Seçimler yaklaşırken bütün siyasi partilerin genişleme, kendi ideolojik ve siyasi etki alanlarının dışında kalan kesimleri etkileme çabası, siyaset sosyolojisi açısından çok ilginç bir manzara oluşturuyor. Sürpriz isimler, sürpriz adaylar ve sürpriz fikirler adeta birbiriyle yarışıyor.
Siyasi parti, kendi tarihsel köklerine, savunduğu ideolojiye hatta programa taban tabana ters düşen bir “isim”i saflarına kattığı zaman büyük bir başarı kazanmış gibi seviniyor. Taban ve sıradan seçmen, kafası biraz karışsa da, bu durumu zamanla normal karşılıyor ve muhtemelen yukarıdan gelen telkinlerle bunu bir güçlenme belirtisi sanıyor, yeni gelenlere misafirperver bir tutumla yaklaşıyor, hatta onların kendi emektar partililerinin önüne geçerek yönetime girmesini, aday olmasını vs. bir imkân gibi görmeye başlıyor.
Bu süreç aslında Özal’ın “dört eğilimi birleştirme” hedefiyle başladı. Aslında dört eğilimi birleştiren kendisi değil, 12 Eylül cuntasının getirdiği siyasi yasaklardı. İmaj oluşturmak için Amerikan tarzı “image maker” şirketleriyle ücret mukabilinde anlaşmalar yapmak da o dönemde başladı. Bazı arkadaşlar buna isabetli bir kavramla “cilalı imaj devri” demişlerdi. Fakat daha önce her şey yerli yerindeydi. Büyük toprak sahiplerinin ve burjuvazinin partisi AP’ye bir solcunun girmesi; Mustafa Kemal’e sürekli küfreden birinin CHP yönetiminde belirmesi; ya da bir tarikat şeyhinin veya siyasi İslamcı’nın TİP’e girip Aybar ya da Behice Boran’la zafer işareti yapması tasavvur edilemezdi.
AKP devri başladığında bu tutum iyice yaygınlaştı ve bir örüntü haline geldi. Siyasi İslamcı iktidar partisi, sosyal demokratların liderliğine soyunmuş adamları bakan, sosyalist militanlık etmiş kişileri milletvekili yaptı.
Mevcut siyasi yapıya baktığımızda, “bileşen” ve “kimlik” gibi, bildiğimiz siyaset sosyolojisinde yeri bulunmayan bir olguyla karşılaşıyoruz. Adam gayet rahat “biz bir bileşen”iz diye konuşabiliyor mesela ya da bir parti lideri “farklı kimlikler”i parti saflarına katmakla övünebiliyor. Bütün siyasi partiler farklı kimliklere yönelerek kendi kimliklerinden feragat ediyorlar ve çeşitli “bileşen”lerden oluşmaya başlıyorlar. Aslında bu durum siyasi alanda bir “bileşik kaplar etkisi” yaratıyor ve genel bir eğilim (trend) olarak bütün siyasi partiler birbirine benzemeye başlıyor. Her partinin içinde, aslında başka bir partide olması gereken bileşenler ve kimlikler yer alıyor.
Bu bağlamda, kimliklerin siyasi programların önüne geçtiğini ve esas belirleyen olduğunu görüyoruz. Belirli kimliklere sahip özneler o partiden bu partiye sıçrayarak paraşütle parti yönetimine geliyor, aday oluyor; siyaset alanında muazzam bir kimlik, özne ve bileşen hareketliliği yaşanıyor. Buna paralel olarak yeni bir siyaset dili oluşuyor. Selahattin Demirtaş, mesela, “Bütün kimliklerin ortak partisiyiz” diyor. Yani lazların çerkeslerin türklerin kürtlerin süryanilerin ermenilerin yahudilerin sosyalistlerin çingenelerin komünistlerin feodal ağaların liberallerin inşaat işçilerinin yurtsever kapitalistlerin burjuvazinin proletaryanın öğrencilerin öğretmenlerin herkesin içinde yer aldığı rengârenk çiçek bahçesi… Adeta bir çiçek dürbünü (kaleydoskop)! Farklı ortamlarda hafifçe sallandığında farklı bir bileşenler kompozisyonu beliriyor. Bu da herhalde insanların hoşuna gidiyor. Çocukken benim de bir tane vardı. Abarttığım için “gözün bozulur evladım” diyerek sonunda elimden almışlardı, çok üzülmüştüm.
Siyasi partiler rejiminin bir çiçek dürbünü haline gelmesinin sebepleri (emperyalizmin stratejik bölgelerdeki güçlü ulus devletleri etnik ve mezhep kimliklerine bölerek zayıflatma taktiği; 12 Eylül darbesinin yarattığı siyasi tahribatın aşılamaması; seçim barajı; siyasi nüfuzun maddi çıkarlarla elde edildiği kliental sistem; Amerikan tarzı seçim kampanyalarının aptallaştırıcı etkisi; sendikaların iktidarların uzantısı haline getirilmesi; her şeyi normal gösteren medya faktörü ve iletişim zorlukları; neo-liberal iktisat politikalarının orta sınıfta yarattığı “şahane hayat yanılsaması” ve daha pek çok şey) tartışılabilir.
Burada bir kötü, bir de iyi haber verilebilir.
Kötü olanı şu: bu siyasi rejim sürdürülebilir değildir; devletin ideolojik bunalımı, bölgesel savaşlar ve iktisadi krizle birleştiğinde, ya iç savaşa ya da sopayla gerçekleştirilecek bir restorasyon dönemine yol açacaktır.
İyi olanı ise şudur: sosyalist sistemin baskısından kurtulan emperyalist kapitalist sistemin, sadece iktisadi değil aynı zamanda ideolojik ve kültürel (insani) olan kendi krizinde dönüşü çok zor bir noktaya geldi. Bu durumun, Türkiye dahil dünyanın her yerinde farklı kimliklerin ve bileşenlerin zaman içinde sınıfsal olarak ayrışmasına yol açacağı, eğer biz marksist isek, bizim açımızdan kesindir.
Her iki durum da farklı örgütlenme ve stratejileri; birincisi, cephe siyasetini, ikincisi ise öncü parti ve sınıf siyasetini gerektirir.
Şimdilik kaydıyla önemli olan, çiçek dürbünleriyle eğlenmemek, insanların önüne bilinçli olarak konulan yapay gündemlerin tutsağı olmamak; gerçek niyetleri anlamaya, muhtemel sonuçları öngörmeye çalışmaktır.