Son haftalarda ve belki de son birkaç ayda diyebiliriz; AKP iktidarının (ve Erdoğan’ın) Türkiye’yi yönetemediği, kontrolü kaybettiği ve devrilmesinin kesin olduğu iddiası artık daha fazla gündeme geliyor. Mevcut tabloya göre, sürdürülemeyen ve fakat buna rağmen terk edilmeyen bir iktidarın varlığından söz edilebilir. Şimdi Türkiye’de, neoliberalizmin temel sloganlarından sayılan, “Yükselen dalga bütün gemileri yüzdürür” ilkesiyle hareket ederek bugüne gelen ve artık çok zengin insanlardan oluşan bir yerel plütokrasi kontrolü ele geçirdi de denebilir. Ya da şöyle söyleyebiliriz, toplumun bütününü ilgilendiren kurumlara ve bu kurumların uyumlu bir bütünlüğünü temsil edeceği varsayılan devlete karşı güvenin ve sadakatin yıkıldığı bir düzensizlik evresindeyiz.
Aynı “düzensizlik” veya “çöküş” evresinde, “AKP sonrası dönemin nasıl olması gerektiği” hakkında tartışmalar da dikkat çekici biçimde gündeme geliyor. Bu tartışma başlıklarından birkaçını biraz daha öne çıkarmak ve AKP sonrası dönemde liberal ortalamacılığın üstün hale gelmesini engelleyecek bir köktenciliği savunan devrimci muhalefet açısından görünür kılmak faydalı olabilir. Zira bu tartışmalar, içinden geçtiğimiz süreci yeterince çözümleyebilmek ve AKP’nin çöküşünün ilerici muhalefetin doğrudan yükselişi anlamına gelip gelmediğini öngörebilmek açısından da dikkate değer ayrıntılar barındırıyor.
DEVLETE NE OLDU?
İlk neoliberal devlet denemesi Pinochet darbesiyle birlikte Şili’de uygulanmaya başladığında, ülkedeki tüm kamu kaynakları özelleştirilmiş, halk yararına kurumlar kapatılmış, doğa sömürüye açılmış, ekonomi IMF’ye teslim edilerek ülke bir borç batağına sokulmuştu.
Süreç Türkiye’de de aynı biçimde işletildi. 12 Eylül tankları, Özal liberalizmi, Kenan Evren’in miting meydanlarında elinden düşürmediği Kuran’la dinci gericiliğin bir siyasal özneye dönüşmesi, IMF anlaşmaları, AKP’yi iktidar yapan kadroların darbe döneminde devlet marifetiyle mayalanması…
Neoliberal kapitalizm çeşitli hamlelerle küçülttüğü “devlet”in yapısını; serbest piyasayı ve özel mülkiyet haklarını koruyacak bir kurumsal çerçeve üretmek ve bu çerçeveyi çeşitli güvenlik araçlarını da devreye sokarak sürdürmek biçiminde belirlemişti. Devlet örneğin; eğitim, sağlık, toprak, su, çevre, sosyal güvenlik gibi başlıklarda halkın ihtiyaçlarını karşılayacak kaynak yaratmak yerine, bu ihtiyaçların satın alınabileceği piyasalar yaratmakla görevlendirilmişti.
Gelgelelim, sonraki aşamalarda iki temel sorun ortaya çıktı. Birincisi, sistem üst sınıfların belirli kesimlerini ihya etmiş olsa da sermaye sınıfının bütünü için yeterli kâr oranlarını sağlayamadı. Dolayısıyla ikinci sorun, birbiriyle çekişen yeni iktidar bloklarının ortaya çıkması oldu. Neoliberal iktidar ütopyası sermaye sınıfının kar oranlarında ortaya çıkan düşüşü bir kez daha işçi sınıfının ve yoksul kesimlerin haklarını ellerinden alarak gidermeye yöneldi. Devletin tarafı da belliydi: Neoliberal proje ancak baskı yöntemleriyle ve çoğunluğun özgürlüğü kısıtlanarak sürdürülebilirdi.
İşte şimdi bizim “otoriterleşme” diye iktidarlara yakıştırdığımız yönetim biçimi, 2000’li yıllarda kapitalist sınıf açısından bir “kaçınılmaz durum” olarak ortaya çıktı. Çekişen iktidar blokları, otoriterleşme, yükselen ırkçılık, yeni tip bir sağcılığın boy vermesi ve özgürlüklerin gasp edilmesi aynı tablodaki fırça darbeleri olarak okunmalı.
TÜRKİYE'DE DEVLET VAR MI?
Her ne kadar yoksul kesimlerin talepleri söz konusu olduğunda doğru sayılsa da, “devlet yok” söylemi yerine “devlet artık bu” demek daha gerçekçi görünüyor.
AKP hükümetinin belirgin bir “küçültme” ve “tekleşme” stratejisiyle devletin bütününün yerine geçerek hareket etmeye başlaması ve bürokratik bir otoriteyi devreye sokması, öte yandan bu otoriterizmi gözle görülür bir faşist diktatoryaya dönüştürme çabası yeni sayılmaz. Kimilerine göre hala marjinal sayılabilecek faşist iktidarlar, Türkiye dahil bazı ülkelerde ana akım yönetim biçimine dönüştü. AKP iktidarının faşizmi bir süreç olarak devreye soktuğuna kanıt olabilecek birçok örnek verilebilir. İşaret fişeği sayılabilecek ve en özetleyici örneklerin ise; LGBTİ+ yurttaşlara yönelik resmileşen ayrımcılık, camilerde kılıçla kılınan namazlara bezenmiş hilafet çağrıları, Kürt (ve yabancı) düşmanlığının sürekli kullanılan bir enstrümana dönüşmesi ve paramiliter örgütlerin etkin kullanılması olduğunu söyleyebiliriz.
Şüphesiz ki, Türkiye’de Saray Rejimi eliyle gerçekleşen köklü dönüşümle birlikte, cumhuriyet döneminde topluma nüfuz eden devlet yapısının ciddi ölçüde değiştiği de kabul edilmelidir. Yani bugün, bilinen anlamıyla; sermaye sınıfı tarafından doğrudan kontrol edilebilen, birbirini dengeleyebilecek farklı kliklerin yer tutabildiği, topluma karşı gerçekleri perdeleyen bir “adalet” anlayışına sahip olan ve tüm bunlarla birlikte rasyonel bir nitelik taşıdığı söylenebilecek bir kapitalist devletten söz etmek mümkün değildir.
Bunun yerine, sermaye kesimleri arasındaki rant paylaşımını sürekli hale getirecek ihaleleri yöneten, toplumsal algıyı yanıltıcı biçimde belirleyecek yöntemleri devrede tutan ve bu süreçleri tehdit eden odaklara karşı şiddet uygulayan bir devlet aygıtı oluşturuldu. Büyük büyük ağaçlar, dalga dalga ormanlar yanarken ortada görünmeyen polisin ve jandarmanın, ağaçların kesilmesini durdurmak isteyen insanları yerlerde sürüklemesidir artık devlet… Yani acizlik ve yoksunluk tanımlamaları yeterince açıklayıcı değil, küçültülmüş, törpülenmiş, bileylenmiş ve konumu yeniden tayin edilmiş bir devlet mekanizması görevinin başındadır.
Bir noktaya daha dikkat çekelim; Türkiye’de misyonunu rant paylaşımını güvence altına almakla sınırlandıran devlet, varlığını da çeteler ve çıkar grupları arasında süreklileşmiş bir rant kavgasının etkisi altında sürdürmektedir. Üstelik son yıllarda ortaya çıkan devlet içi çatışmalar, geçmişte olduğu gibi farklı ideolojik-politik yön ve yöntemlere sahip kapitalist klikler arasında yaşanmıyor. Bütünüyle, güvenlik, inşaat, enerji, maden, uyuşturucu ticareti gibi alanlarda ortaya çıkan ve çok büyümüş olan rant pastasının paylaşılmasıyla ilgili bir kavga söz konusudur.
İşte bugün Erdoğan’ın ve AKP’nin yönetemediği bir süreçten bahsedeceksek, bir süredir çıkar grupları koalisyonu olarak sürdürülen devleti ele geçirmiş olan klikler arasında ortaya çıkan çatışmaların bu sürecin yönetilemeyen unsurlarından biri olduğunu söyleyebiliriz.
YOLU KİM KESİYOR?
Hayali bir takım amaçlara milletçe ulaşılacağının anlatılması, lidere itaat edilerek ayakta kalınacağı düşüncesi, milli ruh ve kültürü temsil ettiği söylenen “yeniden doğuşçu” ideoloji, ultra-milliyetçilik anlayışı, parti rozetleri, üniformalar, özel amblemler, bayraklar, simgeler… Bütün bunlarla birlikte; güdü ve dürtülere mahkum edilmiş, düşünsel destekten yoksun hareket edecek bir kitlenin yaratılması…
Yirminci yüzyıl tarihinde birçok örneği var. Faşist iktidarlar bütün bu sembollerle birlikte kitle psikolojisinin belirlenebileceğini çok iyi kavramıştı. Saydıklarımızın azı değil fazlası Türkiye’de AKP iktidarı döneminde de görüldü. Faşizmin kitle psikolojisini oluşturma eylemi, yaşandığında korku ve öfke üreten, okunduğunda hayrete düşüren bir süreç olarak yaşanıyor.
Yukarıda özetle resmedilen türde bir faşist kitle profili, AKP’yle temsil edilen iktidar bloğunun toplumsal ayağı olarak yaratılmaya çalışıldı. Tamamıyla başarısız olduklarını söylemek ise içinden geçtiğimiz günlerde pek kolay değil.
İktidarın yoksul kesimlerin sorunlarını görmezden gelerek onların haklarını tırpanlayan ve itiraz edene baskı uygulayan bir model olarak sınırlanması, devletin çıkar guruplarının semirdiği bir arpalığa dönüştürülmesi ve otoriterizmden beslenen bir milliyetçiliğin büyütülmesi gibi faktörler, bahsettiğimiz bu toplumsal kesimin kendisi gibi olmayanlara dönük öfkesini büyütmesine de psikolojik zemin sundu. Şimdi Manavgat’ta, Marmaris’te, Konya’da, Ankara’da ortaya çıkan ırkçılığın, AKP ve Erdoğan’ın çöküş sürecinde yönetemediği unsurlardan bir diğeri olmaya aday olduğunu da ileri sürebiliriz.
İktidar ve muhalefet özneleri arasında yaşanan; ekonomik kriz, pandemi, mülteci tartışması, yangın, uluslararası meseleler gibi tüm gerilimler, AKP faşizminde algısı dumura uğratılmış, saldırgan bir psikolojiyle hareket eden bu kesimdeki öfkeyi ve siyasal alana olan güvensizliği daha fazla açığa çıkarıyor.
Türkiye’de devletin toplum üzerinde hegemonya kuramadığı, ekonomik ve sosyal sorunları kendi lehine aşamadığı süreçlerde paramiliter güçleri devreye soktuğu ve AKP’nin de bu yöntemi halihazırda kullandığı artık genel bir doğrudur. Ancak az önce sözünü ettiğimiz kesim bu söylenenin ötesinde bir özgünlüğü de ifade ediyor. Artık sadece doğrudan iktidarın yönlendirmesiyle hareket ettiği söylenemeyecek bu halk öbeği, son mülteci tartışmalarında görüldüğü gibi muhalefetin çeşitli söylemlerinden de etkilenerek saldırgan biçimde ortalığa saçılabiliyor.
Yeni bir duruma (ve riske) işaret eden, öte yandan kontrolsüzlüğe de meyleden ve “diğer” olanlar için tehdit barındıran bu kesimle ilgili ilk aşamada şu saptamalar yapılabilir.
Birincisi, AKP’nin, MHP’nin ve devlette yer tutmuş olan her bir çetenin kontrol ettiği, otonom biçimde kontrol etme kapasitesi taşıdığı yahut gelecek günlerde kullanmak istediği için kayıtsız kaldığı bu toplum kesimi, kısa sürede birkaç sosyal medya paylaşımıyla saldırgan bir güruha hızla dönüşebildiğini ve cinayet işleyebileceğini gösterdi. Bugün mülteciler, Kürtler, devrimci muhalefet için tehdit unsuru olduğu görülen bu saldırgan kesimin, yakın gelecekte toplumun diğer parçalarının yaşam haklarına veya örneğin seçim güvenliğine dönük de olası bir tehdit potansiyelini temsil ettiğini tahmin etmek de zor değil.
İkincisi, ilerici muhalefet tarafından belirli bir iktidar programıyla yönlendirilmediği ve örgütlü bir önderlikle önüne bariyer çekilmediği durumda, bu kesimin AKP ve/veya benzeri karanlık güçler tarafından etki altına alınması, aklıselimle değil, öfke ve düşmanlıkla hareket etmesi, ya da şimdi muhalif bilinen çeşitli aktörlerinin bu öfkeyi büyütecek tutumlar takınarak yeni bir faşist hareketin tabanını oluşturmaya hizmet etmesi de ne yazık ki ihtimal dahilindedir.