denilen halk kitlelerinin sınıfsal yüzleri var. Bu halk kitleleri, bir yığın farklı sınıf ve bölüklerinden geliyor. Emekçi halk sınıflarının, emekten yana iktidar tercih yapması beklenir. Sermaye sınıf ve katmanları ise, kendi hegemonyasının süreklilik ve devamını sağlayacak siyasi bloku, yine iktidar sahibi kılma tercihinde olmak durumunda. Oysa iki sınıfsal yapı arasında, nüfus olarak dehşetengiz fark var. Sermaye sınıfı bir azınlık seçmen nüfus ve emekçi sınıflar ise onun yanından dev bir kitle. Yani seçim olduğunda, beklenti olarak bir emekçi iktidarının kurulmasının işten bile olmaması gerekir. Oysa şimdiye değin olup biten, bunun hep tam tersi olarak tezahür etmiştir. Yani burjuva demokrasisi, her seferinde, halk sınıflarına, kendi sınıf çıkarı ve bilinçlerinin tersini aşılamayı, başarıyla becermiştir.

HANGİ HAZIRLIK NE SÖYLÜYOR…

İktidar ve muhalefet bakımından her türlü değerlendirme yapılabilir. İktidar açısından bu değerlendirmelerin muazzam bir üst akıl penceresine bağlanabildiğini, gün geçmiyor ki, rejim basını yaygınlaştırmaya çalışmasın. Bu yönde atılan her adımın mutlaka bir hesabı yapılıyor ve buna göre belirlenen gündemin akışı yegâne gerçeklikmiş gibi anlatılıyor. Oysa durum pek de öyle olmayıp, tersine adeta bir algı operasyonu yapıldığını telkin ediyor. Ne ki Cumhur Reisine atfedilen dirayet ve vizyon betimlemeleri, sanki bunun böyle olduğunun pekiştirilme çalışmaları olarak ortaya dökülüyor.

Bu portal sayfalarında dile getirilen yazılarda da söylendi, daha önceki bir yazıda ben de bahsetmiştim. Ayasofya hamlesi, bu seçim çalışmalarının ilk girişimleri arasındadır. Ana vurgusu ‘egemen devlet’ kararı olarak hem içeriye ve hem de dışarıya güçlü bir mesaj olarak verilmeye çalışılmıştır. İçeriden, bu girişime ne gerek vardı itirazları bir eleştiri değil, adeta bir ‘vatan hainliği’ olarak da kolayca nitelenebilmiştir. En küçük itirazda bile, bu tür nitelemelerle adeta öne sürenlerin kellesinin koparılmaya kalkışılması, gelecekte başka eleştirilere ket vurulmasının en mahfuz siyasi yolu olacağı izlenimini oluşturmaktadır. Kılıç hutbesi ise, siyaseten dikilen en güçlü tuğdan başka bir şey de değildir. Mütedeyyinlerin inanç ve kültürel değerlerine sahip çıktıkları ifade edilirken, eleştirenler ateistlik bohçası içinde boğdurulmuştur.

Yenilerde gündem edilen anayasa ihtiyacı, vesayetçi dönemlerin kapatılması ve milletin istediği biçimdeki bir üst yasaya kavuşma masum dileği gibi sunulmaktadır. AKP kongresinde yapılan konuşma, bunun altını çizmekte ve ‘millet ne istiyorsa’ onun anayasasının yapılacağından bahsedilmektedir. Anayasaya uygun bir seçim yasası değişikliği, kaçınılmaz olanın şimdiden üstünü açmaktadır. Seçim yasasındaki düzenlemelerle, yeniden seçilebilir kılınmanın düzenleneceğini bilmek için, müneccim olmaya gerek de bulunmamaktadır. Yeni anayasa, karnı aç olanın midesini doldurmaz. Akşam pazarlarından zerzevat artığı toplanmasının önüne geçmez. İşsize, ertesi sabah iş olarak geri dönmez. Ama ahaliye, senin istediğin anayasayı yapıyoruz mesajı, her halükarda güçlü bir mesaj olarak gider. Eleştiriye kalkana da milletin isteklerine karşı çıkan olarak kolaylıkla fatura edilebilir.

‘İstanbul Sözleşmesi’ne olan ihtiyaç, tarihin bu çağında sadece Türkiye için değil, dünya için bir insanlık ayıbıdır. Kadının ikinci sınıf olması, sömürülmesi ve kırılıp dökülmesi, öldürülmesi, insanlığın gerçek bir uygarlığa ulaşamadığının özgün bir örneğidir. Ne ki, sözleşmenin varlığı, insanlık tarihinde kadının birey olarak erkekle eşitlenmesine ve gelişmesine olanak sağlayacak ve bu yolda atılmış ilk uluslararası büyük adım olarak onurlu bir yere sahip olmuştur. Bunun ilk imzacısı olan Türkiye’ye de o imza çok önemli bir değer katmışken, şimdi sözleşmeden imzayı geri çekmenin gerekçesi, yine ‘egemen devlet’ olmaya bağlanmaktadır. İktidar sözcülerinin, kadın haklarına ilişkin tertip ettikleri bir yığın güzel lafların torba doldurur yönünü bulmak neredeyse imkânsızdır. Egemen devlet şiarının yanı sıra, söylenen bir diğer söz, ''kültürel hayata ve aile yapımıza uymuyor'' ve ''iç mevzuat düzenlemeleri ile daha iyisini yaparız'' olmuştur. Esasen bu laf oyunlarıyla, sözleşmeden imza çekmenin bir karşılığı olmadığını, yapanları da herhalde iyi bilmektedir. Dilerim ki memlekette kadın cinayetleri artık durur. Yoksa ilk cinayette, bunun kefaretini üstlenmeye mi karar verilmiştir(?) bu anlaşılamamaktadır.

Gezi Parkı'nı, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nde adı sanı bulunmayan bir vakfa mal ederek, böyle bir strateji izlemenin, seçimler açısından nasıl bir yarar sağlayacağı anlaşılır gibi değildir. Kamuya ait bir alanın halkın seçtiği bir belediyenin elinden alınmasının, rejimin ‘Gezi'ye’ vurulan ideolojik bir darbe saymış olabileceği akla daha yakın gelmektedir. Halk sınıflarının ekonomik sıkıntılarını izale etmeyen bu girişimlerin, iktidar pekiştirmesine nasıl bir vesile kılındığını ise herhalde görerek anlamamız beklenmektedir.  

BEKA SORUNU

İktidar bloku, memlekette her olan biten olayı, bir beka sorunu ilan etmektedir. Memleketin beka sorunlarının olabileceği kuşkusuz ihtimal dairesindedir. Ancak, bekaya konu süreçler o denli ani devinimler göstermektedir ki, gün geçmesin ve ahali olarak kafamız karışmasın. Söz gelimi NATO müttefiklerimiz ve Büyük Ortadoğu Projesi'nde dünkü eş başkan olan ABD ortağımız, Türkiye’nin parçalanması bakımından düne değin beka sorunu teşkil ederken, NATO Dışişleri Bakanları toplantısında müttefikliğin pekiştirilmesi bakımından kararlı olduğumuzu beyan edebiliyoruz. Diplomasi bir dilse, bu denli bir düşmanla bugün birden beka sorunu ötesinde nasıl hemhal oluyoruz, işçi Ahmet’le, köylü Mehmet bunu kavrayamıyor. Başka örneği çoktur; uzatmanın da manası yok.

Asıl beka sorunu, bir biçimde iktidarın sürdürülmesi meselesi olmalıdır. Anayasasından, İstanbul Sözleşmesi'ne, bunların hepsi aparat konulardır. Halkın tercihinin, ilk seçimde pekiştirilmesi için başlıkların tümü ‘kullan at’tır. Yani tedavül süreleri kısa ve gündemin akış hızıyla sınırlıdır. Halkın seçimdeki sınıfsal bilincine uygun bir örgütlemeyi ortaya çıkaracak bir siyasi özne de bulunmadığı sürece, ortamda bu kürek çekme merasimlerini izlemek, adeta bir kader olup çıkmaktadır.

Hep beraber laf üretmeyi bırakmak ve elimizi taşın altına koyacak çözümler bulmak, gelecekte halk olarak başka beka sorunları yaşamamak için boşluğa bir avaz daha salmak gerekir.

Haydi bulunulan yerden başlamak!..

nuriabaci@gmail.com