Kişisel olarak son derece yoğun bir hafta, iki arada bir derede yazıyorum bu yazıyı. Bu nedenle fırça darbeleri biçiminde olacak köşe yazım, lütfen kusura bakmasın okurlar.
***
Lenin, kapitalizmin 20. yüzyılın başında girdiği yeni aşamayı, emperyalizmi, çok parlak biçimde analiz etmiş, Rus kapitalizmini inceden inceye çözümlemiş, düşman cephenin içindeki çatlakları çok iyi tespit etmiş bir devrimci önder. Bütün bunlar gerekli, yadsıyan çok yanılır.
Ama iş devrimci bir müdahale noktasına geldiğinde, partiyi ikna etmek için Lenin esas şu tahlili yapmış: Moskova ve Petrograd Sovyetlerinde çoğunluğu ele geçirmiş durumdayız. Baltık donanmasını oradaki hücrelerimize dayanarak kendi lehimize harekete geçirebiliriz. Bu üç noktadan vurursak, yüzde 99 başarırız. Ayaklanın!
Bu kadar somut ve bu kadar basit! Başarılı bir müdahale için gerek şart düşmanın, yeter şart ise özgücün tahlilidir.
Mao Zedung’un Çin Devrimi sürecinde yazdıkları ve ÇKP’nin kararları ise çok daha incelikli özgüç analizleri içerir. Ne de olsa ta Sun Tzu’lardan gelen muazzam bir savaş sanatı geleneğine sahipler. Osmanlı’nın çöküşü ve Kurtuluş Savaşı sürecinde Mustafa Kemal’ler ile Enver Paşa’lar arasındaki fark da budur. Bütün başarılı devrimci ekipler, son derece gerçekçi ve somut özgüç analizleri ile işi bitirmişlerdir.
Tıpkı iyi bir kalecinin rakip forvet ile karşı karşıya kaldığında arkasındaki kalenin konumunu hissedip, rakibin vuruş açısını minimuma indirmek için ne kadar ileri çıkıp nerede duracağını içgüdüsel olarak tespit etmesi gibi. Biz topun şans eseri kaleciye çarptığını veya forvetin beceriksiz olduğunu sanırız, hiç de değil… Kaleci ayrıntılı geometrik hesabı anında içgüdüsel olarak yapmıştır. Zaten iyi kaleciler genellikle bacak arasından gol yerler, kör noktaları orasıdır; iyi golcüler de bunu bilir.
Bu kadar tatavayı niye yaptık?
AKP saflarındaki çelişkiler bir bir arzı-ı endam ediyor. AKP çatırdıyor. Seçim yaklaştıkça -hatta bence esas olarak seçimden sonra- bu çelişkiler daha da belirginleşecek ve çatırtılar belki yarılmalara dönüşecek. Geri dönülmez ve artık toparlanamaz biçimde böyle bir sürece girildi. Ekonomik kriz de kapıda. Öte yandan ABD bölgede geriliyor. Esat iktidarını deviremedi, İran ve Rusya ile girdiği bilek güreşini kaybediyor, İsrail’e bile hükmedemiyor. Ne güzel… Düşman duruma hakim olamamakta, gerilemekte ve bölünmekte…
Eee? Mesele bu tahlilleri yapmak değil ki… Bütün bunları, her gün TV programlarına çıkan siyaset bilimcileri, strateji uzmanları, anket kurumları yöneticileri bizden çok daha derinlikli biçimde yapıyorlar. Bizim onlardan bir farkımız olmalı: Bu durumdan devrimci bir müdahale olanağı çıkarmak. Bunun için de özgüç gerek. Gücün varsa bu olumlu durumdan kendin ve temsil ettiğin sınıflar lehine faydalanmanın yollarını bulabilirsin; gücün yoksa, gücü olanların yeni düzenlemelerini seyredersin sadece.
Daha da kötüsü, bu yeni düzenlemelerin -bilinçli veya bilinçsiz- piyonu olmak. Özgüç yetersizliğinden daha da kötüsü, başkasının özgücüne dahil olmaktır. Seçimler yaklaşırken ilk olarak buna dikkat edelim derim.
***
Dezavantajımız özgücümüzün şimdilik zayıf olması. Ama ciddi avantajlarımız da var. Özgüç dediğimiz şey, sadece örgütlerimizin üye ve sempatizan sayısı veya aldığımız oy oranı değil; tarihsel kazanımlar da özgücümüze dahildir, eğer fark edebilirsek...
Haziran Ayaklanması, neden bir “turuncu devrim”e dönüşmedi? Rahatlıkla dönüşebilirdi (eminim birileri de ellerini ovuşturuyordu); çünkü böyle bir tehlikenin bilincinde olan sosyalistlerin fazla bir ağırlığı yoktu. Dönüşmemesinin nedeni, penceresinden Türkiye bayrağı sallayan 83 yaşındaki köy enstitülü sevgili annem ile Atatürk posterini kapıp gece yarısı kendini Boğaz Köprüsü’ne atan kapı komşum Ünal Abi’dir; böyle biline… Bu nedenle bazı turuncu devrim heveslileri, “burası bize göre değil” diyerek geri çekildiler.
İşte bu bizim özgücümüzdür, evdeki bulgurumuzdur. Türkiye’de oluşan ilerici bir kitle hareketi, bağımsızlığı (anti-emperyalizmi) ve aydınlanmayı, vazgeçilmez ve geri adım atılmaz bir biçimde, içgüdüsel olarak, deyim yerindeyse genetik olarak gündeme getirir. Bu bizim, diğer Ortadoğu ülkelerine göre büyük bir şansımız ve avantajımızdır. Bununla birleşirsen ne âlâ, gerek şartı yerine getirmiş olursun. Bunun üzerine çeşitli milliyetlerden emekçilerin eşitliğini-kardeşliğini ve daha önemlisi örgütlü işçi sınıfı devrimciliğini de koyarsan (sentezini yapabilirsen) yeter şart da tamamlanmış olur. Bunu da herhalde yaşlı anam yapacak değil; Dimyat’a pirince gitmek bizim işimiz.
Seçimler yaklaşırken, ikinci olarak, bu noktayı vurgulayalım derim.
***
Birleşik Haziran Hareketi (BHH) dağılıyor diyenler var. Bu ciddiye alınması gereken bir saptama, gaz verip geçiştirilemez. Tablo pek iç açıcı değil. BHH’nin önde gelen bazı üyeleri HDP’ye destek kampanyalarına imza attılar. Bazıları daha üç ay önce HDP ile ittifak görüşmeleri yapmıştı. Bazı BHH yol arkadaşları (dikkat edin yol arkadaşı diyorum yoldaş değil; ikisi farklı, hatta zıt şeyler) ise CHP’den aday adayı durumundalar. BHH bileşenlerinden KP ise kendi başına seçimlere girme kararı aldı. BHH tabanı ise HDP-CHP-KP-VP ve boykot arasında gidip geliyor. Bu bir dağılmışlık durumu.
Peki, bu durum toparlanamaz mı? Niye toparlanmasın? Türkiye’nin çelişkileri daha çok su götürür. Esas tantana 8 Haziran’dan sonra başlayacak, bunu herkes biliyor. Ama esas mesele evdeki bulguru ve Dimyat’taki pirinci çok net biçimde tespit etmek ve gereklerini yerine getirmek. Sıkıntı bu noktada. Bulguru bilen pirinci göremiyor; pirinci gören ise bulguru değerlendirmiyor. Bu düğümü çözmeliyiz. Netleşmeliyiz ve netleşenlerle yola devam etmeliyiz.
Bulgur ile pirincin ittifakı tek çıkış noktamızdır. Haziran Ayaklanması da buydu zaten… Bu ittifakı öreceğiz, geleceğe uzanmak perspektifiyle… Biz halk içindeki çelişmeleri çözelim, düşman içindeki çelişmeleri o zaman değerlendirebiliriz.