Değerli dostlarım, bu kez yazacaklarım biraz öznel olacak. Eğer ciddiye almazsanız ‘duygusal bir anına denk gelmiş’ diye düşünüp umursamayın gitsin.
10’lu yaşlarımda Hüseyin Cevahir vurulduğunda, Deniz Gezmiş yakalandığında, Kaypakkaya işkencelerle yok edildiğinde, Kızıldere’yi, Nurhak’ı, darağaçlarını ve nice, nice, nicelerini duyduğumda yatağımda sessiz sessiz ağlayan bir çocuktum. 1978 yılında Genç Öncü üyesi oldum. Bahçelievler’de arkadaşlarımı yitirdim. Sonrasında da fikirlerimi aynı eksende korudum, savundum. Mesleki yaşantımda, elverdiğince bu fikirleri hayata yansıtmaya çalıştım. Aile ve arkadaş çevremde bu fikirleri hep korudum, kolladım, arkasında durdum. Çevremi buna göre oluşturdum. Bana yakın (aynı olmasa da) görüşleri samimiyetle savunanlarla dost oldum. İflah olmaz insanları ve dönekleri kendimden uzak tuttum, dışladım. Bu nedenlerle olsa gerek çevremde sadece güvenebileceğim insanları bıraktım, sayıları az oldu ama öz oldu.
Günümüz teknolojisine – biraz da emekli olduğum mesleğim icabı – yakın olmaya çalışıyorum. Sosyal medya denilen ortamı, yanlış bilgilendirme, saptırmalara maruz bırakma, yanıltma, yönlendirme ve koşullandırma nedenleriyle çok sevmemekle birlikte sadece Facebook üzerinden fikirlerimi ve aktarmak istediğim diğer konuları sınırlı ve güvendiğim dostlarımla paylaşıyorum. Ancak beni üzen ve ciddi ciddi düşündüren bir konu var : Bu ülkede okuma merakı ve isteğinin oldukça düşük olduğunun ayırdındayım. Sınırlı sayıda tutmaya çalıştığım Facebook dostlarımla (yaklaşık 150 kişi) bir köpek resmi paylaşıyorum 100 kişi beğeniyor, 5 saniyelik bir video gönderiyorum beğenenlerin rakamı aynı mertebede, 10 satırlık bir yazı gönderiyorum, satır sayısı kadar kişi beğeniyor, eminim yarısı da okumamış ayıp olmasın diye tuşluyor. Dostlarım, derdim beğenilmek, paylaşılmak falan değil yanlış anlaşılmasın. Ancak çaba harcamadan, okumadan nasıl paylaşacağız, anlatacağız, bilgileneceğiz, ilgileneceğiz ve devrim yapacağız. Birilerinin gelip bizim adımıza bir şeyler yapmasını ve onların yaptıklarını alkışlayacağımız günlerin gelmesini mi bekliyoruz. Bu ülke insanının yaptığı hep bu oldu zaten, gelin farklı bir şeyler yapalım.
Konuyla pek alakası yok ama bir hikayeyle sonlandıralım.
Atina’da önemli bir soruna çözüm aranırken kürsüye fikrini söylemek üzere filozof Demostenes çıkar. Ancak kekeme olduğundan sözünü dinletemez. İnsanlar sürekli kendi aralarında konuşmakta, filozofu dinlememektedir. Bunun üzerine Demostenes ‘bir hikaye anlatacağım sonra kürsüden ineceğim’ diye bağırır ve sessizlik olunca anlatmaya başlar:
‘Bir yolcu Atina’dan Megera’ya gitmek için bir eşek kiralamış, O, eşeğin üzerinde kiralayan eşeğin sahibi de yayan olarak birlikte yola çıkmışlar. Derken öğle sıcağı bastırmış, biraz dinlenmek ve yemek yemek için durmuşlar ama hiç gölgelik yokmuş ve eşeğin sahibi hemen eşeğin gölgesine sığınmış, eşeği kiralayan ‘sen çekil benim gölgede oturmam lazım’ demiş. Eşeğin sahibi itiraz etmiş: ‘tabii ki ben oturacağım ,eşeğin sahibi benim ‘ demiş. Yolcu ‘ama eşeği kiraladım’ deyince de, ‘ben sana eşeği kiraladım gölgesini değil’ demiş ve aralarında kavga çıkmış.
Hikayeyi dinleyen herkes dikkat kesilmiş ve hikayenin sonunu bekliyormuş ama Demostenes bu noktada kürsüden inmiş ve uzaklaşmaya başlamış, dinleyiciler ’hey ne oldu sonunda, hikayenin sonunu anlat’ diye bağrışmaya başlayınca Demostenes kürsüye dönmüş ve demiş ki ‘ben sizin için çok önemli bir konuda bir şeyler anlatmaya çalışıyorum ama siz eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz’ ve yürüyüp gitmiş..