Charlie Hebdo saldırısı ve paralelinde gerçekleşen diğer saldırılar şunu gösteriyor. Bu müfreze saldırısıdır. Yani örtük, gizlenmiş, gayri-nizami veya gerilla savaşı çerçevesinde bir saldırıdan öte bir durum. Güpegündüz, Paris’in göbeğinde, korunan bir binaya yapılan açık saldırı. Bunu ancak ölümü göze almış olanlar yapabilir. Ki öyle oldu; kuşatıldıkları yerde öldüler. Tipik gazeteci refleksi, bu kadar büyük bir saldırıyı Fransa’nın 11 Eylül’ü olarak manşetlere taşıdı. Olayın sarsıcılığı ve apansız gelişi böyle yorumlara kapı açıyor elbette. Fakat ondan daha farklı mesajlar veriyor. 11 Eylül ABD’ye ve onun maddi görünümü kübik yapısıyla “Dünya Ticaret Merkezi”ne yapılmıştı. Bir devleti muhatap alıyordu. Sembolikti bütün yıkıcı saldırılar gibi. Modern mimarinin ve kapitalizmin simgesi ikiz kuleleri de hedef alıyordu. Karşılığı ise, güçlendirilmiş bir “güvenlik devleti” ve Bush Doktrini oldu. Afganistan ve Irak… Hala sonuçlarını yaşıyoruz.
Fakat Cahlie Hebdo ve Paris’teki diğer saldırılar daha başka bir mantık ve sembolizm gösteriyor. Bir devletten çok din dışı (seküler) bir anlayışa saldırı var burada. Belki de dünya tarihinin ifade özgürlüğüne yapılmış en büyük saldırısı olarak tarihe geçecek. Saldırının merkezinde ise, iktidarları, taassubun en büyük eleştiricisi olan mizah duruyor. Bu öncelikle mizaha ve karikatüre karşı yapılmış bir saldırı. Basına ve medyaya karşı bir saldırı bunu unutmamak gerekiyor. Bir devlete ya da politikalarına değil, çok özgül bir alanı saldırı. Karikatürün bütün “yalanları” bozan gücüne karşı sıkılıyor mermiler artık.
Her büyük saldırı sembolik bir yöne sahiptir. Son saldırı da öyle. Mekanın Paris olması çok ama çok önemli. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik sloganıyla eski olan her şeyi hallaç pamuğu gibi atmış, sokaklarında komünün barikatları döşenmiş bir mekandan söz ediyoruz. David Harvey’in tanımıyla, modernitenin başkentinden. Gargantua’dan ya da Voltaire’in, Daumiere’in imbiğinden süzülerek gelmiş koca bir mizah geleneği hedef alınan. Sembolizmi bu kadar kuvvetli ve hedef bu kadar açık!
Eski cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Paris saldırılarını, “Afganistan Akdeniz kıyısına geldi” diye yorumlamış. Haklıdır. Gelecekti zaten. IŞİD’in kara gömlekli vahşeti, selefi radikalizm Irak ve Suriye’nin sınırlarında duramazdı; durmadı zaten.
Bu saldırı ya da son 10 yıldır yaşadıklarımız Aydınlanma ve seküler mirasın önemini bir kez daha gösteriyor. Feurbach ve Marx’ın yolunu açtığı dini eleştirinin önemini de. Son 20 yıldır itibarsızlaştırılan Aydınlanma’nın ve
mirasının nasıl güncel bir ihtiyaç olduğu karşımıza dikilmiş durumda. Cemaatlarin, ruhaniliğin, ötekinin sesi olarak orta çıkan, ya da “dünyayı yeniden büyülemeye” çalışan postmodern retoriğin de sonu Paris saldırıları. Bunu da unutmamak gerekiyor. Doğduğu yerde sona ermiş oldu.
Evet, Avrupa ya da dünyadaki başka bir coğrafya rahat olamayacak artık. Dünya başka bir evreye geçti. Bu savaşın merkezinde ise din duruyor. “Gerçek İslam bu değil” Afganistan’da Bora Bora dağlarında komünizme karşı ilk idmanını yapan, El Kaide adıyla namını yürüten Selefilik, Şianın bile yanına yaklaşamayacak başka bir radikalliğe evriliyor dünyanın dört bir tarafında. Şimdiden, kutsal mührü siyah bayrağına koyarak. küresel savaşçılarıyla bir devlet oldu zaten… Ölümden korkmayan, cennet garantili cihatçılarıyla geliyorlar.
Yeni bir evrede tarih. Bunu anlamak gerekiyor.
"Gerçek İslam bu değil" mazaretlerinin ve iyimserliğinin çok ötesinde bir durum yaşadıklarımız ve de yaşayacaklarımız. Biliyorum kötümser bir yorum oldu. Ama gerçek!