Çoklu krizler dünyasında, doğacı komünizm ve eko-sosyalist mücadele
Elbette eko-sosyalistlerin de beslenme, giyim-kuşam, enerji kullanımı başlıklarında yeşil göz boyamadan farklı bir etiği kendi örgütlü ilişki ve faaliyet düzlemlerinde bugünden geliştirmenin yolları üzerine düşünmeleri gerekiyor.
Gezi isyanının 9. yıl dönümü vesilesiyle yazdığım yazıların sonuncusuyla karşınızdayım. En azından haziran bitmeden bitirebildim diye düşünüyorum. Günümüz vahşi kapitalizminin doğayı ve emeği sınırsızca talan etme faaliyetlerinin, yol açtığı felaketler katmerlenirken, farklı türden grip salgınları birbiri ardına dizilmesi, aynı faktörlerin kapsamlı bir biyolojik yıkımı da gündeme taşıdığını gösterdi.
NEOLİBERAL DOGMAYI SÜRDÜRMENİN LİBERAL VE OTORİTER YORDAMLARI
Covid-19 pandemisi ücretli emekçilerden başlayarak, geniş toplum kesimlerinin alım güçleriyle iş-sosyal güvencelerini düşürdü. Son aylarda pandeminin sisi-dumanı dağılırken, üzeri örtülen neoliberalizmin krizi, finans sermayesi ve tekelleri kurtarmak için başvurulan parasalcı politikaların maliyeti yüksek enflasyon olarak, emekçi sınıfların karşısına ücretleri eriten bir canavar suretinde dikilmeye başladı. Krizden mali oligarşinin ideal iktisat politikası neoliberalizm dairesinde kalınarak çıkmanın yolu, maliyetleri dışsallaştırmaktan geçiyor. Irkçı-şoven Bush-Trumpgillerle liberal ve sosyal demokratlar sermaye birikiminin talep ettiği neoliberal yıkım ve sömürüyü savaş ve işgal yöntemleriyle emperyalist ülke sınırlarının ötesindeki coğrafyalara aktarma konusunda ortaklaşıyorlar. Yakın zamanda tarafsızlığıyla ünlü İsviçre, Finlandiya, İsveç gibi ülkelerin de hızla ABD-İngiltere öncülüğündeki NATO savaş katarının ardına dizilme arzusunu bununla da ilişkilendirmek gerekiyor.
Zamane faşistlerinin ayrıksı yanı, neoliberal sınırsız yıkım ve sömürüyü aynı zamanda içe doğru da genişletmeyi savunmalarıdır. Bu anlamda, göçmenleri, azınlıkları, yerli toplulukları yaşanan sosyal sorunların sorumlusu gibi göstererek düşmanlaştırmaları ve doğa korumasına dair sınırlı/biçimsel önlemleri çöpe atmalarıdır. Daha kuralsız ve acımasızca sömürme iradesinin temsilcilerinin hızlıca burjuva iktidar alternatifi konumuna yükselmeleri, onların yakın gelecekteki haleflerinin dünyayı yok edecek kanlı diktatörler olacağının sinyallerini veriyor.
Yaşanan ekonomik sorunların, hayat pahalılığının suçunu utanmazca asimetrik bir savaş içinde diz çöktürmeye çalıştıkları Rusya’nın tiranı Putin’e yüklüyorlar. Uygulanan savaş ekonomisi, halkın cebinden petrol ve silah tekellerine gelir aktarımını sağlamasına rağmen, ekonomik göstergeler daha iyiye gitmek yerine, büyük bir krize doğru yol alındığına işaret ediyor. Pek çok sosyal-ekonomik-ekolojik kriz dinamiği birbirine dolanıp bir kıyamet tablosuna doğru evriliyor. Gıda-kıtlık krizi, iklim değişikliğiyle bağlantılı afetler ve savaşlarla küresel güneyden kuzeye büyüyen göç dalgaları, bu büyük demografik altüst oluşun tırmandıracağı göçmen-yabancı düşmanlığı, ırkçı-mezhepçi linç, pogrom ve katliamlar… Dolayısıyla, Gezi’den 9 yıl sonra daha berbat bir noktadayız.
Gezi’nin mirasını olumlu anlamda ileriye taşımanın yolu, 2019 sonrası isyanlar içinde gündeme gelen üç ana konu başlığına (“temsili değil gerçek demokrasi”, “neoliberal otoriterliğe karşı yeni bir sosyal cumhuriyet” ve “sermaye rasyonalitesinin ötesinde ekolojist-müşterekleşmeci bir medeniyet”) ilişkin örgütlü/kolektif tartışmalar yürütmekten geçiyor. Seçim sathı mailine girilen Türkiye’de söz konusu üç temel gündemi, Saray Rejimi cenderesinden çıkış gündemiyle birleştirmek gerekiyor. Bunun yolu; temsilcileri doğrudan halk tarafından önerilip, barajsız biçimde seçilecek ve görevi yeni bir anayasa hazırlamak olan Kurucu Meclis’in oluşturulmasıdır. 2019 Sonrası isyan hareketlerinin de gösterdiği üzere, kurucu meclis emekçi ve ezilen toplum kesimlerinin olası bir demokrasiye geçiş sürecinde; inisiyatif alıp sözünü-taleplerini duyurması için en uygun araçlardan biridir.
DOĞACI BİR KOMÜNİZM İÇİN EKO-SOSYALİST MÜCADELE
19. yüzyıl burjuva demokratik devrimler ve sınıf mücadeleleri çağıydı, 20. yüzyılsa emperyalist kapitalizme karşı proleter devrimler ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin çağı oldu. Bu devrimler ve faşizme karşı zafer sayesinde 1945-80 arasında görece sınırlandırılan kapitalist birikim-sömürü rasyonalitesi neoliberal karşı-devrim sayesinde zincirlerinden kurtuldu. Bugün insanlığın bir geleceği olacaksa, bunun yolu 2019’dan beri sosyal eşitsizlik ve yoksullaşma karşıtı içerikle yeniden yükselen isyan dinamiklerini toplumun en geniş kesimleriyle anti-kapitalist bir zeminde birleştirmeyi sağlayacak bir hamle yapmaktan geçiyor.
Bu kritik hamle ancak isyanın sosyo-ekonomik dinamiklerini, küresel ısınma-iklim değişikliği gündemiyle bir program çerçevesinde bir araya getirebildiğimizde gerçeklik kazanabilir. Bunun yanında, sosyal adaletsizlik, yoksullaşma ve ekolojik yıkıma karşı mücadeleyi, derinleşen ekonomik krizin faturasını Rusya-Ukrayna çatışması dolayımından, önce Rusya’ya, akabinde İran ve Çin’e çıkartarak dışa aktarmayı hedefleyen ABD-İngiltere emperyalizmine karşı aktif bir barış-anti-militarizm-pasifizm politikasıyla birleştirmek gerekiyor.
Peki, burjuva ulus devletler ya da NATO emperyalist bloku ekolojik felaketlerle nüfusun on milyonlarla ifade edilen yer değiştirmesini yönetebilecek bir çözüme sahipler mi? Elbette hayır! Buradaki kritik öngörü, hem ekonomik-sosyal-hegemonik krizin Ukrayna’da açılışı yapılan yeni savaş süreciyle katmerleneceği, hem de ekolojik felaketlerin artacağı yönündedir. Bu ikili gerilim emperyalist kapitalist sistemin yetersizlikleriyle, sorunları büyüten asalaklıklarının daha fazla görünür olmasına ve tepki çekmesine yol açacaktır. Dolayısıyla, anti-kapitalist mücadeleyi daha fazla eko-sosyalist ve emperyalizm karşıtı mücadele biçimine büründürme ve buradan eko-sosyalist halk devrimleri çağını açmanın yolları üzerine düşünmemiz gereken bir tarihsel sürece girdiğimiz söylenebilir.
İçinden geçtiğimiz sosyal adalet temelli isyan hareketleri konjonktüründe, insanı doğanın düşmanı yapan, doğayı sınırsız bir kaynak olarak gören burjuva modernist rasyonaliteden ari kılacak bir epistemolojik kopuşa ihtiyacımız var. Çünkü burjuva bireyin sermaye birikimi tarafından güdülenen tüketim alışkanlıklarınca yapılandırılmış ihtiyaçlar hiyerarşisini parçalayacak yepyeni bir sosyalizm kavrayışı geliştirmeden, doğayla ilişkimizi dereleri, gölleri, ormanları, diğer canlı türlerini yok eden, insan merkezli dışsal-çevresel ilişki olmaktan çıkarmamız mümkün değildir. Bu anlamda, demokratik geçimsel planlama süreçlerinde, ilhamını geleceğin genelleşmiş bolluk toplumundan alsa da etiğini göçebe-yarı göçece toplulukların doğacı komünizminden türetmeliyiz. ABD’li Marksist epidemiyolog Rob Wallace’nin de işaret ettiği üzere, daha ağır pandemiler ve ekolojik felaketlerle karşılaşmak istemiyorsak, doğacı bir komünizmi, eko-sosyalist geçiş süreci kurgumuzla mücadelemize yol gösterecek bir üst ilke olarak düşünmek durumundayız.
KAPİTALİST YEŞİL GÖZ BOYAMAYA KARŞI EKO-SOSYALİZM
Kapitalizmin kendisini yeşil kıyafetlerle, bisiklet kullanımını arttırarak, geri dönüşüm çemberleri kurarak, bahçe-bostancılık, organik ürün, üretici pazarları vb. gibi faaliyetleri destekleyerek, elektrikli otomobil, kurşunsuz benzin, bez çanta gibi araçlarla kentli eğitimli küçük burjuva ve güvencesiz beyaz-gri yakalı prekarya içindeki çevreci duyarlılıklara hitap edebildiği biliniyor. Pek çoğu kapitalist şirket ve kuruluşların yaptıklarının “green-washing” (yeşil göz boyama) pratikleri olduğunu bilse de batıl inançlarla ağaçlara bez bağlayanlar, 13 numaralı koltuklara oturmayanlar gibi, “ya işe yarıyorsa” diye olumlamadan da duramıyorlar. Bunun ötesinde, bunları bir medeniyet ölçütü gibi benimseyip, söz konusu pratiklerin oluşturduğu çevreci habitusun dışında yaşamayı bir tür yontulmamışlık göstergesi sayıyorlar.
Halbuki tek başına Pentagon’un karbon ayak izinin 100 ülkenin toplamına eşit olduğu, çoğu ülkede bütün kırlar, ormanlar ve doğanın vahşi madencilik, endüstriyel tarım ve hayvancılık uygulamalarıyla talan edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Burada ve şimdi çöpleri ayrıştırmanın, sahillerde mıntıka temizliği yapmanın, marketlerde poşet kullanımını sınırlandırmanın burjuva-küçük burjuva bir tarzı hayat güzellemesi olmanın ötesinde ekolojik felaketleri önlemeye bir katkısı olmadığı gerçeğiyle yüzleşmekten başka çaremiz yoktur. Amazon Ormanları’nın endüstriyel hayvancılıkla yok edilmesinin ya da Fırat Nehri’ne siyanür sızıntısının yıkımını göstermek için şehrin çöp konteynerlarıyla, ayrıştırma kutularını şehrin işlek caddelerinin üzerine yığmak bugünün en dürüst eylemi olacaktır.
YEŞİL GÖZ BOYAMACILIĞIN KULLANIŞLI SOL LİBERALLERİNE KARŞI
Kadın özgürlüğü ve eşcinsel haklarıyla bütünlenen bu çevreci pratikler dolayımından pek çok küçük burjuva ve prekarya mensubu ekolojik yıkım karşısında kendilerine vicdanları temiz, özgürlükçü, demokrat insan olmanın maneviyatıyla şekillenen öznellikler inşa ediyorlar. Kapitalist tekeller, bankaların yanında CIA gibi dünyanın en eli kanlı örgütleri bile sosyal medyada bu öznelliklere hitap eden LGBTİ+ dostu çevreci maskesini takıp, bolca beğeniler alıyor. Tanınmış eşcinsel ve çevreci örgüt mensupları emperyalist ülkelerin konsolosluk görevlilerinin himayesi altında düzenledikleri etkinliklerin fotoğraflarını paylaşmakta çekince görmüyorlar.
Böylesi bir ortamda, sosyalistlerin daha fazlasını hem program ve söylemleriyle, hem de kendi sosyal ve bireysel yaşamlarında buna uygun bir etik-politik tutum içinde olması gerekiyor. Bahsettiğim eko-sosyalist kurtuluş mücadelesine en hakikatli biçimde önderlik edeceklerse, en mülksüz proleterler, onların kadınları, göçmenleri, yerli halkları, queerleri olacak gibi gözüküyor. Batılı-“beyaz”-burjuva-homofobik erkeklerle, emperyalistlerin, kapitalistlerin yanından fotoğraflar paylaşan STK’lar ve lobici yeşil, feminist ve queer arkadaşlarsa bizden uzak dursun.