Bütün dehşet evleri sakinleri, birleşin

Marx Kapital’in birinci cildinde, 1770 yılında iş yeri koşullarının düzenlenmesi üzerine bir kapitalistin yazdığı “An Essay on Trade and Commerce”ten bir pasajı şöyle aktarır: “Emekçi halk kendisini hiçbir zaman üstlerinden bağımsız saymamalıdır. Bizimki (İngilizler - İ.B.) gibi toplam nüfusunun sekizde-yedisinin hiç mülksüz ya da pek az mülke sahip olduğu bir ticaret devletinde ayaktakımını isteklendirmek son derece tehlikelidir. (…) Bu amaca ulaşmak için ve “tembelliğin, oburluğun ve aşırılığın kökünün kazınması”, çalışma ruhunun isteklendirilmesi, “işyerlerinde emeğin fiyatının düşürülmesi ve yoksulluk yükünün azaltılması” için, (…) halkın yardımına muhtaç hale gelmiş işçileri, yani tek sözcükle, yoksulları an ideal workhouse’a hapsetmek (gerekir - İ.B.). Bu ideal işyeri, yoksullar için “midelerini şişirecekleri, giyinip kuşanacakları, azıcık da çalışacakları” bir barınak değil, bir “dehşet evi” olmalıdır.” (1)

Kapitalistlerin bu “Dehşet Evi” ideali birkaç yıl içinde önce İngiltere’de, ardından tüm dünyada “fabrika”ların kurulmasıyla gerçeğe dönüşür. Artık kapitalizmin işçileri kontrol altında tutacakları ve durmaksızın çalıştırılabilmelerini sağlayacakları mekanlar fabrikalardır.

Bugün tam 250 yıl sonra kapitalizmin acımasız düşlerinde herhangi bir değişiklik olmadığı gibi, bu acımasızlığın fabrikalardan çıkıp yaşamın her alanına yayıldığını söylemek mümkün.

Günümüzde sömürünün alabildiğine gerçekleştiği tek yer fabrika değil. Sürekli iş cinayetlerinin yaşandığı inşaatlar, işçilerin tahtakurularıyla dolu yatakhanelerinde yatmak zorunda kaldıkları şantiyeler, oturmalarına izin verilmediği için günde on iki saat ayakta durarak hizmet veren mağaza çalışanlarıyla AVM’ler, onlarca kişinin konuşma uğultusunun duvarlarında yankılandığı ve kimi zaman bir penceresinin dahi olmadığı çağrı merkezleri, öğretmenlerine aylarca ücretlerini ödemeyip açlığa mahkum eden özel okullar, çalışanlarına fast food dışında yemek seçeneği sunmayıp obeziteye, kalp-damar sorunlarına davetiye çıkaran restoranlar ve daha niceleri.

Hangi iş kolu olursa olsun çalıştığımız tüm iş yerleri bugün birer dehşet evine dönüşmüş durumda. Öyle bir dehşet ki yaşananlar sonunda işçiyi ya sağlığından ya canından ediyor.

Geçtiğimiz günlerde İSİG Meclisi, Nisan ayında en az 220 işçinin iş cinayetinde yaşamını yitirdiğini açıkladı. Bu sayı 2020’nin diğer aylarına göre en yüksek ölümlü ayı yaşadığımızı gösteriyor (2). Bu artışın nedeni ise Covid-19 salgını. 220 işçinin en az 103’ünün Covid-19 nedeniyle yaşamını yitirdiği kayıtlara geçti. 11 Mayıs itibarıyla AVM’lerin yeniden çalışmaya başlamasını da hesaba katarsak çağımızın dehşet evlerindeki işçi ölümlerinin Mayıs ve Haziran aylarında daha da artacağı öngörülebilir.

İşte bu salgın koşulları, hiçbir önlem alınmadan işçilerin dip dibe çalışmaya zorlandığı iş yerleri ile varolan dehşetli durumu pekiştiriyor ve dehşet evi mekanlarına bir yenisini daha ekliyor: kendi evlerimiz.

Karantina koşullarında kimi işlerin uzaktan-çevrimiçi de sürdürülebileceği anlaşılınca “home office” çalışma düzenine geçildi ama bu yeni düzen kendini bir “yuva” sıcaklığında değil, Politeknik yazarı K. Efe Ersöz’ün ifadesiyle (3) “home hapis” biçiminde ortaya koyuyor.

Yeni iş yerimiz evimizde iş güvenliğinden yoksun, ergonomik çalışma koşullarından uzak, iş-özel yaşam ve hafta içi-hafta sonu ayrımının, hatta gün içinde öğle yemeği arasının bile fiilen ortadan kalktığı, hızlıca bir şey atıştırarak günü geçirdiğimiz, neredeyse 7/24 patronların ve dayatılan işin emrine amade bir ortamda yaşar olduk.

Ancak şaşıracak bir şey yok. Yaklaşık 150 yıldır Marx bizi olanlar ve olacaklar hakkında uyarıyor: “ (Patron işçilerin - İ.B.) Yemek zamanına el koyarak, elinden geldiğince onu da üretim sürecine katar, böylece, ocağa kömür atılır, makineye yağ verilir gibi, işçiye de, üretim aracıymış gibi, yiyecek verilir. (….) Bu emek-gücünün, zamanından önce tükenmesine ve ölümüne neden olur. Belli bir dönem içersinde emekçinin gerçek yaşam süresini kısaltarak, onun üretim süresini uzatır.” (4)

Yaşam süresini kısaltma pahasına çalışanı her koşulda maksimum sömürmeye dayalı dehşet mekanizması 2020 yılında hâlâ karşımızda.

Birkaç gün önce MÜSİAD’ın “izole üretim üsleri” kuracağı haberi basında yer aldı (5). 1000 işçi ailesinin içinde yaşayabileceği biçimde tasarlanan bu üs, tüm dış koşullardan yalıtılmış olarak, salgından etkilenmeden üretimini aralıksız sürdürebilecek. Sermayedarların sicili ortadayken yeşil alanların, dinlenme tesislerinin proje çiziminde göz boyadığı, görünüşte “ideal iş yeri” olan bu üssün geniş ölçekli yeni bir dehşet evine, iş-ev ayrımının ortadan kalktığı, aralıksız çalışmanın hüküm sürdüğü bir tür toplama kampına dönüşmeyeceğini kim garanti edebilir?

Marx’tan yaptığımız alıntılar Kapital’in “Normal Bir İş Günü İçin Savaşım” bölümüne ait. Marx bu bölümde verdiği çarpıcı örneklerle günde 12-14 saatlik çalışma süresiyle sömürünün zamansallığına ve mekansallığına işaret ediyordu.

Bugün sömürü mekanlarının yeni dehşet evleriyle çeşitlenmesi, neredeyse çalıştığımız her yerin bir dehşet evine dönüşmesi sınıfın bileşimini de çeşitlendiriyor. AVM, market-mağaza çalışanları, kafe-bar-restoran çalışanları, kargo işçileri, bankacılar, sigortacılar, öğretmenler, gazeteciler, yalnızca mavi yakalılar değil, kent emekçileri, gri yakalılar, beyaz yakalılar da bu bileşime dahil. Ancak çeşitlilik artsa da sömürü aynı sömürü, ezilen aynı ezilen, proletarya aynı proletarya.

Mekanların bu denli dağıtık olması aynı sınıfın parçası olanların, hele ki salgın koşullarında, yan yana gelip geleneksel sendikal faaliyetlerde bulunmasının önündeki en büyük engellerden biri (Sendikaların bugünkü güçleri ve eylem kapasiteleri ayrı bir yazı konusu). Bu durum emekçileri hem fiilen yalnızlaştırıyor, hem de birlikte mücadele olanaklarını ellerinden alıyor.

Ancak bu mekansal engelin sınırlandırmasını aşacak, salgın başladıktan bu yana önemi bir kez daha artan bir araç var elimizde: dayanışma ağları. Mahallelerde yurttaşların birbirine el uzatmasını sağlayan, iş kollarında benzer sorunlar yaşayan emekçilerin dertlerine derman arayan bu ağların sayısı her geçen gün artıyor. Aynı iş mekanında yan yana gelemeyenler mahallelerinde, hiç olmazsa çevrimiçi platformlarda bir araya geliyor.

Bu yerel ve mesleki dayanışma ağlarının yaygınlaştırılması, koordinasyonunun sağlanması ve ortak bir mücadele hattına evriltilmesi görevi ise önümüzde duruyor. Ekonomik kriz derinleştikçe bu ihtiyaç ileriki günlerde kendini daha da hissettirecektir. Biz de o ihtiyacı karşılayacak bir çağrıyla yazıyı noktalayalım:

Bütün dehşet evleri sakinleri, birleşin!

(1) K. Marx, Kapital Cilt I, Sol Yayınları, Dokuzuncu baskı, 2009.

(2) Ocak’ 114, Şubat’ta 133, Mart’ta 113 işçi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.

http://isigmeclisi.org/20383-carklar-donuyor-isciler-oluyor-nisan-ayinda-en-az-220-isci-yasami

(3) http://politeknik.org.tr/home-hapis-defterleri-i-k-efe-ersoz/

(4) A.g.e.

(5) https://ilerihaber.org/icerik/musiad-isciler-icin-toplama-kamplari-kuruyor-112915.html