Biliyor musunuz, bu dünyada bir devlet, klasik Türk müziğini engellemek istedi. Kasım 1934’ten Temmuz 1936’ya kadar radyolarda Türk müziği yayını yasaklandı. Bu devlet, Türkiye idi. Amaç ise bir “Türk kültürü” yaratmaktı! Osmanlı’dan beri devam eden “Batılılaşma” anlayışına uygun bir yasaklamaydı bu. 20 ay süren küçük bir ayrıntı.
Karşısında başarısızlıklar yaşanan Batı ordularının tekniklerini inceleme gereği duyulunca, Batılılaşma politikası da başlamış oldu. Ama bu iş hemen başlangıçta taklitçiliğe dönüştü. II. Mahmut, Batı ordularındaki bandoya benzer biçimde Mızıka-i Hümayun’u kurdurdu. Başına ise Giuseppe Donizetti, getirildi.
Bir süre sonra kendisine paşa rütbesi verilen Donizetti, saraydaki müzik çalışmalarına da katıldı. Müziğe ve şiire eskiden beri ilgi duyan Osmanlı Hanedanı, Batı müziğini sevdi, Donizetti Paşa’yı himaye etti.
Bu gelişmelerin belki en hayırlı yönü, sarayın önceki müziğinin halka açılması oldu. Sarayda gözden düşen Dede Efendi, Hacı Arif Bey gibi öncülerin çalışmaları sayesinde halka ulaşan bu müzik, bilindiği gibi tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, büyük ölçüde üretim kaynaklarını kaybetti. Fakat adına saray müziği dense de, halkın dağarcığında yer bulmuş olmasıyla, Zeki Müren’e ve günümüze kadar ulaşabildi.
“Sanat Güneşi” dışında “Paşa” olarak da anılıyordu Zeki Müren. Donizetti, zaten bir paşaydı. Batılılaşma serüvenimizin, bir paşadan bir paşaya uzanan böyle bir hikayesi de var. Ama “komik” olmaktan çok, “gülünç” diyebileceğimiz bir hikaye bu. Ne yazık ki!
KRALDAN DAHA KRALCILAR
1934’teki o yasak, Atatürk’ün bir konuşması üzerine uygulamaya konmuştu. Dışarıdan eğitimcilerin, Paul Hindemith gibi Alman bestecilerin getirildiği bir dönemdi o. Liderin her konuşmasından kendisine görevler çıkaran, kraldan daha kralcılar hiç eksik olmadı bu memlekette. Halk müziğini de denetlemeyi, şekillendirmeyi, halkın dinleyeceği müziği belirlemeyi görev bildiler.
Bu amaçla, köylerde sazların toplatıldığı, yakıldığı biliniyor. Çünkü devrimlerin amacı, halkı Batılı yapmaktı. Fakat “Batılı” ne demekti? Tanım konusunda, uygulayıcılarla önderler arasında bir uyuşmazlık olduğu kesin.
Zülfü Livaneli’nin de anlattığı gibi; derlenen, notaya geçirilen, çok sesli orkestra uyarlamaları yapılan “halk müziği” özünden, otantikliğinden, yöresel ve ozanına ait özgünlüğünden koparıldı. Sonraki yıllarda, köyden kente göçerek eski yaşam alanlarından uzaklaşan ve yeni koşullara uygun bir kültür geliştirebilecek yeterli zaman bulamayan kitleler, karşılarına çıkartılan “halk müziği”nin bu halini benimsemediler.
YAĞMACILIK, KURNAZLIK
Radyolardaki 20 aylık o yasak dönem boyunca yaşananlar da, yakın gelecekte yaşanacakların habercisi niteliğindeydi. İnsanlar, yönlendirilmeye çalışıldıkları Batı müziğinden çok, sınır bölgelerindeki Arapça yayınlara yöneldiler. Aynı şekilde, çok sayıda müzikli Hint filminin etkisiyle, zaten fazla yabancı olmayan bir müzik türüne toplum daha da alıştı.
Anadolu müziğinin çeşitliliğine, sonraki yıllarda Batı’nın popüler müzikleri de katılarak, memleketin seçkin semtlerinde kendilerine yer bulmaya başladılar.
İlerleyen yıllarda daha da gelişen ekonomik çarpıklıklar ve siyasetçilerin popülistliği sonucu, bir “gecekondu kültürü” oluştu. Arsa yağmalamak, vurgunculuk, kurnazlık, inanılmaz şekilde sempatiyle bakılan bir yaşam tarzı haline geldi.
Bu yaşam biçiminin müziği de aynı şekilde yağma ve vurgun tarzını benimsedi. Sonradan adına arabesk denilen bu müzik, ortalıktaki her çeşit müzikten; türkülerden, Batı popüler müziğinden, klasik Türk müziğinden, Hint ve Arap müziğinden bir şeyler kopararak var oldu.
Aydınlar arasında, özellikle 80’li yıllarda başlayan bir ilgi var arabeske. Arabesk üzerine veya popüler müzik gibi yakın konularda yazılmış onlarca kitapta bu konu işleniyor. Siyasetçilerin gecekonduyu sevmesi gibi, Türkiye aydını da arabeski sevdi. Aslında sevdikleri gecekondu insanları değildi. Siyasetçiler onlardan alacakları oyların derdindeydi, “bağzı” aydınlar ise, asla hissedemedikleri halk değerlerine karşı “hoşgörülü-alçak gönüllü” yaklaşma hazzını yaşıyordu.
SINIFSIZ VE KÜLTÜRSÜZ
Siyasetçilerin ve aydınların yozlaşmasının bir yansımasıydı bu. Yozlaşmak denilen şey, insanın sınıfına ve kültürüne yabancılaşması değil midir? Halktan oy isteyen siyasetçilerin emek değerlerine karşıt bir politika uygulamasının, yozlaşma dışında bir kültürel sonucu olur mu? Ve sadece Batı kaynaklarından beslenen, Yunus’u, Pir sultan’ı anlayamamış, benimseyememiş aydınlar… Onlar arabeski sanki rembetiko gibi, sanki blues gibi, geleneksel değerlerin modernleşmesiyle, çağa uygun biçimde dönüşmesiyle ilgiliymiş gibi görürler. Halk beğenisinde, halkın yasaklara karşı çıkmasında, bula bula Orhan Gencebay’ı bulurlar.
Bu tür aydınların çalışmalarında alçak gönüllü bir görüntü dikkat çekiyor. Yani öyle davranmaya uygun biçimde, konum olarak üstte bulunmayı hissettiren bir tutum… Örneğin nitelikli yapıtlar üreten fakat fazla kitleselleşemeyen sanatçılara da yoğun ilgi gösteriyorlar. E, onlar hakkında olumlu sözler etmek, biraz da “halkın anlayamadığı bir düzey” mesajı içeriyor. Dönemi yansıtmak açısından incelenmesi gereken fakat yukarıdan bakamayacakları sanatçılardan ise uzak duruyorlar. Halkın iyi sanattan anlamayacağı, sadece empoze edilen basit ürünlerin yaygınlaşacağı düşüncesine karşıt örnekleri görmezden geliyorlar.
Sırf arabeski sempatik göstermek amacıyla, bazı yazarlar kitaplarının içinde çelişki olmasına bile göz yumuyor. Aynı kitapta, hem Dede Efendi’nin saray dışındaki insanlara hitap etmeye çalışmasını sanatta bir geriye gitme olarak gösteriyorlar, hem de arabeski “halk beğenisi” diye yüceltiyorlar. Kendileri elit bir hayat yaşarken, lumpenleşmeye ve yozlaşmaya sempatiyle yaklaşıyorlar.
Bu tutumu, “Yukarıdan aşağıya bir kültür oluşturma çabasına tepki” diye tanımlıyorlar. 1930’larda Türk Müziğini yasaklayan ve on yıllardır yüzlerce başka örneği yaşanan politikalara elbette direnmek gerekiyor. Aynı şekilde, 2000’lerdeki “Araplaştırma” politikaları da asla kabul edilemez. Ama arabesk, bir direniş yolu olamaz.
Çok şükür, başkaldıran ve güzellikler yaratan değerlerimiz var kültürümüzde. Dağları, gölleri, yaylaları ve çiçeğin açışını, yağmurun kokusunu, kelebeğin uçuşunu Karacaoğlan’ın gözüyle de görürüz. Sevdayı, hasreti, salınarak yürümeyi, sevgiliyle buluşmayı... Ve Dadaloğlu’dan biliriz, halk düşmanlarıyla dövüşmesini.