Hangi cumhuriyet?
Türkiye birinci Cumhuriyet’in yüzüncü yılına doğru ilerlerken, Saray Rejimi’nin yıkılma olasılığının gittikçe güçlendiği tarihi bir kırılmanın eşiğinde duruyor ve bu eşik, yeni bir kuruluş için kaldıraç işlevi görebilir.
Geçtiğimiz gün Londra Kraliyet Parkları yetkililerinden bir açıklama geldi. Açıklamada, Kraliçe II. Elizabeth’in ölümü üzerine Saray kapısının önüne daha fazla “paketlenmiş marmelatlı sandviç” bırakılmaması, çiçekle yetinilmesi rica ediliyordu. Evet, kraliçenin ardından yas tutan monarşist İngilizler, kraliçenin sevdiği tazecik marmelatlı sandviçleri kelimenin gerçek anlamıyla sokağa atmış ve oracıkta çürümeye bırakmıştı. Bu sırada İngiltere’de her üç çocuktan biri derin yoksulluk çekiyordu (1).
Elizabeth’in cenazesi için Birleşik Krallık’ın yaklaşık 9 milyon dolar harcama yapması bekleniyor. Devletin kasasından bunca para çıkarken yeni kral Charles da annesinden edindiği 500 milyon dolarlık kanlı miras için tek kuruş miras vergisi ödemeyecek. Dudak uçuklatıcı miktarlar. Her yedi yetişkin İngiliz’den biri yemek bulamadığı için günde bir öğün atlamaya başlamışken, devlet yetkilileri bütçe açığını telafi etmek için bundan sonra yurttaşların iki öğün birden atlayacaklarını umuyorlardır belki de!
Bugünlerde Birleşik Krallık’ta her şey cenazeye ayarlanmış durumda. Öyle ki yurttaşların cenazeleri, hastane randevuları bile iptal ediliyor. Elizabeth’in cenazesinin dolaştırıldığı kentler boyunca monarşiyi protesto eden Cumhuriyetçiler ise gözaltına alınıyor.
Her şey ne kadar da saçma ve adaletsiz, değil mi? Tüm bu olan bitenler tam bir akıl tutulmasını işaret ediyor. Neyse ki iyisiyle kötüsüyle bu topraklarda saltanatı devirip cumhuriyeti kurduk ve bu saçmalıklardan kurtulduk. Tabii büyük ölçüde…
Bugün anayasal olarak hâlâ bir cumhuriyetiz ama Saray Rejimi’nin inşa ettiği Başkanlık Sistemi’yle adı konulmamış bir monarşi altında yaşadığımızı söylersek hiç de abartmış olmayız. Ülkeye dair her şeyin tek bir adamın kararına bağlı olduğunu, ailesinin devletin tüm olanaklarından yararlandığını ve adeta bir hanedana dönüştüğünü, vergilerimizle kendine bin odalı Saray yaptırdığını hatırlatmaya bile gerek yok. İşte bu Saray Rejimi karşı-devrimci misyonunun önemli bir kısmını tamamladı ve Cumhuriyet’i tüm kurum ve değerleriyle fiilen tasfiye etti. Ancak önünde hâlâ tamamlamayı başaramadığı ideolojik hegemonya kurma görevi duruyor.
İşte bunun içindir ki Saray’ın, kutuplaşma yaratıp siyaseten üste çıkmayı umduğu söylemler üretme hevesi bitmek bilmiyor. Bunun içindir ki İzmir’de yüz binlerce kişinin katıldığı Tarkan konserini hazmedemeyip, Tunç Soyer’in sözleri üzerinden Osmanlı tartışması açıyor, hain Vahdettin’i savunuyor, ecdad ezberlerini temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp yeniden önümüze koyuyor. Çünkü biliyor ki o konsere katılanlar Padişaha ve yasaklarına biat eden tebaa değil, özgürce yaşayan yurttaşlar olmak istediklerini gösteriyorlar aslında. Konserde bulunanların politik bilinci bir yana, en geniş cepheden bir Saltanat-Cumhuriyet mücadelesi veriliyor.
AKP iktidarının sık sık Osmanlı’ya sarılması Cumhuriyet’le hesaplaşma güdüsünü açığa çıkaran ideolojik bir yönelim olmanın yanında, yakın coğrafyaya emperyal düşlerle saldırmanın destekleyici söylemi olma özelliğini de taşıyor. “Bir gece ansızın gelebiliriz”ler, “Emevi Camii’nde namaz kılacağız”lar, “82 Musul, 83 Kerkük”ler hep bu emperyal heveslerin saltanat düşüyle desteklenmesiyle ağızlardan dökülüyor (2).
Bu noktada saltanata, onun emperyal heveslerine karşı omuz omuza verdiğimiz kitlelerle birlikte yanıt bulmamız gereken şu soru ortaya çıkıyor: Biz hangi Cumhuriyet’in mücadelesini veriyoruz, vermeliyiz?
1923’te kurulan (birinci) Cumhuriyet, eksiğiyle gediğiyle, hesabının sorulması gereken hatalarıyla birlikte, her şeye rağmen bu topraklarda önemli bir devrimci sıçrama yarattı. Ama geriye dönüp açıkları yamanabilecek bir Cumhuriyet artık yok. Tabutuna son çivi çakılalı epey oluyor. O halde bize ikinci bir Cumhuriyet gerek ama 90’larda Mehmet Altan’ların düşlediği liberal soslu bir cumhuriyet de değil bu. Yeni, başka bir cumhuriyet.
Türkiye birinci Cumhuriyet’in yüzüncü yılına doğru ilerlerken, Saray Rejimi’nin yıkılma olasılığının gittikçe güçlendiği tarihi bir kırılmanın eşiğinde duruyor ve bu eşik, yeni bir kuruluş için kaldıraç işlevi görebilir. Peki bu kritik eşikte kimin sözünün ağırlığı olacak? Öfkeli genç arkadaşlarıyla Suriye’yi ve Türkiye’yi kan gölüne çeviren fetihçi Yeni Osmanlıcıların mı? İstanbul Sözleşmesi’ni dinen caiz bulmayıp kadınların yaşam hakkını yok sayan siyasal İslamcıların mı? Kürtler’i Beyaz Toroslar’da kaybedip eşit yurttaşlığı çok gören milliyetçilerin mi? Memleketi babalar gibi satıp halkı kuru ekmeğe muhtaç eden özelleştirme şampiyonlarının mı? Bunlar bize yeni bir kuruluş değil, yalnızca yeni bir kabus yaşatabilir.
Bu kabusun baskın gelmemesi için verilmesi gereken, emekçi karakterli bir Cumhuriyet yaratma mücadelesidir. Gericiliğe karşı laikliği, faşizme karşı özgürlüğü, içeride ve dışarıda savaşa karşı barışı, emperyalizme karşı bağımsızlığı, sömürüye karşı emeğin hakkını savunma mücadelesidir. Tüm bu mücadelenin gerçekleşebilmesinin garantisi ise iradesini eline almış ve özneleşmiş bir halk olabilir ancak. Bunu sağlayacak olan ise işçilerin, emekçilerin, kadınların, gençlerin, emeklilerin, engellilerin, Kürtlerin, Alevilerin, LGBTİ+’ların, tüm ezilenlerin siyasete doğrudan müdahale etmesini sağlayacak politikalar ve örgütlenme olanaklarıdır. Bu politika ve olanakları yaratma görevi de kuşkusuz solun, sosyalistlerindir (3). Bu yöndeki çabalar yakında kıvama gelecek ve ittifak çatısı altında sahaya inilecektir. Önümüzdeki günlerde, ittifak politikaları ve olanaklarının bu çerçevede daha çok konuşulacağını, tartışılacağını öngörebiliriz.
Tarihin bu önemli dönemecinde “AKP gitsin de yerine kim gelirse gelsin” kolaycılığına kapılmayıp, yıllardır sağ politikalara mahkum edilen ülkenin geleceğini soldan şekillendirme sorumluluğunu alacakların işi kolay değil. Ancak yirmi yıldır tek bir gün bile Saray’a teslim olmayanlar eşit, özgür, adil, laik, barış içinde bir Cumhuriyet’i kendi elleriyle mutlaka kuracaktır. Buna eminim. Fakat İngiltere İşçi Partisi kraliçenin önünde diz çökme utancından kolay kolay kurtulur mu, işte ondan emin değilim.
(1) İngiltere’deki yoksulluk üzerine The Guardian’da çıkan haber için: https://www.theguardian.com/society/2022/may/09/more-than-2m-adults-in-uk-cannot-afford-to-eat-every-day-survey-finds?CMP=share_btn_tw
(2) Burjuvazinin bir devrimle alt ettiği feodalite, kapitalizmin özsel bir yönelimi değildir ama emperyalizmin kurduğu sermaye “imparatorlukları” için işlevliyse monarşilerin oldukları yerde durmalarında bir sakınca görülmez. Kuşkusuz emperyalist İngiltere için durum tam da böyledir.
(3) Saray Rejimi altında ülke tümüyle yıkıma uğramışken yeni bir siyasi ufka bakan politikalar bütünlüklü olmak zorundadır. Halkın birbirini kesen, birbirine değen, yumak olmuş dertlerine derman ancak bu tür politikalarla mümkün olabilir. Başka yazılarda değinmek üzere bu başlığa şimdiden not düşmüş olalım.