Kutuplaşma korkusu: Ortalamacılığın ideolojik kılıfı

 

Gün geçmiyor ki ülkemizde “kutuplaşma” konulu bir araştırma yapılmış ve bunun üzerinden gazetelerde Türkiye için alarm zilleri çalınmış olmasın. Bu tür araştırmaların 1 Şubat’ta yayınlanan en sonuncusu, Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği’nin  ve bazı akademisyenlerin imzasını taşıyor.

Araştırmanın linkine şuradan ulaşılabilir: http://kssd.org/blog/2016/02/01/turkiyede-kutuplasmanin-boyutlari-arastirmasinin-sonuclari-aciklandi/

Elbette öncekiler gibi bu araştırma da anket sonuçlarına dayanarak “kutuplaşmanın” arttığı tespitini yapıyor; ve buna dayanarak da şu “akil” uyarıyı yöneltiyor hepimize: “sağlıklı bir demokrasiye ulaşabilmek için tespit edilen siyasal kutuplaşmanın giderilmesine yönelik tedbirlerin alınması ve bu yönde adımlar atılması gerekiyor”.  Araştırmanın bilgisini alan gazeteler ve televizyon kanalları  peşi sıra” “bu gidiş, gidiş değil” yazıklanmasında haberler yaptılar.  Bu haberlerdeki ifadelerden en ilginci, “Kutuplaşma Vahim Boyutta” başlığını atan 1 Şubat tarihli Hürriyet gazetesinde yer alıyordu. Hürriyet’e göre bu araştırma sayesinde Türkiye’de kutuplaşmanın “kız alıp-verme tercihlerini” dahi ciddi derecede etkileyecek boyutlara ulaştığı ortaya konmuştu. Hürriyet’in haber dilinin “kızlı, oğlanlı” olmasına şaşmamak gerekir; zira bizzat araştırmayı yapanların kutuplaşmayı “ölçmek” için sorduğu sorulardan birisi de “kızlı oğlanlı”: “Kızınızın o partinin (yani size en uzak olan partinin) taraftarlarından biriyle evlenmesini ister misiniz?” Soruya “çocuğunuzun” diye başlamak yerine “kızınız” diye başlayan ve bunun nedenini bize açıklamayan bir bilimsel araştırmayla karşı karşıyayız! 

Mesele bundan ibaret değil elbette: Yapılan çalışmanın yöntemine ve uygulanan tekniğe dair tartışmalı yönler bir yana, araştırmanın bütününün üzerine kurulduğu mantığın kendisinde ciddi sorunlar var; bu mantığın “geçerliliği” üzerine ne araştırmayı yapan akademisyenlerin ne de bunu haber yapan gazetecilerin hiçbir sorgulama içerisine girmemeleri ilginç ve aslında anlamlı. Araştırmadaki bütün bu sorunları “sosyal bilimsel” açıdan tartışmak bu yazının konusu değil. Daha anlamlı olan “kutuplaşma” kavramının bizatihi kendisini tartışmak; zira bu son araştırma da dahil olmak üzere önceki “ayrışma/kutuplaşma” çalışmalarının neredeyse hepsinde temeldeki sorun bizzat kavramın kendisi. Bu kavramı tartışmak önem arz ediyor; zira “kutuplaşma” sadece bu tür kabak tadı veren araştırmalarda değil aynı zamanda siyasette ve toplumsal yaşam içerisinde de kullanılıyor; ve orada “ideolojik” bir vazife görüyor. Benim de bu yazıdaki derdim özellikle “kutuplaşma” sözcüğünün içerdiği bu ideoloji. Bu noktaya yine bu son araştırmanın kendi içerisinden ilerleyelim.

Araştırma, her biri “vahim bir kutuplaşmaya” işaret ettiği varsayılan yedi “temel bulguya” dört partinin taraftarı 1024 kişiyle yapılan bir anket üzerinden ulaştığını söylüyor. Kutuplaşmaya işaret eden bulgulardan birisi şöyle ortaya konmuş: “Aynı dünyada yaşamıyoruz”. Bulguya temel teşkil eden anketteki verilerden birisi ise şu: AKP taraftarlarının %81’i, CHP ve HDP taraftarlarının da ortalama %10 civarı “ülkenin iyi yolda” olduğunu ifade ediyor. Anlayacağınız “kutuplaşma” had safhada. Bu “zıtlığı” kutuplaşma olarak kodladığınızda şu ideolojik mekanizma kendiliğinden devreye giriyor: Böyle durumdaki bir ülkenin gidişatından “mutlu olan” ile “endişe eden” taraf neyi temsil ettiklerinden bağımsız olarak bir kutbun ifadesi olmak dışında bir “değere” sahip değildirler; hangisinin ülke gerçekliğini kavramaya, bu kavrayış üzerinden bir duyarlılık geliştirmeye daha yakın olduğu, hangisinin ise mevcudun yeniden üretimine katkıda bulunduğunun çok bir önemi yoktur. “Vahim olan” böyle bir ülkede bir kesimin halen kayıtsız bir mutluluk içinde olanı biten seyretmekte olması değil bunun karşısına bir de durumdan endişe edenlerin çıkmasıdır! “Kutuplaşma” sözcüğü böylelikle her gün ayrı bir skandalla uyandığımız bu ülkede hangi ideolojik ve siyasi mekanizmalarla bir kesimin keyfinin yerinde olabildiğine dair bir sorgulamayı mümkün kılmaz; bu mekanizmaları gizleyen bir ideolojik işlev yüklenir.

Araştırma içerisinde ilerlemeye devam edelim. Diğer bir “kutuplaşma” işareti veren bulgu şu ifadeyle ortaya konmuş: “Siyasal konuları sağduyumuzla değil, parti aidiyetimizle değerlendiriyoruz”. Bu çıkarımı desteklediği düşünülen anket verilerinden birisine bakalım:   AKP seçmeninin %83’ü Gezi protestolarının “AK Parti’yi zayıflamak isteyen dış güçlerin parmağı” olduğuna inanırken, bu oran CHP ve HDP birlikte düşünüldüğünde ortalama % 15 civarında. Gezi’nin “hükümet politikalarına tepki gösteren birçok vatandaşı bir araya getiren barışçıl bir ifade” olduğuna inanan AKP seçmeni %8 iken CHP seçmeni için bu rakam %73’e kadar çıkıyor. Yani araştırmayı yapanlara bakılırsa burada da “kutuplaşma” almış başını yürümüş! Fakat burada özellikle bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Bu veriye dayanarak araştırmacılar halkımızın meselelere yeterince sağduyuyla yaklaşmadığını ifade ediyorlar. Yani Gezi direnişine “barışçıl bir ifade” diyenlerle “dış güçlerin komplosu” diyenler sağduyu yoksunluğu noktasında eşitlenmiş durumdalar; ve yazık ki buradan da kutuplaşma doğuyor! Araştırmacılar herhalde siyasi olaylara sağduyulu yaklaşmanın ne demek olduğunu herkesten iyi biliyorlar olmalılar. Herhalde kastettikleri “sağduyulu” düşünüş şöyle bir şey: “Gezi protestoları hükümet politikalarına tepki gösteren dış güçler tarafından kışkırtılmış vatandaşların ortaya koyduğu bazen barışçıl bazen şiddet içeren bir olaydır”. Ya da herkesin şöyle düşünmesi mi bekleniyor: “Gezi parkında başta çevreci duyarlılıklar vardı da sonra araya provokatörler girdi”.  Herkes böyle ortalamacı, pardon sağduyulu düşünse çağımızın vebası kutuplaşma da engellenebilir herhalde!

AKP iktidarının kendi tabanını gerek İslamcı-milliyetçi ideolojik retorikle gerekse de rant mekanizmalarıyla yıllar içerisinde konsolide etmesinden ve kendisine boyun eğmeyen her kesimi suçlulaştırmasından ve baskı altına almasından kaynaklı olarak Türkiye toplumunun gittikçe derinleşen bir yarılma içerisinde olduğu bir gerçek. Öte yandan bu yarılmaya “kutuplaşma” diyemeyiz; çünkü yarılmanın tarafları eşdeğerde pozisyonları temsil etmiyorlar. Daha beş ay önce Suruç’ta sonra Ankara’da patlayan bombalarla toplamda 136 kişinin siyasal kimlikleri dolayısıyla hedef alınarak katledildiği, buna yönelik meclis araştırma önergelerinin bizzat AKP ve MHP’liler tarafından reddedildiği; Suriye politikasının çuvalladığı, komşu bir ülkenin bizzat bu izlenen yanlış politikalarla tarumar edildiği, Cizre’nin, Sur’un savaş alanına dönüp harabeye çevrildiği, Suriyeli çocukların kışın ayazında yalın ayak sokaklarda dolaştığı, tek bir kişinin ağzından çıkan sözlerle devletin bütün kurumlarının hak hukuk göz etmeksizin hazır ola geçtiği, kadınların her gün bir şiddet ve taciz olayıyla tehdit altında yaşadığı bir ülkede iktidardaki partinin destekçileri neredeyse blok halinde “ülke iyi yolda; harika gidiyoruz” derken, bunun dışında kalan önemli bir kesim durum karşısında endişe beyan ediyor, mutsuz oluyor, kaygılanıyorsa bunun adı kutuplaşma değildir. Zira, şu koşullarda, halinden vaktinden memnun, mutlu olduğunu olduğunu söyleyenler aynı zamanda memleket meselelerinde “devletlunun” ve iktidar medyasının reflekslerini birebir sergiliyorlar, hiç de vakıf olmaya çalışmadıkları konularda hep bir ağızdan onların ağzıyla konuşuyorlarsa burada “kutbun” bir tarafına yerleşmiş toplumsal kesimden değil, insan bedeninde taşınan siyasal iktidardan, dile gelmiş devletten, sürekli yeniden üretilen bir sınıfsal hegemonyadan bahsediyoruz demektir. Yani bu durum, bir yerde iktidar bloğunun, diğer yanda “halk” olma potansiyeli taşıyan canlı kanlı insanların olduğuna işaret eder. Bu; kutuplaşma değil, bir tarafında “baskı ve zorun” diğer tarafında buna karşı pasif veya aktif direnişin olduğu bir taraflaşma görüntüsüdür.

“Kutuplaşma” bu “taraflaşmanın” altındaki siyasal/ideolojik süreçleri ve onun asıl kaynağı olan iktidarın kendisini sorgulama dışı bırakması açısından şüpheyle yaklaşılması, ve bana kalırsa tez elden terk edilmesi gereken bir kavram. Öte yandan her sene bir “kutuplaşma” araştırmasının ortaya sürülmesinin nedenlerini anlamak o kadar da zor değil . “Kutuplaşma”; bahsettiğimiz taraflaşmayı birbirinden yalıtık ve bir patolojinin unsuru olmak noktasında eşit değer atfedilen iki toplum kesiminin varlığına indirgerken aynı zamanda bu kavramı kullanan araştırmacının da kendisini bu taraflaşmanın dışında göstermesini sağlıyor. Böylelikle de ne şiş yanıyor ne kebap;  ne suya dokunuluyor ne de sabuna. Üstüne bir de tarafları sağduyuya davet eden bir “akillikle” donanabiliyorsunuz. Anlayacağınız, “kutuplaşma” akademide ve siyasette güvenli sularda yüzmek için ideal bir kavram. Fakat; hele ki akademisyenlerin sınav sorularıyla, attıkları imzalarla yargılandıkları  şu günlerde bu güvenli suların sığlığına katlanmak mümkün olmuyor. İçinde sayı, istatistik, veri ve grafik olunca bir araştırma bilimsel olmuş olmuyor. Zira bilim nesnelliği salık verir, ortalamacılığı değil.