“Hamlet”ten yüzyıllardır alıntılanan bir sahnedir. Oyunun ilk perdesinin dördüncü sahnesinin sonunda, Horatio’nun: “Nereye varacak bunların sonu?” sorusuna Marcellus, sonraki çağlarda politik tiyatronun tarihine geçecek ve türlü simgelere kaynaklık edecek olan şu yanıtı verir: “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığında…”
Zamanın Almanya’sında, Wittenberg Üniversitesini bitiren Danimarka Prensi Hamlet, ülkesine geri döner. Wittenberg, Martin Luther’in üniversitesidir. Dolayısıyla Hamlet, bir ayağı ile Rönesans’ta ve Luther’in Reform hareketinin içersindedir. Oysa geri döndüğü ülkesi Danimarka’da iktidar mekanizmasına egemen olan anlayış, henüz ortaçağın sınırlarını aşamamıştır.
Bundan ötürü kimi yorumcular, Hamlet’e ilişkin ve varlığını zamanımıza kadar sürdürmüş olan “kararsız aydın” nitelendirmesine katılmazlar. Onlara göre Hamlet ne kararsızdır, ne de bilinçsizdir. Çünkü kendi öz kardeşini öldürerek tahta geçmiş ve Hamlet’in annesiyle, yani eski kraliçeyle evlenmiş olan amcasını da, onun yatağına giren annesin de aslında çok iyi “okumuştur”. Yani bütün olup bitenlerin farkındadır. Bu nedenle, böyle bir iktidar yozlaşmasına karşı bir Rönesans aydını kafasıyla savaşım verilemeyeceğinin de farkındadır.
Danimarka’daki Elsinore Şatosu, bu olup bitenlerin geçtiği sahnedir. Yani o zamanın Beştepe’sidir. Ancak aradan geçen beş yüz yıllık süreçte Batı siyasi düşüncesi, yeni Elsinore’lerin inşasına kolay geçit vermeyecek bir çizgiye ulaşmıştır. Çünkü Rönesans ve onunla birlikte inancın karşısında doruklarına ulaşan eleştirel düşünce, Beştepe’lerin değil, sadece özgür parlamentoların ve demokrasinin filizlenebileceği zeminleri yaratmıştır.
Bu yüzden “Çürümüş bir şeyler var şu Danimarka krallığnda…” söylemi, o iklimlerde salt bir siyasi uyarı simgesidir. Ama bizim iklimlerimizde Beştepe, Elsinore ortamlarına geri dönüştür ve bu, 2016 yılında elbette üzerinde düşünmemiz gereken bir gerçektir.
Biz, iktidar olgusunu hep uyguladık; ama tarihimiz boyunca altını hemen hiç düşünce ile beslemedik. Bu yüzden gerek Devlet’in, gerekse siyasi iktidarın ancak toplumu ve bireylerin yararına varolabileceği üzerinde hiç düşünmedik. Elsinore’nin sınırlarının ötesine geçemediğimiz için, sonunda Mustafa Kemal Cumhuriyeti’in başkentinde Beştepe’lerin varlığına da hem zemin hazırladık, hem de tıpış tıpış alıştık.
Partisinin başına geçtiğinden bu yana tam dokuz seçim yitiren ve hâlâ koltuğunda kalmak gibi, sanırım dünya demokrasi tarihinde eşi olmayan bir rekoru kıran sayın Ana Muhalefet Partisi Liderimiz, aylarca Beştepe’nin aleyhinde atıp tuttuktan sonra aldığı ilk davetle o mekâna koşarak gitti!
Biz, Cumhuriyet ile birlikte yivme kazanan hemen bütün çağdaşlaşma girişimlerimizde hep bir şeyler almakla yetindik. Ama aldıklarımızı, kalıcı olabilmeleri için, nerelere, hangi temellere oturtmamız gerektiği gibi düşünsel bir çabayı hiçbir zaman yeterince ciddiye almadık.
Hukukları ve yasaları aldık, ama adalet düşüncesini almayı unuttuk.
Bizim de işçi sınıfımız olsun istedik, ama olanların madenlere gömülmesi karşısında yeterince tepki sergileyemedik.
Sanatlarımız ve sanat akımlarımız olsun istedik, ama dünyadaki her sanat akımının önce bir düşünce akımı niteliğiyle ortaya çıktığı ve ancak ondan sonra kendine uygun dışlaşma/ifade biçimleri aradığı olgusu nedense hiç dikkatimizi çekmedi!
Kısacası, biz hep “gibi, gibi” yaşadık.
Böyle bir yaşam tarzı bizi tarihteki Elsinore’lerin ardından ancak Beştepe’lere götürebilirdi.
Ve çok şükür, oraya vardık!