Sovyetler Birliği çöktükten sonra, eski düşmanlar arasında yakınlaşma olmuş, Soğuk Savaşın kültürel cephesinde görevli bir CİA ajanıyla bir KGB ajanı karşılaşıyorlar. CİA ajanı Rus meslektaşına merakla soruyor: “Bizim kültürel alanda ne yapmak istediğimizi anlamak için Encounter’i okur muydunuz?” KGB ajanı derin bir iç geçirdikten sonra, “Okurduk, okurduk. Encounter’ı okuya okuya sonunda hepimiz rejim muhalifi olduk…” diye cevap veriyor.
Encounter, İngiltere’de yayımlanan bir kültür-edebiyat dergisiydi. 1953’te iki editör, şair Stephen Spender ile gazeteci İrvin Kristol yönetiminde yayına başlamış, uzun yıllar yayınını sürdürmüş, Sovyetler çöktükten sonra 1991’de kapatılmıştı. Paravan vakıfları aracılığıyla yayınını CİA ile İngiliz casusluk örgütü ortaklaşa finanse ediyordu. Bu ortaklık, eş editörlerin maaşlarının birini CİA’nın, ötekini Mİ5’in ödemesi biçiminde paylaşılacak ölçüde hassastı. 1970’lerde Amerikalı bir gazeteci Encounter’in finans kaynaklarını ortaya çıkartınca, yıllarca maaşını gizli servisin ödediğini öğrenen şair Stephen Spender, büyük bir çöküntüye girmişti. Derginin yazarları arasında Bertrand Russell, Arthur Koestler, Issiah Berlin, İgnazio Silone, Jose Louis Borges, Vladimir Nabokov, Hannah Arendt vardı. Bugünün nitelemesiyle “sol liberal” bir yayın politikası izleyen derginin kırmızı çizgisi, ABD’nin hiçbir konuda eleştirilmemesiydi.
Sol liberal demişken burada bir parantez açmak gerekiyor; Borges, Nabokov ve Arendt’in hemen bütün eserlerinin Türkiye’deki yayıncısı İletişim Yayınları, sol liberalizmi ülkemize yerleştiren Birikim dergisinin de yayıncısıdır. Osman Çutsay’ın deyişiyle “Belgeli Birikim Gericiliği”, ülkemizde devrimci sosyalizmi çökertmek için Encounter’in bile yapamadığını yapmıştır. Türkiye’de sol liberalizmin yükselişi ve çöküşü, önemli bir toplumsal gerçek olarak hâlâ materyalist tarihçisini beklemektedir.
JAMES BOND YERİNE ENTELEKTÜEL CASUSLAR
Encounter tek başına değildi. CİA’nın birçok ülkede onlarca dergisi vardı. Aynı yıllarda Avrupa’da Kültürel Özgürlükler Kongresi’ni kurmuşlar ve 35 ülkede şubelerini açmışlardı. Sosyalizme karşı bir kültürün yerleştirilmesi için gizlice milyonluk CİA fonları harekete geçirilmişti. Konserlere, festivallere, resim sergilerine, edebiyat kongrelerine, kitaplara milyon dolarlar harcanıyordu. Ressamlara, müzisyenlere, yazarlara ödüller dağıtılıyordu. CİA’nın “kültürel özgürlükleri” çok genişti. Yeter ki sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne ilişkin övgüyü bırakın, olumlu bir imge, gözucuyla bakış, tebessüm bile olmasın.
CİA, gerçekçi olmayan bir edebiyatı ve sanatı destekliyordu. Çünkü gerçekçilik izleyicide eleştirel bilinci uyandırıyordu. Resimde soyut ekspresyonizm akımını yerleştirmek için Avrupa’da gösterişli sergiler açtılar. Resim eleştirmenlerine bu resimleri göklere çıkaran övgüler yazdırdılar. ABD’de New York Modern Sanatlar Müzesi’nin, MOMA’nın kuruluşunda doğrudan CİA ilgisinin olduğunu Saunders’in kitabından öğreniyoruz. Bunlar, James Bond filmlerinden öğrendiğimiz casus tiplerine hiç benzemiyor, Saunders’in gerçek casusları, politikayı entelektüel birikimle yaşama geçiren kültür ve sanat insanları olarak karşımıza çıkıyor.
MCCHARTY KOMİTESİ CİA’YI SORGULUYOR
Bu çalışmalar uzun vadede meyvesini verdi. Kendisini solcu olarak gören, ama solculuğun temel ölçütünü gerçekleştirmek için sömürüsüz, eşitlikçi bir toplumu kurmaya girişen Sovyetler Birliği’ne düşman olan geniş bir sanatçılar ve entelektüeller topluluğu yarattılar.
Avrupa’da Sovyetler Birliği düşmanı bir entelektüel hava oluşturmakta Encounter ve benzeri dergilerin çok büyük hizmeti oldu. Ama bunlar görünüşte hep solcu bir hava taşıyorlardı. Hatta 1950’lerdeki McCharty soruşturmaları sırasında neredeyse CİA’nın kültürel savaş birimi de Kongre Soruşturma Komitesi’nin önüne çıkartılıyordu. Öfkeli antikomünist senatör, CİA, devletin parasını sol entelektüelleri beslemek için harcıyor diye harekete geçmişti ki, CİA kültürel bölüm şefi, operasyonu tehlikeye düşürecek bir skandalın patlamasını önlemeyi, soruşturmayı kapalı kapılar arkasında rafa kaldırmayı başardı. Entelektüel antikomünistler, kaba antikomünistlere ikna edici bir brifing vermişlerdi. Sonuçta tarih, kaba, açık ve saldırgan antikomünistlerin yapamadığını, sanattan nasibini almış, entelektüel, sol görünümlü antikomünistlerin yapabildiğini kanıtladı. Sosyalizme eğilimli düşünürleri ve sanatçıları aynı dili konuşanlarla etkilemek ve çökertmek mümkün olmuştu.
Encounter okuta okuta Sovyetler Birliği ajanını bile antikomünist yapmayı başarmışlardı.
SAUNDERS’İN KİTABI: “PARAYI VERDİ DÜDÜĞÜ ÇALDI”
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’ce başlatılan Soğuk Savaş’ta CİA’nın açtığı kültürel cephenin perdesini Frances Stonor Saunders’in, Türkçeye Parayı Verdi Düdüğü Çaldı adıyla çevrilen kitabı araladı. Saunders, işin başındaki CİA ajanlarıyla yaptığı görüşmelerden, birbirlerine yazdıkları mektuplardan, kitaplardan ve dergilerden yola çıkarak bu büyük komplonun tarihini yazıyor. Yazar bilimsel araştırmasına, düşünceleri ve kişilikleriyle belirginleşen, hayat boyu marifetlerini sayıp döktüğü ajanların anlatımıyla bir polisiye roman havası da kazandırıyor. Saunders’in kitabında bu tarihin içinde gerçekleşen tipik olaylar, durumlar, jestlerle karşılaşıyoruz.
Bu kitap, Soğuk Savaş’ın görünmeyen yüzünü açığa çıkarıyor. McCharty soruşturmalarıyla, özellikle Hollywood’a yönelik operasyonla özdeşleşen kültürel saldırının bütün sanatsal süreçlere sinmiş, yönlendirme ve denetlemeyi sağlayan daha ince ve etkili biçimlerine tanık oluyoruz. Soğuk Savaşçıların Hollywood’daki CİA görevlisi, bu sinemadan bir daha Gazap Üzümleri, Küçük Tilkiler, Yurttaş Kane, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok benzeri filmler çıkmasın diye, yönetmenlere sokuluyor, senaryolarda değişiklikler yaptırıyor, olumsuz ABD’li polis tiplerini olumluya çeviriyor… Üstlerine sürekli gönderdiği mektuplardan, Hollywood’da yardımcı yönetmen ve yardımcı senarist gibi çalışan bir gayretli CİA görevlisi olduğunu öğreniyoruz.
Ülker İnce’nin çevirdiği, İmge Yayınları’nın yeni baskısını yaptığı kitabı okuyan Özdemir İnce şu notu düşmüş: “1950’li, 60’lı yıllarda, Farfield, Ford, Rockefeller, Fullbright vakıflarının burslarıyla Türkiye’den kimler gitti acaba ABD’ye, diye düşündüm. Dünyanın en zengin, en saygın vakıflarının CİA için paravan görevi yaptıkları kimin aklına gelir.”
CİA, kültürel soğuk savaşta, “tarafsız” ve kişilikli aydınlardan nefret ediyor. Mutlaka ABD çizgisine bağlamaya çalışıyor. Bu nedenle en çok Jean-Paul Sartre’dan nefret ediyorlar. Sartre’in etkili dergisine karşı Paris’te dergi çıkarıyorlar. Dünyayı izleyen şair, çevirmen, yazar Özdemir İnce, Saunders’in kitabından sonra hayıflanmaktan kendini alamıyor: “Meğer CİA’nın en etkili silahı Encounter dergisini okumak için boşu boşuna abone parası ödemişim yıllarca. İstesem bedava gönderirlermiş. Fransa’da yayımlanan Preuves dergisini almak için Hechette dükkânlarına taşınıp durmuşum. Meğer Jean-Paul Sartre’ın Les Temps Moderns dergisini madara etmek için çıkartıyorlarmış.”
NERUDA’YA NOBEL VERİLMESİNİ ÖNLEMEK
Saunders’in kitabında, CİA’nın Nobel edebiyat ödülüne nasıl müdahale ettiğine ilişkin bilgiler de var. 1964 yılında Nobel ödülünün Şilili komünist şair Pablo Neruda’ya verileceğine ilişkin duyumlar alan CİA, Sovyetler Birliği’ne dost bu şairin ödülü almaması için harekete geçiyor. Elinin altındaki dergilerde Neruda aleyhine bir karalama kampanyası başlatıyorlar. Stalinist olduğunu, şiirlerinin estetik değerinin zayıf olduğunu, şeddeli bir komünist olduğunu en ağır karalamalarla harmanlayan yazılar yayınlıyorlar. Sonuçta CİA başarılı oluyor, o yıl Nobel’i Neruda’ya vermiyorlar.
Ama 1964 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nün verildiği isim açıklanınca, Kültürel CİA’cılar ödül Neruda’ya verilmiş olsaydı duyacakları üzüntüden daha çoğunu duyuyorlar. O yıl ödül Jean-Paul Sartre veriliyor ve o da ödülü almayı reddediyor.
Bizim Nobelli yazarımızın Lenin gibi büyük bir devrimciden “adam öldürme emri veren” olarak söz etmesinin, rastlantıyla olduğunu düşünmemek gerektiğini, Saunders’in kitabını okuduktan sonra daha iyi anlıyoruz.
Bizde Soğuk Savaşın aydına müdahalesini Yalçın Küçük Türkiye Üzerine Tezler ile Aydın Üzerine Tezler’de araştırdı ve yazdı. Orhan Pamuk’a Nobel verildiğinde yazar arkadaşlarıyla bir basın toplantısı düzenleyerek bunun emperyalizmin bir oyunu olduğunu açıklayan Demirtaş Ceyhun’un da adı “Soğuk Savaş” Yazıları olan bir kitabı var. 50’lerden itibaren Amerikan süttozuyla birlikte Amerikan edebiyatının da nasıl fonlanarak Türkiye’ye sokulduğunu şöyle anlatır: “O günleri yaşamış yayıncılardan dinlediklerimize göre, Amerikan konsolosluklarında görevli memurlar, kollarının altında kitaplar veya dosyalar, bütün yayınevlerini yıllarca kapı kapı dolaşmışlardır. (…) bazı kitapları Türkçeye çevirterek ve bir kuruş çeviri ücreti de istemeden yayınevlerine sunmuşlardır. Hatta, bu kitaplardan bazılarını önerirken de, yayımlanır yayımlanmaz bin tane satın almayı bile garanti etmişlerdir.” (Demirtaş Ceyhun, “Soğuk Savaş” Yazıları, Sis Çanı Yayıncılık, 2001, İstanbul, s.20)
Saunders’in yazdığı tarih Türkiye’de de karşılığını bulmaktadır.
Soğuk Savaşın kültürel cephesi, kapitalizme karşı mücadelede insanlığı kafada silahsızlandırmıştır. Ufku kapitalizmden ötesine kapalı bir düşünürler ve sanatçılar kuşağı ortaya çıkmıştır. Sistemiçi çözüm arayışları, reformist öneriler radikal çıkışlar olarak sunulmuştur. Sovyetlerin çöküşüyle birlikte patlayan Postmodernizm, aklın, bilimin, gerçekçi sanat ve edebiyatın düşmanlaştırılması bu sürecin bir ürünüdür. Emperyalist kapitalizmin insan bilincine müdahalesinin eseridir.
Soğuk Savaş, insan yaratıcılığını ortadan kaldıran, direniş, mücadele ve umudu ortadan kaldırmak için icat edilen bir savaştır. Dün Sovyetler Birliği’ne karşı yürütülen bu savaş, bugün, sömürüden kurtulmak için arayışa giren bütün insanlığa karşı verilmektedir. İnsanlığın bu savaştan zaferle çıkmasının yolu, ilkin kafalarımızda silahlanmaktır. Sistemin edebiyatını, felsefesini, sanatını topyekûn kültürünü reddetmek, geçersizliğini görmek ve göstermektir…