Pazar günü, Mustafa Suphi ve yoldaşlarını anmak için toplandık. Yüzlerce genç komünist sloganlar eşliğinde Haliç Kongre Merkezi’nin merdivenlerinden çıkarken, gözüm karşı kıyıya, Eyüp mezarlığına doğru kaydı. Mustafa Suphi ve yoldaşları, komünist hareketimizin bu yiğit kurucu kadroları, Trabzon açıklarında alçakça katledildiler. Karadeniz’in derinliklerine gömüldüler.
“Mezar taşları bile yok” diye düşündüm, hüzünlendim.
Sonra tekrar gençlere döndüm yüzümü, 15’lerin mirasına sahip çıkan liseli, üniversiteli gençlere…
28 Kanunisani’yi unutma demişti Nazım, unutmamışlardı. Katledildiğinde henüz 38 yaşında olan yoldaşlarının erken ölümünün boşuna olmadığını gösteriyorlardı. Köhnemiş bir düzenin karşına Türkiye’nin en köklü siyasi hareketinin saflarında dikiliyor, işgal günlerinde geleceğini arayan bir ülkenin yazgısında söz sahibi olmak için yola çıkan genç bir kadro kuşağından devraldıkları bayrağı, Türkiye’nin içinden geçtiği karanlığa meydan okuyan yeni bir genç kadro kuşağı olarak yükseltiyorlardı.
İşte bir taraftan Türkiye’nin en köklü, diğer taraftan da en genç siyasi partisi olarak ülkenin geleceğini belirleme iddiası böylece ete kemiğe bürünüyordu.
Hüznüm dağıldı, içimi umut kapladı.
Umut etmek gelecekle ilgilidir fakat bugüne dair bir yoksunluğu da anlatır.
Nedir yoksunluğumuz?
Gericilikle zincirlenmeye çalışılan özgürlüğümüz, üstünde tepindikleri laiklik ve kar hırsıyla boğulan alın terimizdir örneğin… Yağmaya kurban verdiğimiz yaşam alanlarımız, doğamız. Cehaletle boğdukları düşünce ve kültür ortamımız. Güçlünün peşinen haklı olması, adaletin rafa kalkması, siyasetin halktan koparılması da eklenebilir bu listeye…
Belki de en başa, bu düzene köhnemiş derken, alternatifinin henüz görünür olmaması yazılmalı.
Bu nedenle umut etmek, bugünün görevlerine işaret etmeyi, günün hakkını vermeyi gerektiriyor. Belki de tam da bu yüzden, kötünün iyisine rıza göstermeye alışmayı, her işin kolayına kaçmayı, emek vermeden sonuç almaya çalışmayı, umudun düşmanı ilan etmek gerekiyor.
Umudu olmayan yaşlanır, çürür.
Suphi’ler umut ettikleri için, cesaretle ileri çıktıkları takdirde umutlu olabileceklerini bildikleri için gençtiler. Köhneleşmiş olanın karşısında “genç” olanı bu nedenle temsil edebildiler.
Öyleyse Suphilerin mirasının hakkını vermek için, toplumun bugün ihtiyaç duyduğu gençlik aşısı tereddütsüz zerk edilmeli.
Bu aşının adı sosyalizmdir. 13 yıllık AKP iktidarının yarattığı toplumsal siyasal yıkımın telafisinin de, geliyorum diyen ekonomik krizin, başta işçi sınıfı olmak üzere halkın üzerine bindireceği her türlü yükten ve bölgesel ya da iç savaş tehdidinden kurtuluşun da tek gerçekçi reçetesidir ve topluma dayatılan ve dayatılacak olan acı reçetelerin tümüne yeğdir.
Öyleyse iyi olacak hastanın, doktor ayağına gitmeli. Sosyalizmin, bu büyük ülkenin kaderine damga vuracak toplumsal kaynaklarla buluşmasına öncelik verilmeli.
Haziran direnişi, bu buluşmanın gerçekleşebilirliğine dair ipuçlarını fazlasıyla verdi. Toplumun geniş kesimleri için, ayağa kalkmanın, direnmenin, mücadele etmenin değil, tersinin garipsendiği bir dönemden geçtik. ilerici fikirlerin toplumda kabul bulmayacağına, solun bu toprakları temsil edemeyeceğine, sosyalizmin marjinal olduğuna dair tezler rafa kalkmak durumunda kaldı.
Haziran direnişini kim nasıl değerlendirdi, ne dersler çıkardı, bunlara girecek değilim ama devrimci siyasetin, düzen değişikliği talebinin “Müslüman mahallesinde salyangoz satma” olarak yaftalanmasına da bu saatten sonra kimsenin pabuç bırakmayacağına eminim.
O halde bu toprakları temsil iddiasını taşımaya soyunacakların, acaba bizi ne bekliyor diye tereddüt etmelerine gerek yok.
Hırsızların, yolsuzların kendi siyasal mecralarında tereddütte yer vermediği bir ülkede, sosyalizm adına siyaset yapanlar için tereddüt etmeye zerre gerek yok.
Yeni bir devrimci atılım, 15’lerin umudunu milyonlarla buluşturma, hepimizin ortak sorumluluğu.
İleri çıkan genç kalır.
Duran, bekleyen, izleyen çürür…
Biz tercihimizi yaptık.