Bir önceki yazımda ülke halkının bilinçli olarak cahil bırakılmışlığını bazı sayısal bilgiler ışığında ve ilk, orta öğretimden örneklerle değerlendirmeye çalışmıştım. Bu kez de lisans ve lisansüstü eğitime bakarak konuyu kısa bir yazı sınırlarında irdelemeye çalışacağım. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Türkiye’deki 20-25 Üniversiteyi (devlet artı vakıf) yazacağım olumsuzlukların dışında tutuyorum. Her şeye rağmen, gelenekleri, kadroları ve üniversite kavramına evrensel bakışları çerçevesinde üniversite olmaya gayret eden özverili bir kesim olduğu gerçektir.
1982 yılında üniversiteler arasında koordinasyon, uygulama birliği sağlamak gibi gerekçelerle kurulmuş olan YÖK, zaman içerisinde Üniversiteleri disipline etmeye çalışan ve ülkenin en fazla eleştirilen bir kurumu haline dönüştü. Öyle ki YÖK’ü kaldırma vaadi, seçime giren tüm partilerin kazandıkları takdirde yapacakları ilk işlerden biri haline dönüştü. Oysa gerçekte hiçbirisinin böyle bir niyeti yoktu; çünkü YÖK, üniversiteleri tek tip haline getirmeyi hedefleyen cahilliğe devam sürecinin bulunmaz bir aracıydı.
Arada bir faydalı işler yapılıyor izlenimi uyandırılmadı değil. Örneğin doksanlı yılların başlarında yurt dışına lisans üstü eğitim görmek için öğrenci gönderildi. Peki bu kişiler nasıl ve neye göre seçildi. Ülkeye döndüklerinde mecburi görev üstlenecekleri kadrolarının bulunduğu üniversitelerin ve bu üniversitelerin bulunduğu bölgelerin ve ülkenin gelişme gereksinimlerine göre mi seçildiler: Çoğunlukla hayır. Adaylar, oradan buradan buldukları adreslere ve hocalara yazarak kabul yazıları aldılar ve çekip gittiler. Çoğu, örneğin New York’a indiğinde ilk “cami nerede?” diye soracak tipte kişilerdi ve ‘FETÖ’nün yılmaz destekçileriydiler. Sonunda örneğin doğu illerinden fabrikası bile olmayan bir yerin üniversitesinde “robotik” veya “coğrafi bilgi sistemleri” konusunda! yurt dışında doktora yapmış ve ülkeye döndüğünde nasıl devam etmesi gerektiği konusunda bilgisi olmayan öğretim üyeleri türedi. Bildikleri şey yurtdışında yaptıkları şey olduğundan oradaki konuya devam etme – bir başka deyişle emperyalistlerin sorunlarını çözmeyi sürdürme- yoluna girdiler. Ülke kaynaklarını bizim için pek bir şey ifade etmeyen konularda harcadılar; yanlarına öğrenci bulamadılar vb.
Bugünlere geldiğimiz bu süreçte öğretim üyeliğine atanma ve yükseltilme kriterleri defalarca değiştirildi. Yabancı dil -özellikle İngilizce- öğrenebilmek için kişi başına düşen harcama miktarında dünya birincisi olan yurdum insanının doçent olabilmesi için gerekli yabancı dil seviyesini düşürdüler de düşürdüler. Kişinin çalışmalarından oluşan birer dosya hazırlanması konusunu “yayınların internet ortamında sunulması” haline indirgediler. O da yetmedi, hesapta okumuş bu cahiller, jüri önünde yapılan sınavı başaramıyorlardı, onu da kaldırdılar. 35 yıldır süren yardımcı doçentlik uygulamasının anlamsız olduğuna cumhurreisinin uyarısı üzerine bir anda ayılan anlı şanlı YÖK üyeleri o kadroyu da kaldırdılar. Her neyse konuyu dağıtmayayım.
Üniversitelerde lisans kontenjanlarının nasıl saptandığına ilişkin bu konuda kendisine güveneceğim bir kişinin şahitliğine dayalı şu gözlemini aktarayım. YÖK başkanı bütün üniversitelerin dosyalarını alarak asistanıyla birlikte bir odaya kapanır ve mevcut durumu ekrana yansıtarak şu şekilde bir yöntemle ilgili bölümün yeni kontenjanını belirler: “X üniversitesinin Y bölümü 40 öğrenci alıyormuş, bunu 60’a çıkaralım, ne dersin?”, “Hocam biraz fazla olur, fiziki ortam bu yükü kaldıramaz”, “O zaman 50 yapalım, ikinci öğretimi 60 yaparız, hem gelirler de ona göre artar”
Üniversitelerde “tam burslu, yarım burslu, vb.” farklı kategoriler yaratarak aralarında büyük nitelik farkı olan öğrencilerin aynı sınıflarda okumalarını sağladılar. Öğretim üyeleri ne yapsaydı, ders seviyesini nitelikli öğrenciye göre ayarlasa diğerleri isyanda (hele parayı bastırıp giren öğrencinin bir eli mütevelli başkanının Whatsapp numarasını girmek üzereyken); düşük vasıflı öğrenciye göre ayarlasa ötekilere yazık!
Derse girme durumunda kaldığım bir vakıf üniversitesinin öğrencilerinin durumunu anımsıyorum. Bence orta iki seviyesinde olan ve mühendis olmaları akla ziyan bu öğrenci kardeşlerime bazen öyle davrandığım oluyordu ki, eleştirme, yerme sınırından hakaret tarafına geçmemem için kendimi zor tutuyordum. Bir sınav esnasında kağıda bir şeyler karalayan ve yanında hesap makinası bile olmayan bir öğrenciyi uyardığımda bana “yaa hocam boşver, ben böyle bakkal hesabıyla hallediyorum” diyebiliyordu.
Derste not tutma sıkıntısından kurtulmak için tahtanın veya yansının cep telefonu ile fotoğrafını çeken öğrencilerin olduğu bir noktaya geldik. İte kaka işlenmesi gereken içeriğin üçte birini ancak tamamlayabildiğim bir dersin final sınavı için dedim ki “size on tane soru veriyorum, bunlardan dört tanesini sayısal değerleri de aynı olmak üzere sınavda soracağım”. Bütün dokümanların kullanımının serbest olduğu bu sınav hakkında bir öğrencinin diğerine şöyle dediğini duydum : “abi bu soruları muhakkak birilerine çözdürmeliyiz”
Kendi yaşadıklarıma bakarak bunların bütün için geçerli olduğunu savlamak gibi bir niyetim olamaz elbette. Ancak, ne yazık ki sistemli ve bilinçli bir cahilleştirme sürecinin sonunda gelinen bu noktada bunlara benzer binlerce örnek olduğuna eminim.
Çare ne diye sorarsanız “sil baştan” derim. Ülkenin bütün kurumlarının devrimine dayalı bir “sil baştan”. Bugün başlama şansımız olsa (dış ve emperyal dünya etkilerinden sıyrılabileceğimiz ümidiyle) belki elli sene sonra başarılabilecek bir süreç…
Yolumuz açık olsun.