Eğer…

Atın ya da binek hayvanlarının sırtına konulan, biniş takımı olan, güvenli bir şekilde hayvana tutunmayı ve oturmayı sağlayan eyerden kuşkusuz bahsetmiyorum. Konuşurken, ‘y ve ğ’ harflerinin söyleyişi, bazen ayırt edilemediğinden bu cümleyle başladım.

Öyleyse neden bahsediyorum. Haydi, soru diye gelsin: ‘Eğer’, nasıl bir sözcüktür?

Yani, bir bağlaç olarak, koşul anlamını güçlendirmek için, koşullu cümlelerin başına getirilen bir sözcükten bahsediyorum…

Eğer bu yazıyı yazarsam, ne dediğim anlaşılabilir mi?

Eğer bu yazıyı okursan, üzerinde düşünmeye değer mi?

Eğer yarın da kar yağışı devam ederse, trafiğe çıkmak zorluk içerir mi?

Eğer bu cari açık devam ederse, geçim sıkıntısı daha da artabilir mi?

Eğer aşılanmazsak, pandemiyi alt etmek mümkün olabilir mi?

Eğer sana seni sevdiğimi söylersem, sen…

Eğer dinleme sabrı gösterirsen, ben…

Eğer barış için…

Eğer özgürlük için…

Eğer bu gün…

Eğer yarın…

Eğer, eğer, eğer…

Kısacası ‘eğer’ sözcüğü koşul cümlelerinin kilit açıcısıdır.

İngilizce gramerinde, ‘if clause’ konusudur ve Türkçedeki gibi şartlı cümle kurmak için kullanılır.

Son Gara olayında, böyle şartlı bir cümleyi, ABD Dışişleri sözcüsünün ağzından işittik…

‘If-eğer’ ile başlayan ve ‘doğruysa’ sözcüğü ile devam eden bir cümle kurdu ve ekledi, “GARA’da gerçekleşen infazların sorumlusu diye PKK’yı ve bunun, bir terör olayı olabileceğini, kabul edebiliriz”…

Tabii kıyamet koptu. Bu, hem sözcünün heyecanlı olduğuna ve deneyimsizliğine verildi ve hem de bu arada, Türkiye’de nasıl bir tansiyon oluşabileceği ABD’de tarafından test edilmiş oldu! Bu, ABD’li sözcünün deneyimsizliği, heyecanı falan değildi. O kadrolarda oturanlar, hangi sözcüğü ne zaman, ne şekilde kullanacakları konusunda, tahminlerimizin ötesinde deneyimli ve hazırlıklı personeller arasından seçilir kuşkusuz. Ya da bu konu da yeterince eğitimden geçirilmiş olmaları gerekir… Yani ABD her zaman ki gibi tepeden baktı.

Burada Gara olayının analizini yapacağım düşünülmesin. Elbette bir analiz yapılabilir ve fakat her konunun söz söylemeyi gerektiren bir düzeyinin olması gerektiğini bilecek kadar da sınırlarımı biliyorum…

Öyleyse bu açı üzerinden, farklı bir yönelimle ‘eğer’ meselesine bakmak gerekir.

BİDEN YÖNETİMİ TÜRKİYE’YE NASIL BAKIYOR?

ABD seçimleri öncesi, dünyanın pek çok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de verili üç cenah bulunuyordu. İlki, Biden yönetimini kutsayanlar, diğeri Trump yönetiminin devamında Türkiye’nin daha rahat edeceğini düşünenler ve üçüncüsü de aralarda geçirgenlikler olsa bile, her iki aday tipolojisine hayırhah bakmayarak, sürecin her halükârda, Türkiye’ye yeni sıkıntılar getireceğinde hem fikir olanlar.

Daha önceki yazılarda da esasen yazmıştım. ABD’de iktidara gelen Demokrat ve Cumhuriyetçilerinin ve hele Başkanların, siyasi öznel koşulların belirleyicisi olmadığını ve ‘establishment denilen müesses nizam’ ın sonuç olarak ABD çıkarlarının asıl belirleyicisi olduğundan bahsetmiştim.

Financial Times gazetesinde, çok yeni ve güncel bir makale yayımlandı. Yazar, Biden’ın Mısır lideri Sisi, İsrail Başbakanı Netanyahu, Suudi veliaht Selman ve Erdoğan’la telefon görüşmesi yapmadığını ve beklediğini söylüyor.

Yine tam bu aralar, İsrail’de bir televizyon programında Netanyahu’ya aynı konu hatırlatılıyor ve Biden sizle neden görüşmüyor diye soruluyor. O da gülerek, “görüşecektir, merak etmeyin” yanıtını veriyor.

Biden, yılların deneyimli siyasetçisidir. Netanyahu ile neredeyse kırk yıllık özel dostluğu da var. Daha önemlisi, İsrail, ABD’nin bölgedeki biricik gerçek müttefikidir. Erdoğan’ı yakından tanıyor. Birbirlerini kameralar önünde kucaklayıp öpecek kadar samimiyet sergilemişlikleri de var. Kuşku yok ki, Biden, diğer liderlerle de öyle. Yani görüşürler mutlaka. Görüştüklerinde de Türkiye açısından bakarsak, bu, memlekete özelde bir onur falan katmaz ve sevindirik olmayı da gerektirmez. Ne ki, ABD müesses nizamının Türkiye’yi şimdi nereye koyduğuna ilişkin bir çıkarım yapılabilir.

Türkiye, ABD için bir NATO müttefiki bile sayılmıyor. Yeniden terbiye edilmek durumunda olan, Amerikan sirkinin vahşi hayvanlarından birisi olarak, yeniden kafese sokulmak istenmektedir.

Bunu, ABD mahfillerinde saklayan falan da yok. Biden, seçim konuşmalarının tümünde Erdoğan’ı devireceğini, bunun darbe değil seçimlerle olacağını ve muhalefeti destekleyerek bunu başaracağını daha önce defalarca söyledi. Bu söylemlerin içinde, yeni ABD Dışişleri Bakanı da var. Bakana atfen, “sözde ve güvenilir olmayan müttefik” cümleleri, dünya basınında önemli haberler olarak geçildi. Burada acı veren taraf, Erdoğan’a açılan savaşın, Türkiye ahalisinin demokratik tercihlerine, şimdiden ket vurma vurgusudur. Diyelim ki seçimle değişim sağlandı; bunu ABD servisi ile değil, seçmenin kendisi başarmış olsun. Yani şimdiden, yapılacak bir seçimdeki olası değişiklik üzerine, bir ABD gölgesi yansıtılmaya çalışılmıştır.

Kısacası, denklem sadece Erdoğan’ın götürülmesi değil, esasen Türkiye’nin terbiye edilerek yeniden NATO’nun sadık bekçisi haline getirilmesi meselesidir. Müesses nizamın asal bakış açısı, burayla bitişmektedir.

TEMCİT PİLAVINA YENİ DÖKME SUYU…

Trump’ın Orta Doğu politikası, göreceli olarak Orta Doğu bölgesindeki tek belirleyicilik konumunda önemli mevzilerin terk edilmesiyle sonuçlanmıştır. ABD, Irak’ta var. ABD, Suriye’de var. ABD, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de ya kendisi olarak veya vesayetçileriyle beraber var. Ne ki, ABD terk ettiği kimi pozisyonlarla Rusya, Türkiye ve İran’ın önünü hayli açtı. ABD, Kafkasya’da vardı. ABD, Kuzey Afrika’da büyük ölçüde ön plandayken, şimdilerde geri plana çekilmiş oldu. Böylece ABD kısmen mevzi kaybetmiş oldu. Biden yönetimindeki ABD’nin, öncelikli birincil alanı, Rusya’dan çok, Çin’le mücadeledir ve ‘Yeni İpek Yoludur’.

Oysa yeni ipek yolunun anahtar çıkış bölgesi Orta Doğu’dur ve artık bu bölgede, beğenmese de ABD’nin başka ortakları var. Trump’ın, Pentagon’un itirazlarına karşın, yaptığı iş, Atlantik paktının da kapısı olan Orta Doğu’da kimi mevzilerini yeni bölgesel güçlere, hayat suyu gibi, kısmen terk etmesidir.

Türkiye, coğrafi ve sair nedenlerle bir bölgesel güç olarak ABD çıkarları ile çatışır bir noktaya geldi. Türkiye ve Rusya ilişkileri, bütün iniş çıkışlara karşın, pragmatik bir ortaklığın sürdürülebilir düzeyde gerçekleştiğine dair işaretlerle dolu. Bu Türkiye’nin bir aktör olarak Suriye, Irak ve Kafkasya cephelerinde Rusya ve İran’la beraber rol sahibi olduğuna da işaret ediyor. Keza, Doğu Akdeniz’deki görüntü, dışlanan bir Türkiye manzarasına, Türkiye’nin gambot diplomasisi ile direndiğini de yansıtıyor. Kuzey Afrika ve Libya örneğinde, satranç tahtasında taş değişimleri olsa da Türkiye’nin halen pozisyonunu koruyabildiği işaretlerini içeriyor.

ABD için diğer bir engel ise, Türkiye’nin sadık bir Amerikan silah ithalatçısı pozisyonundan, kimi ABD pazarlarına ihracatçı ve rakip olarak nüfuz etmeye başlaması…

Bunlar, Türkiye için, yeterince ‘eğer’ faktörüdür.

Eğer Türkiye silah platformları üretiminde bu denli bağımsızlaşırsa ve öngördüğü menzile ulaşırsa, ABD bu istenmeyen rekabeti görmezden gelemez. Bunun için Erdoğan’da götürülmeye çalışılır. Bunun için, desteklenebileceği söylenen muhalefet, iktidar olur ve aynı tutumu sürdürürse, onun da başına örülecek çorap aynı türden olur.

ABD’ye en tabi olunan dönemlerde, onun NATO paravanı olan üslerini, kapatan Ecevit’e de, Demirel’e de ABD’nin hangi donları biçtiği hafızalardadır. Yani yaptıkları, yapacaklarının garantisidir.

Yani pilav, her dönemde ABD çıkarıyla çatışanlara su kaldırtılarak fazlasıyla yeniden yedirilmiştir.

Bunu yazarken şunu demiyorum. Yapacak bir şey yok, boğun eğdirtirler…

Hayır (!) ve elbette bu kabul edilemezdir. Tersine, boyun eğmemek için, nasıl mevzi almalıyız hesabını daha derinden yapmak mecburiyeti vardır.

SEÇENEKLER ÜZERİNDE DÜŞÜNMEK…

Görünen köy, iki seçeneğin olduğunu gösteriyor.

İlki, sağ seçenek iktidarlarla, yola devam etmektir. İktisadi tercih olarak kapitalist yoldan bölgesel pozisyonu da geliştirerek güç ve kalkınma biriktirmek. Bunun için elde her boydan siyasi antite ve sermaye, bu memlekette bulunuyor. Bir yığın sağ siyasi parti var. Sosyal demokratlıkta konumlanmakla beraber, sağ iktisadi tercihlerle çok sorunu olmayan bir ana muhalefet partisi de bu tuluatın en önemli parçası.

Bu yapı, siyasi partiler bakımından bir iktidar bloğu ve bir de egemen blok olarak ayrıştırılmak durumunda.

Egemen blok, ABD için söylenen ‘müesses nizam’ kavramından başka bir şey değildir. Egemen blok sadece seçimlerle, parlamentoya taşınan siyasi partileri referans almaz. Onun ardında iktisadi sistemin sermaye üretim faktörlerini ve birikim çıkarlarını esas olarak içerir. Söz gelimi, son günlerin Türkiye’sinde, en çok telaffuz edilen askeri platform üreticilerini ele alırsak, devlete dayalı büyük vakıf askeri üretici faktörlerin yanında, özel girişim 800 çekirdek firmanın koordinasyonu ve bunların etrafına halkalanmış 1500 e varan diğer irili ufaklı imalatçılar var. Bunlar, yarattıkları katma değerin, iktidar bloğuna yansımasını sağlayacak egemen blok olarak elbette üstte yer alacaklar. Bu egemen blok, sadece silah üreticileri falan da değildir. Diğer sanayi ve hizmet üretim sektörlerinde bulunan devasa sınıfsal bir ağdır. Bunlar sadece ‘yerli ve milli’ falan da değildir. Yabancı ortaklıklar, doğrudan yabancı sermaye, sanayi sermayesi dışındaki finans sermayesi gibi devasa bir büyüklüğü içermektedir.

İktidar bloğu, siyaseten üzerine rol yüklenen ve temsili olarak görünürdeki siyasi parti/ler iktidarını şekillendirmektedir. Hele başkanlık rejimi ile öne çıkan ittifaklar yapılanması, bu iktidar blokları için iyi örnektir. ‘Cumhur’ ile ‘Millet’ ittifakları bunun en iyi yansıyan örnekleridir. İttifak elemanı siyasetçilerin, içsel konumları da din vurgusunu temel alanlarından, milliyetçilik ideolojisini öne çıkaranlara veya sosyal demokratından göreli sosyalist kimlik teslimiyetlerine kadar neredeyse bütün spektrumları içerir durumundadır. Benzerin, benzerle beraberliği açısından bakıldığında, içsel odaklanmalarda kimi farklı sayılabilecek kümelenmelerin olmasıyla beraber, şimdinin egemen rengi, dini vurgusu önde olan, milliyetçi bir iktidar bloğunu öne çıkarmaktadır. Bunun seçim sandığı bakımından, halen alıcısı da en zengin oy oranlarını barındırmaktadır.

İkinci seçenek, gerçek bir sol-halkçı seçenektir. Halkçılık gevşek bir kavram olmakla beraber ilkine göre kamucu, eşitlikçi ve bağımsızlıkçı özneleri içinde daha fazla barındırır. Bu yapı içinde programatik bir sosyalist toplum inşasını öngören partileşme ya da örgütlenme çabaları, bugünkü haliyle yakın dönem Türkiye gündemine hayalini vurduracak çapta görünmemektedir.

Esasen, yaşanan günlük hayat ve toplumun geçim derdinden, işsizliğine kadar çare olması gereken her canlı yaşam sorunu, adını koymamakla beraber sosyal/sosyalist düzenlemeleri çok ağır basan bir iktidar alternatifini çağırıyor olmasına karşı, bunu başa güreştirecek bir siyasi özne, öncü ve sınıfsal örgütlenme ortada yoktur.

Ne demeli, eğer olsa, ‘başka bir dünya mümkündür’; ne ki şimdilik yoktur…

Laf daha uzamasın. Ozanımız Can Yücel’in “Eğer” şiirini hatırlayalım. Hatta bulup okuyalım.

O şiirden iki satırlık dize ile bu yazı da sonlansın…

“Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.”

nuriabaci@gmail.com