Yaşanılan süreçte uzaktan eğitim mi, yüz yüze eğitim mi konuları tartışıladursun, ben sizlere yaklaşık beş yıl önce bizzat yaşadığım “dip dibe eğitim” deneyimimden bahsedeyim.
Türkiye’de, zaten uzağında olduğumuz evrensel Üniversite anlayışından tamamen koparak bir başka tarafa savrulmak üzere olduğumuzu gördüğümden, bir akademisyen olarak oldukça genç sayılabilecek bir yaşta (52) emekliye ayrılmıştım.
Aradan birkaç sene geçtikten sonra güvendiğim bir meslektaşımın ısrarı üzerine, onun hayallerini ve enerjisini paylaşmak, yardımcı olmak ve içeriden görme deneyimini yaşamak üzere bir vakıf üniversitesinde görev almaya razı oldum. Dip dibe eğitimi, ya da gerçek deyişle eğitimsizliği orada gördüm. Aşağıda yazacaklarım tamamen gerçektir ve bundan yaklaşık beş yıl öncesine aittir.
-
Üniversite yaklaşık 7-8 000 m2 kapalı alana sahip olup, eski bir fabrikadan bozmaydı ve burada 15 000 kişi doldur-boşalt yöntemiyle neredeyse vardiyalı tabir edilebilecek bir şekilde derslere girip çıkıyorlardı(Mühendislik Eğitimi veren bir birimde tek bir bölüm için 10 000 m2 kapalı alana uygun öğrenci sayısının 1 000 civarında olması gerekti ğ ini söyleyebiliriz) . 30m2 havalandırmasız sınıflara 25-30 öğrenci buyur ediliyordu. Koridorlar çoğu zaman o kadar kalabalık ve duvarlar arası ses yalıtımı o denli yoktu ki, derse hocaların da öğrencilerin de konsantre olması neredeyse olanaksızdı.
-
Üniversitenin mutlak hakimi -yani şirketin sahibi- mütevelli heyetinin başkanıydı. İdari personel, başta genel sekreter ve daire başkanları olmak üzere onun gözünün içine bakıyorlardı. Yasa ile tanımlı akademik kurulların aldığı kararların ve rektör onayının hiçbir kıymet-i harbiyesi bulunmamaktaydı. Yazın işyerine şortla gelen özgürlükçü ve öğrenci dostu mütevelli heyeti başkanı ile öğrencilerin ortak bir whatsapp hesabı vardı. Bu hesap, şikayetçi olunan hocaların başkana jurnallendiği ve “müşteri her zaman haklıdır” denilerek hocaların kulaklarının çekildiği bir ortam olarak kullanılmaktaydı.
-
Üniversite bünyesinde idari bilimlerden mühendisliğe, iletişimden güzel sanatlara kadar birçok bölüm mevcuttu ve bütün öğrenciler bu binada okumaktaydılar. Yeni bir bölüm açılması gündeme geldiğinde bir başka bölüm için daha önceden oluşturulmuş başvuru dosyalarının “copy-paste” sayılabilecek bir yenisi hazırlanıyor, o bölüme özgü bazı özellikler ekleniyor, kütüphane, kafeterya, sınıf, laboratuvar gibi kullanım mekanları sanki sadece bu bölüme özgü imiş gibi yazılıyor (tüm yeni bölüm başvurularında aslında aynı rakamlar ve büyüklükler ifade ediliyor) ve dosya onay için YÖK’e arz ediliyordu. Bölümün öğrenci alabilmesi için kadrolu en az üç öğretim üyesine sahip olunması kuralı da, öğrenci alımına izin verilmiş yakın konulu bölümlerden geçici süreliğine hoca devşirilmesi yöntemiyle hallediliyordu. Örneğin, mekatronik bölümü mü açılacak, iki hoca elektronik, bir hoca makine mühendisliği bölümünden geçici transferle mekatroniğe, YÖK öğrenci alımına onay verdikten sonra evli evine köylü köyüne. İnternet sayfalarında yer alan “kadromuz” başlıklı kısmın altı zaten boş, belirtilen hocalar ya dışarıdan ders saati ücretli geliyor, ya aslında hiç yoklar ve popülariteleri ya da unvanları yüzünden bu listede yer alıyorlar, yani belirli bir aylık karşılığında isimlerini satıyorlar.
-
Öğretim üyelerine verilen ücret toplamı fazla gelmiş olacak, YÖK ‘ün almış olduğu bir tavsiye kararına uygun olarak derslerin kredi yüklerinin (toplam ders saatleri olarak düşünebiliriz) azaltılmasına karar verildi (kim karar verdi, elbette şirketin sahibi !). ODTÜ, İTÜ vb. köklü üniversitelerin Türkiye’nin en nitelikli öğrencilerini kabul ettiği mühendislik bölümlerinde toplam kredi 150-160 civarında iken, (yani bu kredi, iyi bir öğrenciye mühendis unvanını ancak kazandırabilir denilmiş iken) bizim okul kredi sayısını 138’ e düşürmeye karar verdi! Üstelik bu kredilerin 30’unu İngilizce dersleri için kullandı ( İngilizce dersleri uzaktan eğitimle toplu halde verilmeye uygundu ve elbette şirkete maliyeti de daha azdı ). Bununla da yetinilmedi, yaz stajları eğitim programlarından çıkarıldı. Birçok bahane üretilmesine rağmen bu kararın asıl nedeninin staj süresince öğrencilerin sigorta ödemelerinin üniversite tarafından yapılması gerekliliği olduğunu biliyorum.
Bir diğer konu da uygulamalı derslerde laboratuvar gereksinimi. Ne yazık ki, soğan zarına bakmak için kırtasiye mikroskobu bile olmayan üniversitede moleküler biyoloji ve genetik bölümü açıldı, öğrenci aldı. Hatta belki mezun bile vermiştir. Yasaya göre vakıf üniversitelerinin her birinin arkasında bir garantör devlet üniversitesi olmak durumunda. Laboratuvar, atölye vb. büyük masraf gerektiren konularda sırtlarını garantörlerine (yani devlete) dayamaktan daha güzel çözüm olabilir mi? Yüksek maliyet gerektiren laboratuvar altyapısı için devlet olanakları hizmetinizde! Gerçi onlar da yoğunluktan başlarını kaldıramıyor, kendilerine bile yetemiyorlar..
Elbette kendi suçları değil ama ne yazık ki bilgileri, yetenekleri ve önceki eğitimleri yetersiz olan birçok öğrenciye diplomalar verildi ve verilmekte. Kendi yaşadıklarımdan derlediğim kadarı ile şunu ifade edebilirim ki, bu konuların çalışmaya çalıştığım üniversite ile sınırlı olduğu sanılmasın; vakıf üniversitesi olarak nitelenen kurumların en az %80’inin bu veya benzer durumda olduğunu söyleyebilirim. Ve bu tiyatro, YÖK’ünden bu üniversitelerde çalışan öğretim üyelerine, idari personelinden öğrencilerine kadar herkesin bildiği ve dahil olduğu bir sır olarak yıllardır oynanmakta.
Soracaksınız : Senin işin neydi orada diye ? Bu soruyu kendime sormaya başladıktan sonra, verdiğim dersin ait olduğu sömestr bitene kadar kaldım ve sonrasında (bir temmuz ayında) ayrıldım. Beni olaya dahil eden iyi niyetli, enerjik hocamız ise benden altı ay önce arkasına bile bakmadan kaçmıştı zaten.
Sonuç: Üniversite ile ilgili sorunlar onları yazabilenlerin duyurduklarından çok daha büyük ve köklüdür. Lafı evirip çevirmeden (mühendisçe) söylemek gerekirse, yaşamak istediğimiz sosyalist düzene ulaşabilme konusunda katedilecek daha çok yolumuz var. Hakim yönetim bir şekilde devrilir ve çoğunluğunu ötekileri temsil ettiği varsayılan siyasetler iktidara geçerlerse, sakın ola ki parlamenter rejime dönme konusunda aceleci olmasınlar. Eskinin gücünü kullanarak bunu normalleşme süreci olarak değerlendirsinler. Muhtemelen bu, kaybolan yılların telafisini hızlandıracaktır. Bu süreçte Üniversiteler için ne yapılmalı derseniz, bence öncelikli olarak son yirmi yılda yapılan tüm doktora tezleri, doçentlik ve profesörlük atamaları masaya yatırılmalıdır. Vakıf Üniversitelerinin durumu incelenmeli ve evrensel değerleri dışlayan kötü örnekler derhal ortadan kaldırılmalıdır. Bu duruma gelişe göz yuman öğretim elemanları hakkında soruşturmalar başlatılmalıdır. Adı sözde Üniversite olan ve yöresinin gereksinimlerini karşılamaktan ziyade kadrolaşma ortamı ve propaganda aracı olarak varlığını sürdüren devlet üniversiteleri kapatılmalıdır. Bunlara cesaret edilebilirse arkası gelecektir. Unutmamak gerekir ki, bir ülkenin kurumlarının seviyesi özünde, bileşik kaplardaki gibi, aynıdır. Kaba sıvı eklediğiniz zaman tüm kollarda seviye aynı boyutta yükselir…