Zifiri karanlıktan merhamet dilenmez
Birçok duygusal çıkarım yapmanın mümkün olduğu bu edebi yapıtta, yalnızlık özel ve gizli bir alt metin olarak sıklıkla karşımıza çıkıyor. Yalnızlığın zamanla, mekânla, etrafımızdaki insan sayısı ile ilgisi olmadığını çoktan keşfeden okur; bu nedenle genç hekimi düşünürken halden anlayan bir gülümsemeyi yüzüne iliştirecek gibi görünüyor. Genç hekime bakıp onda kendi aksini görmenin ürkekliği içerisinde, düşünceler kafamızda uçuşuyor: Kendi başına iken kalabalık olmayı nasıl becerecek bizim doktor, biz nasıl becereceğiz?
29-11-2020 00:11

Şilan Geçgel
Bazı edebi ürünler ister istemez yazarın yaşam öyküsü ile çok fazla anılıp, hatta bazen eser yazarın gerisinde kaldı izlenimi yaratabiliyor. Öz yaşam öyküsü yapıtları ile iç içe geçen, fazlaca zaman ve mekân ortaklığı içeren ve belki de yapıtlarının önüne geçen yazarlardan biri, Sovyet Dönemi kalemlerinden Mihail Bulgakov.
Türkiye’de en çok “Usta ile Margarita” ve “Köpek Kalbi” kitaplarıyla biliniyor olmasına karşın, Mihail AfansyeviçBulgakov’undaha az bilinen ancak yazarlık serüveninde önemli üretimlerinden biri kabul edilen bir diğer yapıtı iseGenç Bir Doktorun Not Defteri’dir. Mihail Bulgakov, hekimliği bırakıp yazarlığı seçenlerden… Bu nedenle Genç Bir Doktorun Not Defteri’nde yer alan ve kitaba bir roman tadı katan öyküler, en çok, yazarın gerçekte bir hekim olmasından besleniyor.
Bulgakov, 1916’da Birinci Dünya Savaşı yıllarında, tıp fakültesinden mezun olur ve o dönemde yaşayan tümtıp mezunları gibi, askerlik görevini ülkenin ücra köşelerindeki küçük ve donanımsız hastanelerde doktor olarak yapmakla görevlendirilir. Bulgakov da, genç ve idealist bir hekim olarak Smolensk yöresinde bir köy hastanesinde pratisyen hekim olarak çalışmaya başlar ve oradan Moskova’ya, Moskova’dan yazarlığa ilerleyen hayatı böylece akar gider.
Bulgakov, daha sonra kendi öz yaşam öyküsünden yola çıkarak; Genç Bir Doktorun Not Defteri adlı yapıtında, yeni mezun, genç bir hekiminücra bir köy hastanesinde pratisyen hekim olarak yaşadığı deneyimleri ve zorlukları kaleme alır. Tıpkı Bulgakov gibi, kitabın ana karakteri de tıp fakültesinden yeni mezun olup ücra bir köye hekimlik yapmaya gelen çiçeği burnunda genç bir hekimdir. Bu nedenle bu yapıtı, Bulgakov’un yarı otobiyografik bir üretimi olarak kabul edilebilir. Bulgakov’un birçok yapıtında ana karakterlerin kendisinin ve ailesinin hayatından izler taşıması, birçok eserinin yarı otobiyografik özellikler taşıması ise tesadüf değildir. Yazar, birçok şeyden, ama en çok kendi yaşam öyküsünden ve gözlem gücünden beslenir.
Tek hekimin olduğuküçük hastanede, zorlu vakalarda danışacağı kimsenin olmaması ana karakterimiz genç hekimi; eski hasta kayıtlarına, kütüphanedeki tıbbi kitaplara ve kendinden önce o hastanede görev yapan eski hekimin deneyimlerine götürür. Hiç tanışmadığı bu meslektaşının yerel halk ve hastanede çalışan diğer sağlık görevlileri tarafından sürekli saygıyla anılması başlarda genç hekimi biraz rahatsız ediyor olsa da, onun geçmiş deneyimlerini el feneri gibi kullanarak yol almayı hiç ihmal etmez.
Zor bir doğum, sıkıntılı bir cerrahi müdahale; aylarca bir banyo yapmanın hayali ile yaşayan köy hekiminin, uzaktaki bir hastaya ulaşabilmek için şiddetli bir kar fırtınasında düştüğü yol; ağrılarını dindirmeye çalışırken morfin bağımlısı olan bir meslektaşının çağrısı… Hem çaresizliğin, hem mesleki hazzın, hem yetersizliğin, hem yetememenin sancıları olarak önümüzde akar.
Kara, karanlık, kasvetli bir kış günü; soğuktan donarak vardığı hastanede, hastalara yardım etmenin, teorik kitaplarda yazdığı kadar kolay olamayacağını; taşranın- cehaletin başka yasaları ve doğruları olduğunu kısa sürede fark eden genç hekim; imkânsızlıklar dışında bir de toplumsal gerçeklikle yüzleşecektir.Bu yüzden devrim sancılarının yaşandığı kent merkezlerinde fırtına devam ederken; şehirde çoktan unutulmuş eski geleneklerin ve dini inançların hüküm sürdüğü uzak bir köyde görev yapan bizim genç doktor, kadercilikle ve batıl inançlarla zorlu bir mücadeleye girişir. Kaleme alınan her öyküde cehalet, bilime ve tıbba yenilir elbette.
Teorik açıdan güçlü ancak pratik açıdan zayıf genç bir hekimintıbbi yetersizlikler ve cehaletle giriştiği savaş, gündelik hayatında karşılaştığı bütün zorluklar, Bulgakov’un elinde olağanüstü güçlü bir anlatımla, dram duvarına değen bir tatla öykülere dönüşür; öyküler öykülere, genç hekim Bulgakov’a yaslanır ve iç içe geçerek ilerler… Sıklıkla baktığı penceresinden şehir merkezini görmenin hayalini kuran genç hekimin, penceresinden gördüğü tek şey zifiri karanlıkta esen fırtınadır.
Birçok duygusal çıkarım yapmanın mümkün olduğu bu edebi yapıtta, yalnızlık özel ve gizli bir alt metin olarak sıklıkla karşımıza çıkıyor. Yalnızlığın zamanla, mekânla, etrafımızdaki insan sayısı ile ilgisi olmadığını çoktan keşfeden okur; bu nedenle genç hekimi düşünürken halden anlayan bir gülümsemeyi yüzüne iliştirecek gibi görünüyor. Genç hekime bakıp onda kendi aksini görmenin ürkekliği içerisinde, düşünceler kafamızda uçuşuyor: Kendi başına iken kalabalık olmayı nasıl becerecek bizim doktor, biz nasıl becereceğiz?
Yaşadığı, yazdığı, düşündüğü, eleştirdiği dönemin bir kalemi olarak Mihail Bulgakov sıklıkla sansüre uğruyor ve üretimlerinde ‘yeterince devrimci karakterler yaratamadığı’ gerekçesi ile eleştiriliyor. Parti edebiyatının proleter bir kimlik taşıması ve ideolojik bir unsur olarak işlevinin sıklıkla tartışma konusu olduğu Sovyetlerde, sosyalist gerçekçilik akımı kuşkusuz bu yazının sınırlarını aşıyor. Ancak Bulgakov’un gözlem gücü; devrim döneminin toplumsal, ruhsal halini betimleyişi; merkezden perifere olan farklılıkları ele alışı; dünü anlamaya bir çaba, bir edebi gayret olarak önümüzde duruyor.
KÜNYE: Mihail Bulgakov, Genç Bir Doktorun Not Defteri,Çev. Ali Rıza Dırık, Dipnot Yayınları, 2019, 195 sayfa.
İLGİLİ HABERLER
Karadut, Çebiş ve Canuşka…
Dünyanın en yanık, en bitirici ve en üretken aşklarından birine, Mari - Bedri aşkına, tanıklık etmemizi sağlayan Karadut romanının yazarları Müjgan Tekin Hasbal ve Vildan Tekin’le Karadut’a, Mari Gerekmezyan’a, Bedri Rahmi Eyüboğlu’na, Eren (Ernestine) Eyuboğlu’na ve bu aşklara, sanatlara; insanlığın yüzkarası savaşa, yokluğa, yoksulluğa; her zaman olduğu gibi güzel günlere duyulan umuda ev sahipliği yapmış dönemin önemli sanatçılarına dair konuştuk.
03-01-2021 00:03

Zübeyde Dizdar
Müjgan Tekin Hasbal ve Vildan Tekin kardeşlerin geçtiğimiz ay Mari Gerekmezyan’ın, Bedri Rahmi Eyuboğlu ile tanıştığı gün başlayıp öldüğü gün biten yaklaşık 5 yıllık hayatını konu alan Karadut romanı, A7 Kitap aracılığı ile okuruyla buluştu. Özenli bir çalışmanın ürünü olduğu her diyaloğuna, anlatıcının söylediklerine yansıyan kitap okurunu da Bedri Rahmi gibi, Mari gibi, Eren gibi arafta bırakıyor. Mari’ye mi, Bedri Rahmi’ye mi, Eren’e mi üzüleceğini, imreneceğini, kızacağını bilemiyor insan. Anlatıcı da durumun farkında aslında, “Boş verin ona buna hüküm vermeyi. Reddetmenin mümkün olamayacağı büyük bir, yok iki, aşk yaşanmış işte ve bu aşklardan sanata, edebiyata çok özel eserler kalmış.” diyor. Demiyor da okuyucu anlıyor öyle demek istediğini. Uzun bir taramanın, tasnifin sonuçlarını, gerçekten zor bir işin üstesinden gelerek yargısızca ve sonsuz bir anlama gücüyle aktarmışlar okuyucuya Müjgan ve Vildan Tekin kardeşler.
Yazarlarımızla sohbete başlamadan önce hem sözünü ettiğim bu çabayı hem de yazarlarımızın anlatımındaki etkililiği de paylaşmak istediğim için romandan tadımlık birkaç alıntı yapmak istiyorum:
“Eren’i seviyordu Bedri, bunu biliyordu Mari. Söylemesine gerek yoktu. Ama başka bir duygu ile kuşatılmışlardı.” (sayfa 88)
“Artık kaybedecek lüksü yoktu. Nefesi Bedri ve Bedri’den sulanan, beslenen elleriydi. Turnalar havalanırken parmaklarından, durmak ihanet olurdu yaşadığı hayata.” (sayfa 170)
“Eren’in üzüldüğünü düşündükçe bir yılan Bedri’nin boynuna dolanıyor, nefes almasına izin vermiyordu. Mari’nin üzüldüğünü düşündükçe aynı yılan mıdır bilinmez bir yılan bu defa ellerine dolanıyor, parmakları fırça tutamaz oluyordu. Nefessiz yaşayamazdı, parmakları olmadansa resim yapamazdı, şiir yazamazdı.” (sayfa 178)
“İnsanlığın tükürüğünde boğulan ne Hitler ne Musolini olmuştu. Bay Krikor, (Mari’nin babası Krikor Gerekmezyan – Z.D.) bütün İstanbul adına tükürmüştü Mari’ye. Madem böylesi büyük bir günahtı Mari’nin günahı, madem inceldiği yerden kopmuştu, o vakit şimdi günahkar ellerinden şiddetli bir istek ile yoğrulmalıydı Bedri (Bedri Rahmi büstünü yapmaya karar verdiği günler – Z.D.)” (sayfa 254)
Merhaba, romanı gerçekten büyük bir keyifle okudum. Daha önce iki yazarlı bir roman hiç okumamıştım ama iki yazarlı olduğunu da hiç hissetmedim. Çok yazarlı kuramsal kitaplara alışığız ama çok yazarlı kurgusal kitaba pek rastlamayız. Bu nedenle ilk sorumu bunun üzerine sormak istiyorum. Bir romanı iki kişi yazmaya nasıl ve neden karar verdiniz ve nasıl bir süreç yaşadınız? İki kişinin roman yazması nasıl mümkün olabildi?
M.T: Merhaba, öncelikle Karadut’un iki yazarlı olduğunu hissetmeden okumuş olman kendi payıma beni çok mutlu etti. Romana başlarken bu kaygıyı ben içimde hiç taşımıyordum. Sanırım Vildan, tüm tecrübelerimize rağmen biraz tereddütlüydü. Karadut’tan önce de Vildan ile sayısız ortak metin kaleme aldık. Ve tüm o senaryo, hikâye vb. metinlerde yazım bittikten bir süre sonra geriye dönüp baktığımızda hangi cümle hangimizin ayırt edemedik. Yazarken kendi varlığımızı koruyarak üçüncü bir kişi oluyoruz bence. Vildan ve Müjgan’ın kaleminin birleşimi üçüncü bir kalem. Bildiğim kesin bir şey varsa bunu Vildan’dan başkası ile yapmam mümkün değil. Kardeşlikten öte Vildan’ın yaşı kadar dostluğumuz var. Böylesi bir yakınlık mümkün kıldı birlikte roman yazmayı. Hayatı yorumlayış yöntemlerimiz ve biçimimiz birbirine çok yakın. Karadut, çok yakıcı, evet çok hüzünlü bir hikâye ama biz yazmaya başlarken iki önemli nokta belirledik kendimize. İkimizin de bu iki noktada tavrı netleşince birlikte yazmak çok daha keyifli hale geldi. Mari’nin hikayesi, yaşandığı dönemin toplumsal ve siyasal mücadelesinin can alıcı sorunlarından ayrılmayacak. Diğer bir nokta da senin de söylediğin gibi yanık ve bitirici bir hikâye olmasına rağmen, üretken tarafından bakılacak ve karamsarlık sanatın pratiği gibi yüceltilmeyecekti… Tavrımız netleşince, iki kişi bir roman yazıyor gibi değil de iki kişi birleşip, birikimlerini birbirine katıp üçüncü bir kişi olmak daha kolay oldu. Nasıl karar verdik süreci ise Karadut aynı anda, aynı mekânda, aynı zaman diliminde önce birbirimize söylemeden düşüvermiş aklımıza. 2015 yılında, “Biz Mektup Yazardık” sergisine Vildan davet etmişti beni. Gittik. Bir iki saat içinde çıkarız diye düşünürken sergi kapanana kadar sergide kaldık. Bildiğimiz bir hikâye, ilk kez sergilenen heykeller, mektuplarla başka türlü etkiledi bizi. Sergiden ayrılırken Vildan’ın da benim de aklımda aynı şey varmış. Mari’nin nezdinde bu dönem, sanatın bir dalı ile anlatılmalı… Birlikte, kalemimizin döndüğü kadar anlatmaya çabaladık…
V.T: Aslında Müjgan ile birlikte 2015 yılında İş Kültür’de “Biz Mektup Yazardık” sergisini ziyaret ettiğimiz gün Mari Gerekmezyan’ın hikayesini yazma düşüncesi içimize düşmüştü. Daha önce de beraber dizi ve film senaryoları yazdığımız için Karadut’u da ilk olarak senaryo şeklinde tasarladık. Ama sinema sektöründeki zorluklar ve çevremizden aldığımız “Siz bu hikâyeyi roman olarak yazmalısınız” geri bildirimleri sayesinde böyle bir yola girdik. Tabii Müjgan’ın daha önce yayımlanmış üç romanı bulunuyordu ama benim edebiyatla alakam sadece okur düzeyindeydi. O nedenle başlarken çok tereddüt ettim. “İki kişi roman yazmak” fikri hayli düşündürücü bir konu bana kalırsa. Çünkü “yazarın üslubu” meselesi de devreye giriyor bu noktada. Ama bunu yapan ilk kişiler biz değiliz tabii ki. Kurmaca edebiyata ya da öykü yazarlığına baktığımızda ortak yazarlı kitaplar mevcut. Örneğin Borges’in, Arjantinli öykü yazarı Adolfo Bioy Casares ile ortak öyküler yazdığını biliyoruz. Ya da Melih Cevdet Anday ve Arif Damar’ın birlikte yazdıkları “Yağmurlu Sokak” romanı bu topraklardan bir örnek olarak verilebilir. Çok yazarlı öykü ya da romanların yazarlarına baktığımızda, genellikle “çok iyi dost” oldukları için birlikte yazabildiklerini söylediklerini görürüz. Bizdeki durum bunun bir adım ötesi gibi. Kardeş olduğumuz için aynı koşullarda büyüdük. Marx’a atıfla “İnsan, toplumsal koşulların ürünü”yse eğer -ki öyledir- biz tam olarak aynı koşulların ürünüyüz diyebiliriz. J Elbette kendi özgün farklılıklarımız da var. Ama her şeyden önce hayata bakışımız aynı yerden. Bu bize ortak bir roman yazma konusunda cesaret veren bir şey. Diğer taraftan aynı kitapları okuyarak, aynı müzikleri dinleyerek büyüdük. Birimizin keşfettiği bir yazarı ya da bir sanatsal üretimi diğeri de tanımış oluyordu kardeşliğin doğal sonucu olarak. Bu demek değildir ki bütün eserlere aynı şekilde yaklaşıyoruz. Bazen birimizin iyi bulduğunu diğerimiz eleştirebiliyor ya da tam tersi. Ama söylemeye çalıştığım şey şu; bu anlamda birbirimizi hep besledik. Sanırım bu yüzden de ortak bir roman yazmak çok zor olmadı bizim için. Başta söylediğim üslup konusuna dönersek ben aslında Müjgan’ın daha önce de roman yazmış olmasının verdiği tecrübe ile oluşturduğu üsluba yol arkadaşlığı etmeye çalıştım diyebilirim. Romanın yazım sürecinde aynı zamanda doktora tezimi yazmaya da devam ediyordum. Tezimde kültür ve felsefe ilişkisine bakmaya gayret ediyorum ve Mari’nin de Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken diğer taraftan da felsefe eğitimine devam etmiş olması bana cesaret veren unsurlardan bir diğeri.
Bu tip romanları yazmak ciddi bir sorumluluğu da beraberinde getiriyordur, kişileriniz gerçek insanlar ve romanda da kendi adlarıyla yer almışlar. Dönemin toplumsal ve siyasi gelişmeleri sohbetlerle ya da iç seslerle verilmeye çalışılmış okura. Bunların ne kadarı sizin kurgunuz? Ya da şöyle diyelim: kişilerin konuşmalarının içeriklerine, üsluplarına nasıl karar verdiniz?
V.T: Bu konu, üzerinde en çok düşündüğümüz meselelerden biriydi gerçekten. Bu kararları, temelde döneme dair yaptığımız çalışmalar şekillendirdi diyebiliriz bence. 1940’lı yıllar Türkiye’de ulusal sanat anlayışının geliştiği yıllar aynı zamanda. Evrensel ve ulusal sanat ve bu ikisi arasındaki ilişkinin tartışmalara dahil edilmeye başlandığı yıllar… Bedri Rahmi Eyüboğlu da dahil, pek çok sanatçı devlet eliyle yurt gezilerine gönderiliyor o dönem. Anadolu’yu yakından tanımaları isteniyor ve eserlerinde de yer vermeleri bekleniyor. “Dönemin toplumsal akımları ve buna bağlı olarak sanatsal akımları romandaki karakterlerimizi nasıl ve ne şekilde etkilemiş olabilir?” düşüncesinden yola çıkarak karar verdik demek yanlış olmayacaktır sanırım. “Bu insanlar, o koşullarda yaşamı nasıl yeniden üretiyorlardı?” sorusunun peşine düştük. Diğer taraftan Mari hakkında kaynaklara geçmiş o kadar az bilgi var ki bu durumda iş bize düşüyordu. Mari, o dönem hem bir heykeltıraş hem bir felsefe öğrencisi hem de Esayan Lisesinde ders veren bir öğretmen... İkinci Dünya Savaşı yılları… Yoksullukla ve faşizmin etkileriyle mücadele edilen yıllar. Bu koşullarda “Mari, nasıl bir iç sese sahip olabilirdi?” sorusu hareket noktamız oldu. “Hayatı sanatla ve felsefe ile iç içe geçmiş bir kadın o yıllarda ne düşünebilirdi?” O noktada da Engels yetişti imdadımıza. Engels’in dediği gibi bütün felsefe tarihinde iki ana akım yer alır. Bunlardan ilki idealizm diğeri ise materyalizmdir. Bu gerçeklikten yola çıktığınız zaman Mari’nin de iki akımdan birini benimsemiş olması gerekiyordu bilerek ya da bilmeyerek. Ve bizim, romanın içinde taraf olma durumumuz burada ortaya çıkıyor aslında. Burada da Plehanov’a başvurabiliriz sanırım. Plehanov, bize edebiyat eserinin yalnızca “an”ın etkisi altında kalmaması gerektiğini, bu “an” üzerinde etkili olması gerektiğini salık verir. Biz de Mari’nin, Bedri Rahmi ile tanışmasından ölümüne kadar geçen “an”larının üzerinde bu felsefi düzlemde etkide bulunmaya çalıştık.
M.T: Bizi en çok zorlayan, zorlayan da dememek gerekir belki yola çıkarken nasıl yapmamız gerektiği konusunda, Vildan’ın da dediği gibi düşündüren mesele buydu. Onun öncesinde “Bu romanın diğer kahramanları kimler olmalı?” sorusunun yanıtını aradık. Mari’nin, Bedri Rahmi’nin, Eren Hanım’ın hikâyenin geçtiği dönemde arkadaşlarının kimler olduğunu az çok elbette biliyorduk ama çok daha detaylı bir çalışma ile mektuplardan, romanın diğer karakterlerinin kimler olabileceğine karar verdik. Sonuçta bu bir belge roman olmayacaktı ve kurgu devreye girecekti. Hikayemizi en çok besleyecek olan dönemin isimlerini seçtikten sonra o isimlerin sanata yaklaşımlarını, aşka yaklaşımlarını, felsefeye yaklaşımlarını araştırdık. Bilindik yazarlarımız, ressamlarımız, şairlerimiz hariç diğer karakterlerimizin politik tavırlarına dair ise kurgu devreye girdi. Mari, sonuçta sadece akademide misafir öğrenci değil aynı zamanda İstanbul Üniversitesinde felsefe öğrencisi. Ve Vildan’ın da dediği gibi taraf olmamız burada gerekti(😊). Ve net şekilde romanın geçtiği dönemde tarafımız yaşanan politik meselelere, sanat tartışmalarına materyalist bir yaklaşım oldu. Belge roman değil kurgu roman olduğu için de bu konuda kalemleri olabildiğince özgür bıraktık. Bize göre edebi eser, yazarından ya da yazarlarından bağımsız değerlendirilemez, daha özcesi karakterlerin iç seslerinde taraftık.
Bedri ve Mari’nin bu aşktan beslenen yaratımları hayatlarının da en ciddi eserleri belki. Bütün olmazlığına rağmen bu aşkın devam etmesinin altında yatan ana motivasyonun her ikisinin birbirlerinden ayrı olduklarında üretememesi kitapta sıklıkla ifade edilmiş. Siz mi böyle olduğuna karar verdiniz yoksa araştırmalarınız sonucunda ulaştığınız bir tür bilgi miydi?
M.T: Bu soruya ben cevap vereyim. Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Mari ve tabii ki Eren Hanım oldukça üretken üç sanatçımız. Bize göre onların arasındaki aşk, yaratma aşkından bağımsız ele alınamazdı. Bu konuda romanın geçtiği tarihlerde bebek olan Mehmet Eyüboğlu’nun bir röportajında dile getirdikleri de bize ışık tuttu. O röportajda şöyle demiş Mehmet Bey, “Karadut, evliliklerini en çok yaralayan ilişkisiydi Bedri Rahmi’nin. Mari Gerekmezyan isimli esmer mi esmer bir Ermeni kızıydı. Eren Hanım, Bedri Rahmi’ye nasıl tutulduysa, Bedri Rahmi de Karadut’a öyle tutulmuştu.” Bizim için Mehmet Bey’in bu anlatımı çok derin bir şey ifade ediyor. Çünkü Eren Hanım, Bedri Rahmi’ye Paris’te bir resim atölyesinde tutuluyor. Birbirlerine yazdıkları mektuplarda resim sanatına ait derin tartışmalarına tanık oluyoruz. Öyle böyle bir tutulma değil. Yine mektuplarında, ayrı kaldıklarında kavuşmanın hayali ile üretebildiklerini okuyoruz. Ve Mehmet Bey’in söylediği gibi biz de Bedri Rahmi’nin Mari’ye, Eren’in Bedri Rahmi’ye tutulduğu gibi bir tutulma yaşadığını düşünüyoruz. Yine Mehmet Bey aynı röportajın devamında şunları söylüyor: “(…) kızcağız ölünce de bir kitap çıkarıyor, baştan aşağıya Karadut Hanımın resimleri! Annem de görüyor tabii. Nasıl açıklıyordu? Babam büyülenmiş Karadut’tan. (…) Kızcağız ölünce Bedri Rahmi ağlaya ağlaya eve geliyor, Eren Hanım kapıyı açıyor, boynuna sarılıyor ve beraber ağlıyorlar. Böyle bir aşk işte...” Bizce o büyük eserler ancak üretme aşkının dahil olduğu bir aşk ile ortaya çıkabilirdi.
Gelelim biraz daha özel sorulara, romandaki tutumunuzu tarafsız tutmaya çalışmışsınız. Her şey bir yana Bedri Rahmi ve Eren Eyuboğlu’nun oğulları Mehmet’i büyütmek için Eren büyük bir özveride bulunuyor, çok sevdiği resme bile kendini veremiyor fakat bu arada Bedri Rahmi Mari’yle büyük bir aşk yaşıyor, onunla vakit geçiriyor ve resim çizmek için evden günlerce uzaklaşabiliyor. Bunun bencillik ve sorumsuzluk olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Birer kadın olarak objektif tutumunuzu sürdürmek zor olmadı mı?
V.T: Aslında bu “taraf tutma” meselesine daha önceki soruda yanıt vermiş oldum sanırım. Bizim burada taraf olma durumumuz, Plehanov’un belirttiği tarzda bir “taraf olma” durumuydu. Yoksa ne Mari’den ne Bedri Rahmi’den ne de Eren Hanım’dan yana taraftık. Her üçünün de iç seslerine yer verdiğimiz için zaten böylesi bir bireysel taraf tutma çok sağlıklı olmayabilirdi düşüncesindeyim. Üç kişinin de etkilendiği bu aşkı yine dönemin toplumsal koşullarını düşünerek değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Çünkü aşk da bu koşullardan bağımsız değil. Örneğin savaş yılları olmasaydı belki Eren Hanım ülkesine, Romanya’ya dönmek için daha cesurca davranabilirdi ya da Mari, Ermeni bir kadın sanatçı olarak kendini bu kadar yalnız hissetmese aşka yaklaşımı daha farklı olabilirdi. Biliyorsunuz, insanın aynı anda iki kişiyi sevme durumu geçmişten günümüze hâlâ tartışılan, üzerine fikir yürütülen bir mesele. Bu duruma “doğru” ya da “yanlış” diye bir yargıda bulunabilecek konumda görmüyorum şu an kendimi. Evet, bana kalırsa da aşk ve buna bağlı olarak ilişki dediğimiz şey diğer bütün ihtimallerden vazgeçmeyi gerektirir. Ama teorideki doğruluğu pratikte uygulayamayabiliyor her zaman insan soyu. Tabii burada şunu da söylemek durumundayız. Romanda da yer yer Camille Claudel ismi geçiyor. Hem Claudel’in de heykeltıraş oluşu hem de evli olan Rodin ile yaşadığı aşk bir çağrışım yaptırıyor doğal olarak. Ama Bedri Rahmi, Rodin’den çok daha farklı bir tutum içerisinde; çok daha duyarlı, çok daha düşünceli hayatındaki her iki kadına karşı da. O yüzden böyle bir kıyaslamaya gitmemek gerektiğini hatırlatmış olalım yeri gelmişken.
MT: Vildan’ın söylediklerine birkaç şey eklemek isterim. Biz romanda Mari’yi yazarken Mari, Bedri Rahmi’yi yazarken Bedri Rahmi, iç sesine çok az yer vermeyi tercih etmiş olsak da Eren Hanım’ı yazarken Eren olduk. Ve roman başlamadan önce Eren Hanım’ın bu ilişki hakkındaki tavrı bizi etkiledi. Elbette önce biz olsaydık ne yapardık sorusunu sorduk kendimize. O dönemin savaş koşullarını yok sayarsak ya da şöyle söylersem daha doğru olur. Bugünden cevap verirsem Mari olsaydım, sevmeye devam ederdim. Eren Hanım olsaydım; tereddütsüz giderdim ama dediğim gibi koşullarımız çok farklı o yüzden ben 2020’den ve kendi koşullarımdan cevap veriyorum. Ancak bugünün koşullarından bile baktığımda Bedri Rahmi’yi çok katı bir tutumla yargılayamıyorum. Çünkü ortada gizli gizli yaşanan bir aşk yok. Çirkinleşmek yok. Büyük kırılırdım. Tıpkı Eren Hanım gibi. Ama romanı yazarken Eren Hanım’ın tavrı neyse ona sadık kalmak istedik. Tavrını da yine Mehmet Bey’in sözlerinden anlıyoruz: “Bedri Rahmi en acılı günlerinde, bu Allah’ın belası hastalığın onu en çok üzdüğü günlerde şöyle derdi: 'Ağlatır mısın Romen kızını, al bakalım Rahmi, çek bakalım.' Ama Eren Hanım bir tek laf demezdi. Ölümünden bir iki yıl geçtikten sonra bir kere 'eğer sen olmasaydın, ben bu kahrı çekemezdim. Ne yapar eder memleketime dönerdim' demişti bana. Ve bir sefer etmiştir bu lafı, seksen kere değil.”
Bu hikayede en büyük acıyı kadınların çektiğini düşünüyorum. Mari taşa, çamura hayat veren çok önemli bir heykeltıraş olacakken bu aşkın yarattığı sonuçların üzüntüsünden dolayı belki canıyla ödüyor bedeli. Eren’se en az Bedri Rahmi kadar yetenekli ve üretken bir ressam olmasına rağmen Bedri Rahmi’nin hatta daha yaralayıcı belki “Karadut” efsanesinin gölgesinden kurtulamıyor. Mari’nin hikayesini yazdınız, günün birinde Eren’in, Romen kızı Ernestine’in hikayesini de yazmayı düşünüyor musunuz?
V.T: Aşkı daha bencilce yaşayan taraf Bedri Rahmi olmuştur diyebiliriz kesinlikle ama bence her üçü de aynı oranda acı çekmiş. Bu benim düşüncem tabii. Eren Eyüboğlu’na, gölgede kalmış bir kadın dersek haksızlık etmiş oluruz. Bedri Rahmi’nin her zaman söylediği bir söz var: “Ben sonradan olma ressamım, Eren’se doğuştan ressam.” Bunu düşünürsek ve ürettiği eserlere bakarsak kendi varlığını ortaya koyabilmiş bir kadın görürüz nihayetinde. Mari ise bir seçim yapmış bana kalırsa. Elbette dönemin şartlarında tüberküloz oluşu salt bu aşka ve acı çekmesine bağlı değildir. Romanda bu kısım öne çıktı doğal olarak estetik açıdan ama savaş ve yoksulluk yıllarının doğrudan ilişkisi var. Bir de oğullarının anlatımıyla bildiğimiz kadarıyla Eren Hanım, Bedri Rahmi ölünceye dek Karadut hakkında, Mari hakkında hiç konuşmamış. O nedenle hissettiklerine dair çok fazla şey bilmiyoruz. Ama günün birinde belki Ernestine’ini de bir roman ile anlatmaya çabalarız.
MT: Ben de Vildan gibi düşünüyorum. Mesela bu senenin başında, Ocak ayında Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Eren Eyüboğlu’nun eserlerinin sergilendiği “Yalnızlığın Mis Kokmalı” sergisinde bir kez daha Eren Hanım’ın tablolarının karşısında şöyle dedim, Bedri Rahmi çok haklıymış Eren Hanım “gerçekten doğuştan ressam” … (😊)Bir tabloya bakıp bu tablo Eren Hanım’ın tablosu diyebiliyoruz. Şunu net söyleyebilirim ki Eren Hanım’ın ressamlığı bana göre hiçbir şeyin gölgeleyebileceği bir ressamlık değil. Ernestine’nin, Eren Hanım’ın hikayesi yazılacaksa ve bir gün biz ya da bir başkası yazarsa sanırım yine üretme aşkı o romana yön verir diye düşünüyorum. Son söz madem bende kaldı, bize bu kadar derin ve zorlayıcı sorularla Karadut’u anlatma şansı verdiğin için sana ikimiz adına da çok teşekkür ediyorum.
Bir okur olarak asıl ben teşekkür ederim size.
KÜNYE: Karadut, Müjgan Tekin Hasbal - Vildan Tekin, A7 Kitap, 2020, 288 Sayfa.
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitaplar arasından size özel derledik, keyifli okumalar dileriz.
03-01-2021 00:03

EKO-SOSYALİST PARADİGMA: KOMÜNİST TOPLUMA GİDEN YOL - FİKRET BAŞKAYA
"Sosyal mahiyetteki sorunlar, ekolojik sorunlardan ayrı ele alınamaz. Zira, bunlar madalyonun iki yüzüdür. Bu da sos-yali ekolojikleştirmeyi, ekolojiyi de sosyalleştirmeyi gerektirir."
Fikret Başkaya, mevcut sistemi çözümleyip radikal bir biçimde eleştirdiği, bunu yaparken de birbiriyle etkileşim içindeki sosyal ve ekolojik sorunlara çözümler ürettiği çalışmalarının bu son halkasında, "eko-sosyalist paradigma"ya ve komünizme işaret ediyor.
Önce "Komünizmi nasıl bilirsiniz?" diye soruyor Fikret Başkaya ve başlıyor "müşterekler"i anlatmaya. "Ütopya", "insan doğası", "devletleştirme", "sosyalleştirme", "sönümlenme" gibi kavram ve tartışmalar da yanında.
Ardından sıra "modernite, ilerleme ideolojisi ve kapitalizm"e geliyor. Yani "ekonomik büyüme ve kalkınma" ile birlikte sistemin sınırlarına geliyor, ihtiyaçlar ile kaynaklar arasındaki ilişkinin nasıl kurulması gerektiğine.
Bir sonraki adımda büyümenin bir diğer yüzü olarak ekolojik yıkım çıkıyor karşımıza. "Muasır medeniyetler seviyesi", "Sosyal Avrupa", "demokrasi" retoriği, kapitalizm dâhilinde kalkınmanın mümkün olup olmadığı ve benzeri konular, Başkaya'nın açtığı diğer tartışma başlıkları.
"Eko-sosyalist paradigma"yı sunarak bitiriyor çalışmasını Başkaya. Kapitalizme karşı, tek bir alanda değil, ekonomik, sosyal, ekolojik ve etik boyutlarıyla bütünsel bir alternatif geliştirmenin önemini ortaya koyuyor. Bu bağlamda ekonomik planlama, ekolojik planlama ve demokratik planlama tek tek ve birbiriyle ilişkisi içinde ele alınırken, en sonda da işçi hareketi ile eko-sosyalizm arasındaki ilişki ve eko-sosyalist mücadelenin yeni özneleri irdeleniyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Eko-Sosyalist Paradigma: Komünist Topluma Giden Yol, Yazar: Fikret Başkaya, Yordam Kitap, 2020 Aralık, 192 Sayfa.
ARABESK YENİDEN - MÜZİKTE SİNEMADA VE EDEBİYATTA 2000 SONRASI
2000'li yıllarda arabeskin edebiyat, sinema ve müzikte nasıl yenilendiğini ve mevcut ekonomik/politik iklimden nasıl beslendiğini ele alıyor. Çalışmada "İsyanın dili arabesk mi? Arabesk, rap müzikle nerede tanıştı? Nostalji arabesksiz yapamıyor mu? Müslüm filminin üstünü çizmeden altını çizmek mümkün mü? Neden edebiyatın sokaklarında "Bangır Bangır Ferdi Çalıyor"? Behzat Ç. çilekeş mi, çaresiz mi, Che mi?" gibi sorulara yanıt aranıyor.
Arabesk Yeniden kitabında, "Sıradanlaşan Yaşamın Restorasyonu: Arabesk!" başlığında Z. Tül Akbal Süalp, Aydın Çubukçu, Yasemin Yazıcı; "Kenardan Merkeze: Popüler Müziğin Kalbinde Yaşayan Arabesk" başlığında Naim Dilmener, Uğur Küçükkaplan, Yetgül Karaçelik, Anıl Sayan, İrem Elbir, Onur Serdan Çarboğa; "Sinemanın İç Sıkıntısı ya da Sıkıntının Sinemasından Arabeskin İçeriksiz Sularına" başlığında F. Serkan Acar, Oya Yağcı, Pınar Fontini; "Edebiyatın Popüler Kültürle İmtihanı: Soslu Arabesk" başlığında Nil Sakman, Sibel Öz, Hakan Güngör, İsmail Afacan ve Arzu Eylem, konuya dair makaleleriyle, arabeskin bugününü tartışıyor.
Arabesk Yeniden, teoride rafa kaldırılmış gibi görünen ancak hayatımızda kanlı canlı yaşayan arabesk olgusunun izini sürerek konuya siyasal, kültürel yanıtlar arıyor; arabeskin hangi formlarda ve nasıl yeniden yükselen bir değer haline geldiğini, gündelik hayata ve sanata nasıl sızdığını tartışarak konuya ilişkin refleks oluşturabilmeyi hedefliyor. Müzikologların, akademisyenlerin, sinemacıların ve edebiyatçıların arabeskin güncel biçimlerine dair tartışmalarından oluşan bu çalışma, 2000 sonrası arabeski masaya yatırıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Arabesk Yeniden - Müzikte Sinemada ve Edebiyatta 2000 Sonrası, Yazar: Sibel Öz & İsmail Afacan, Nota Bene Yayınları, 2020 Aralık, 224 Sayfa.
NE ADAM NE HAYVAN: FEMİNİZM VE HAYVANLARIN SAVUNULMASI - CAROL J. ADAMS
Feminist-vejetaryen eleştirel teorinin en önemli eserlerinden biri kabul edilen Etin Cinsel Politikası’nın yazarı Carol J. Adams bu kitabında hayvan haklarını ve çevreciliği savunmakla feminizmin nasıl ve neden iç içe geçmesi gerektiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. Modern Batı kültüründe ve tüketim alışkanlıklarında, hayvanlara ve kadınlara yönelik sistematik sömürünün ardında yatan kültürel davranışları ustalıkla irdeliyor. Eleştirel hayvan çalışmaları ve veganlık literatüründeki tartışmalardan beslenen yazar, okura eko-feminizmden çevre ahlâkına ve teolojik perspektiflere uzanan geniş bir çerçeve çizmekle kalmıyor aynı zamanda onu eyleme çağırıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ne Adam Ne Hayvan - Feminizm ve Hayvanların Savunulması, Yazar: Carol J. Adams, Çevirmen: Sevda Deniz Karali, Ayrıntı Yayınları, 2020 Aralık, 416 Sayfa.
YANKI - MÜGE KOÇAK
Gecenin karanlığında, ıssız sokaklarda gezer düşlerin fısıltıları. Sahipsizliğin somurtkanlığını peşlerine takarak, buldukları ilk barınağa girerler. İşte orada, gölgelerin ardında, başlar siyahla beyazın hikâyesi. Ya da öyle sanır herhangi birisi...
Yankı bir ilk kitap olmasına karşın ustalıkla örülmüş öykülerden oluşuyor. Rahatsız edici, hatta denebilir ki "riskli" meseleleri irdeleyen bu öyküler yeri geldiğinde biçimsel denemelerden sakınılmadan ortaya konuyor. Kimi zaman şiddeti, ardındaki nedenleri ya da düpedüz nedensizliğini, kimi zaman günlük hayatımızın içine sinmiş tahakkümü, kimi zaman da sıradan hayatlarımızın karanlığını ya da üzerimizde bir yük gibi taşıdığımız yarı ölü halimizi anlatıyor. Açgözlülüğü, doymak bilmez arzuyu, saçma sapan yaşamları ve belki de en önemlisi, sokağı ve eşitsizliği odağına almaktan, bunları hayal gücünün prizmasına tutmaktan da asla geri durmuyor...
Müge Koçak yaratıcılığıyla; muzip, kıvrak ve cesur kalemiyle adından çok söz ettireceğe benziyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Yankı, Yazar: Müge Koçak, Can Yayınları, 2020 Aralık, 120 Sayfa.
KARİALILAR - DENİZCİLERDEN KENT KURUCULARA
Bu kitapta Karia Bölgesi’nin prehistorik çağlara tarihlenen en erken yerleşimlerinden Geç Osmanlı Dönemi’ne uzanan arkeolojik ve tarihi geçmişi hakkında bugüne dek yapılmış çalışmaların ve güncel araştırmaların bir özeti sunulmuştur. Anadolu Yarımadası’nın güneybatı kesiminde yer alan ve Antikçağ’da Karia olarak bilinen coğrafi bölgenin kuzey sınırını Büyük Menderes Vadisi, doğu sınırını Dalaman Çayı belirler.
MÖ 2. binyıla tarihlenen yazılı kaynaklarda birçok kez adı geçen Karialıların, Hitit istilaları karşısında Anadolu halklarını destekledikleri ancak daha sonra Mısırlılar karşısında Hititlerin yanında yer aldıkları görülür.
Karialıların adı, tüm Akdeniz’de geçtikleri yerleri talan ederek Geç Tunç Çağı’nın güçlü imparatorluklarının çöküşüne katkıda bulunan efsanevi “Deniz Kavimleri” arasında da anılır. İlerleyen dönemlerde, Homeros Karialıların Yunanlara karşı Troia kentini savunmaya gelen halklar arasında yer aldığından bahsederken “savaşmaya bir kız gibi altınlarla süslü geldiler” sözleriyle Karialıların zenginliğini vurgular.
The aim of this book is to present a brief overview of archaeological and historical research on Caria from the very first signs of occupation in the Prehistoric times to the Late Ottoman period. The region occupied by ancient Caria can roughly be described as the southwestern portion of the Anatolian peninsula South of the Menderes Valley and west of the Dalaman River.
The Carians are mentioned several times in the 2nd millennium BCE for having supported the fight of Anatolian nations against the Hittite invaders and later to have fought beside the Hittite kings against the Egyptian forces. They were also counted amongst the legendary Sea People, traveling the Mediterranean, spreading destruction on their path and bringing down some of the most powerful empires of the Late Bronze Age. Later, Homer mentions them in the list of allies who came and supported Troy against the Greeks, emphasizing the wealth of the Carians, who “came to fight decked like a girl with gold”.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Karialılar - Denizcilerden Kent Kuruculara, Yazar: Kolektif, Çevirmen: Gökçe Bike Yazıcıoğlu, İpek Dağlı Dinçer, Yapı Kredi Yayınları, 2020 Aralık, 544 Sayfa.
DUNE: CORRINO HANEDANI - HANEDANLIK ÜÇLEMESİ ÜÇÜNCÜ KİTAP - BRIAN HERBERT
Frank Herbert’ın epik Dune serisinin bir nesil öncesini anlatan heyecanlı üçlemenin büyük finali: Dune: Corrino Hanedanı!
Tleilaxlılarla yaptığı planların ardından yapay baharata “ulaştığını” sanan İmparator Shaddam, melanj üzerindeki mutlak hakimiyetini perçinlemek için her şeyi göze alacaktı. Baharatın kaynağı Dune adıyla bilinen Arrakis gezegenini yok etmeyi bile…
Pardot Kynes’ın ani ölümünden sonra oğlu Liet Kynes ve Fremen dostları Arrakis’i Harkonnenlar için bir cehenneme çevirmeye kararlıydı. Liet ise bir yandan gezegenbilimci babasının Dune’u yeşillendirme hayalini yerine getirmek istiyordu. Ama çölün sürprizleri onları bekliyordu.
Jessica, Bene Gesseritlerin Kuisatz Haderah projesi için sahip olmak istedikleri kız çocuğu yerine bir erkek doğurmuştu. Paul. Rahibeler Birliği, evrene yıkım ve kaos getirmesinden korktukları bu çocuğun yaşamasına izin vermek istemiyordu ama Jessica onu korumak için elinden geleni yapacaktı.
Dük Leto Atreides, ezeli düşmanı Baron Vladimir Harkonnen’la mücadeleye tutuşmuştu. Baron’un yıllar evvel kendisini ortadan kaldırmak için yaptığı sinsi planı öğrenen Leto karşılığını vermek istiyordu. Ama kendilerinden oldukça kuvvetli bir hanedan karşısında ne kadar şansı vardı?
Dune: Corrino Hanedanı, orijinal serinin başlangıcının hemen evvelindeki olayları ayrıntılarıyla, heyecan dolu bir şekilde anlatıyor.
“Corrino Hanedanı‘ndaki her olay, efsanevi Dune evreninin inşasına kocaman bir taş daha ekliyor.”
Booklist
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Dune: Corrino Hanedanı - Hanedanlık Üçlemesi Üçüncü Kitap, Yazar: Brian Herbert, Çevirmen: Zeliha İyidoğan Babayiğit, İthaki Yayınları, 2020 Aralık, 704 Sayfa.
Gerçeği keşfetme öyküsü: Viktorya Hayal Kuruyor
Bir çocuğun hayal dünyasında sınırlara yer olmadığını gördüğümüzde kendi hayallerimiz size de yavan geliyor mu? En son ne zaman korsanlarla bir yolculuğa çıkıp okyanusta balinalarla arkadaş olduk?
03-01-2021 00:02

Burcu Adıgüzel
Viktorya’nın hayatı sıkıcı mı sıkıcı. Annesi bir casus değil, bütün gününü evde geçiren bir kadın. Babası bir kaz ciğeri firmasında çalışıyor, mucit değil. Yaşadığı yer, okul, aile her şey çok sıradan. Üstelik tek bir arkadaşı da yok!
Daha doğrusu gerçekte yok. Onun arkadaşları silahşörler, cinayeti çözmeye çalışan dedektifler, korsanlar, evcilleştirilmiş bir maymun, vahşi atlar ve daha neler neler… Arkadaşlarıyla birlikte uzayda yeni görevler ediniyor, orkestra yönetiyor, derin denizlere dalıyor, maceradan macera beğeniyor. Viktorya’nın sonsuz, sınırsız bir hayal dünyası var. O; kendisini aşacak, çılgın bir hayat düşlüyor kendisi için. Tek amacı hayatını değiştirmek.
Derken bir gün kendini gerçekten bir maceranın içerisinde buluyor Viktorya. Takım elbiseden başka bir şey giydiğini görmediği ‘’sıkıcı’’ babasını kovboy şapkası takmış halde işe giderken görüyor. Odasında göz hizasında bulunan ve Viktorya’nın ‘’ufuk’’ adını verdiği kitaplar günden güne azalıyor. Bu değişiklikleri fark eden Viktorya, sonunda kendini gerçek bir maceranın içerisinde hissetmeye başlıyor. Fakat henüz olacaklardan habersiz. Pek de hoşlanmayacağı bir gerçeği ortaya çıkaracağını bilmiyor.
Yazar, kitabın ilk sayfalarında Viktorya’nın gerçek dünyayı çok sıkıcı bulduğunu açıkça yazarken, sonlara doğru Viktorya’nın gerçek yaşamın da ihtimallerle dolu olduğunu, hayal kurarken gerçeğin de eğlenceli ve ilginç kılınabileceğini hissettiğini bizlere sezdiriyor. En keyifli kısmı buydu. Ama macera kısmı da okumaya değer sözcüklerle anlatılmış.
Timothée de Fombelle, bir oyun yazarı. Çocuk kitaplarında seçtiği ilginç konular ve anlatımındaki farklılıklarla dikkat çekiyor. Tobie Lolness dizisiyle ilgi gören yazarın Viktorya kitabı o diziden epey farklı. 7 yaş ve üzeri çocukların okuduğunda keyif alacağından hiç şüphem yok.
KÜNYE: Victorya Hayal Kuruyor, Timothée de Fombelle, Res. François Place, Çev. Şilan Evirgen, Yapı Kredi Yayınları, 73 Sayfa.
Bilinmeyenin keşfi: Mitoloji
Say Yayınlarından yayımlanan, Kathleen Sears imzasını taşıyan “Mitoloji 101”; Yunan ve Roma mitolojisini, Olympos Dağı’ndaki tanrılara - tanrıçalara dair bilmemiz gereken her şeyi konu almasının yanı sıra günümüzde hala kullandığımız birçok terimin mitlere dayanan köklerini ve mitlerin geniş literatürünün hayatımızda ne denli etkili olduğunu da gösteriyor.
03-01-2021 00:02

Şadi Erarslan
İnsanlar yüzyıllar boyunca sırrını çözemediği doğayı, evreni ve insanın oluşumunu bir temele dayandırarak anlamlandırmaya çalışmıştır. Kendi çabaları ve sınırlı imkânlarla elde ettikleri parçaları birleştirerek temellendirdikleri hikâyeleri yıllar boyunca aktarmışlardır birbirlerine. Bu söylenceler zamanla daha da genişleyip daha karmaşık bir hal alıyor, böylece mitler karşımıza çıkıyor. Mit, Yunanca kökü “mu” olan, ağzıyla ses çıkarmak anlamındaki myhos sözcüğünden gelir ve insanın varoluşunun temelinde yatmaktadır. Mitler; doğanın, evrenin ve insanların oluşturduğu her şeyin kişiselleştirilmiş bir yorumudur.
Dünya üzerinde yaşayan bütün toplumların kendilerine ait mitleri vardır. Bu toplulukların, toplumsal yaşamlarını ve ilişkilerini bu söylencelere göre bir şekle sokarak kültürlerini oluşturdukları herkesçe bilinir. Neden böyle bir şeye ihtiyaç duydukları ise çok açıktır. Henüz bilimin gelişmediği zamanlarda, bilimsel veriler olmadan evreni anlama çabası mitlere kalmıştır. Mitler yalnızca insanların inanması gereken tanrılara yer vermez, aynı zamanda toplumsal yaşamı etkileyerek bir kültür de ortaya koyar. Toplumun kültürüne sirayet ederek insanın doğayı ve kendi geleceğini ortaya koyması için birinci derecede başvurulması gereken karmaşık ve ustaca kurgulanmış söylencelerdir. Mitler sayesinde kuşaktan kuşağa taşınan kültürel, toplumsal ve sanatsal izler o toplumun yeni insanlar tarafından anlaşılmasını sağlar. Yunan ve Roma mitleri, en çok karşımıza çıkan mitler arasında yerlerini alır.
Say Yayınlarından yayımlanan, Kathleen Sears imzasını taşıyan “Mitoloji 101”; Yunan ve Roma mitolojisini, Olympos Dağı’ndaki tanrılara - tanrıçalara dair bilmemiz gereken her şeyi konu almasının yanı sıra günümüzde hala kullandığımız birçok terimin mitlere dayanan köklerini ve mitlerin geniş literatürünün hayatımızda ne denli etkili olduğunu da gösteriyor.
Yunanlıların Olympos Dağı’ndaki tanrılara tapmalarının üzerinden yüzyıllar geçti. MÖ 900’lere dayanan söylenceler, insanların hayal gücünün sınırsızlığını, mükemmelliğini gösterse de aynı zamanda insanların kötü ve çirkin yönünü de ortaya çıkarıyor. Öyleyse üstünden bunca zaman geçmesine rağmen neden hala bu söylencelere ilgi duyuyoruz? Kısaca özetleyecek olursak klasik mitoloji Batı dünyasının sanatını, edebiyatını, tarihini ve kültürünü oluşturmuştur. Eski dünyayı şekillendirilmesi bir yana günümüzü de etkilemiştir, etkilemeye devam ediyor. Örneğin; düşmanın zayıf noktası “aşil topuğudur”, kendini beğenmiş kişiler narsisttir, hipnozun düş dünyasını denetimlemişsinizdir ve dünyayı görmek için atlasa bakarsınız. Aylar Roma mitolojisinden adlarını alır; takımyıldızların kökeni mitlere dayanır. Homeros, Sofokles ve Ovidius mitolojilerle insan hayatını ve kültürünü anlatmaya çalışmıştır. Görüldüğü üzere dilimizi dahi etkileyen mitolojinin sınırları bununla da kalmamış, felsefe ve psikoloji gibi alanlarda da etkili olmuştur. Eski dünyanın insanlarının kültünü açıklamak için birinci dereceden kaynaklar haline gelen mitolojiler, insanların sahip olduğu karakteristik özellikleri açıklamak ve insanın doğa ile ilişkisini yorumlayarak evreni anlamak içindir.
Mitlerin oluşum süreci yıllarca süre gelen, nerdeyse o kültür içerisinde yaşayan her insanın katkısının bulunduğu, fantastik hikâyelerdir. Burada insanlar yalnızca mitleri keşif etmiyor ayrıca yaşıyor da. Yunan mitolojisinde insanın sahip olduğu veya doğa da yer alan her mefhumun bir tanrısı vardır. Bunlar tanrıların kontrolünde ve ihlal edildiği durumlarda, tanrıların gazabına uğramak beklendik bir durumdur. Odysseus’un Truva savaşından sonra kralı olduğu İthaka Adası’na ulaşmak için yaşadığı sayısız macerayı, Agamemnon’un karısı ve aşığı tarafından öldürülmesi ve İo’un Hera’ın gazabına uğraması birkaç örnektir buna.
Elimizdeki kitapta, macera, trajedi, savaşlar ve canavarların tanrılarla kavgalarını başlangıç olarak sunuyor. Bunun yanı sıra büyücülük, intikam, suç ve aşkı işleyerek; böylesi bir mitolojide herkesin kendisine bir pay çıkarmasını sağlıyor. Tanrılar arasındaki çekişmelerin, saf tutmaların ve insanlarla olan bağlantılarının işlendiği, Yunan ve Roma mitolojisine giriş niteliğinde bir eserdir.
KÜNYE: Mitoloji 101, Kathleen Sears, Çev. Ekin Duru, Say Yayınları, 2014, 256 Sayfa.
Devrimci öznenin arzu dünyası
Devrimi siyasal iktidarın ele geçirilmesi hedefine sıkıştırdıkları ve bu hedef uyarınca mücadele araç ve yöntemlerini “başka türlü”süne yer vermeyecek şekilde tekdüzeleştirmeye yöneldikleri ölçüde, sol hareketler yeni bir dünyanın olanaklarını işleyebilme hünerlerini kaybetmeye başlamışlardı. 12 Eylül darbesine bu kadar hazırlıksız yakalanmalarında konjonktürü analiz edebilme yetersizliklerinden önce bu hüneri kaybetmelerinin etkisi aranmalıdır.
03-01-2021 00:02

Ufuk Akkuş
1960’lı ve 1970’li yılların politik atmosferi üzerine pek çok makale ve kitap yayımlanmıştır. Kitlesel sol hareketin yükselişe geçtiği bu dönemde yaşananlar dönemi anlatan tarih çalışmalarının yanı sıra gerek dönemin tanıkları tarafından ilk elden gerekse de anı, belge, mektup, savunma ve mahkeme tutanaklarından yararlanılarak araştırmacılar tarafından ortaya konulmaktadır. Türkiye’nin sol politik tarihini dönemin etkili ve öncü kişiliklerinin mücadelesi ile birlikte ele alan çalışmalar elbette tarih bilincinin oluşması ve geleceğin inşa edilmesine esin vermesi açısından olumlu/olumsuz pek çok tecrübe barındırmakta ve sol için önemli değerlerin unutulmamasını sağlamaktadır. Son derece yararlı olan bu çabaların yanı sıra dönemin önemli figürlerinden olan devrimci öznenin harekete katılmasının ve mücadele sürecinin teorik konumlanışına ilişkin pek çalışma bulunmamaktadır. Serhat Celal Birdal, “Bir Başka Devrim Türkiye Sol Hareketinde Arzu, İdeoloji, Politika (1960-1980)” başlıklı kitabının, bu alandaki eksikliği doldurmak için önemli bir başlangıç niteliğinde olduğunu düşünüyorum.
Doktora çalışmasından dönüştürdüğü bu çalışmasında Birdal; devrimcilerin, salt ideoloji ve bilinç düzeyinde halkın ya da sınıf çıkarlarının temsil edilmesinden ibaret görülemeyeceği kabulünden hareketle, 60’lar, 70’ler boyunca ortaya çıkan toplumsal dönüşüm olanaklarının ve bu zeminde tetiklenen siyasallaşma süreçlerini bilinç dışı toplumsal arzu yatırımları düzeyinde değerlendirmeyi amaçladığını söyler. Birdal, sürecin dinamiğini çıkar ve bilinç kategorilerinden önce Spinoza’nın arzu ve duygulanımlar kavramları ile Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus adlı eserlerinde yarattıkları kavramsal düzeneğin ve bu düzeneğin önemli parçalarından biri olan arzu kavramı çerçevesinde kavramayı deneyeceğini belirtir. Sol siyasal pratiğin, bir halkın kolektif olarak var olma ve kudretini artırma çabasından başka bir anlamı olmayan arzunun sürecini hangi noktalarda ileriye taşıdığı, hangi noktalarda hangi mekanizmalarla bu süreci kesintiye uğrattığını takip etmeye çalışacağını söyleyen Birdal, solun, muhtelif toplumsal grupların karşılaşmaları boyunca bir varoluş ve yeğinlik kazanan ya da üretilen arzuyu hangi ideolojik konumlara, taleplere ve görevlere kaydettiğinin, onu hangi nesnelere bağladığının ve bu yeğinliği nasıl harcadığının bir analizini gerçekleştirmeye koyulur.
Ana akım psikoloji arzu ve duygulanımları, hisler ya da duygular olarak birey-öznenin dış dünyadaki olaylara verdiği tepkiler ya da öznel yaşantılar olarak bir içselliğe hapseder. Birdal’ın bakış açısını oluşturan şizonaliz ise arzu ve duygulanımları bir içsellikten dışarıya doğru yönelen reaksiyon ya da güdüler olarak değil, tamamen dışarda ve ancak bedenlerin karşılaşmaları boyunca aralarındaki etkileşimlerde varoluş kazanan ve üretilen maddi bir kuvvet derecesi olarak görür. Başka bir deyişle, arzu ve duygulanımlar ancak bedenlerin karşılaşmalarında ve aralarında kolektif olarak icra edilen edimlerde varoluş kazanabilir. Birdal, çalışma boyunca siyasal mücadele sürecini asıl tetikleyenin bilinç düzeyinde kurgulanmış ideolojik bir açıklamadan ya da bir bilinçlenme sürecinden önce, bilinç dışı arzu yatırımları düzleminde gerçekleşen devrimci bir kesinti olduğu kabulüyle hareket eder.
Türkiye sosyalist hareketini anlatan kitaplarda dikkati çeken tespitin 68 ve 78 kuşağının bir feda kültürünün etkisinde kendi arzularını politik mücadele uğruna bastırdıkları ya da devrim sonrasına ertelediklerine işaret eden Birdal, politik mücadelenin arzuların bastırılması pahasına gerçekleşebildiğine dair bir genel kabulden bahseder. Arzuyu salt bireysel, bedensel ve politika dışı gören bu anlayışa karşı Birdal, bu arzu ve duygulanımların solun arzu politikasının bir tezahürü, tamamıyla politik çıktısı olarak belirdiğini öne sürer. Başka bir deyişle, arzuların bastırılmasına dair hikayenin, politik mücadelenin kişisel yaşamlar nezdindeki bir yan etkisi değil, bu mücadeleye içkin bir sonuç olarak okunması gerekir. Birdal, Türkiye’de devrimci-sosyalist hareketin altın çağında arzunun bastırılması meselesini ideolojik ya da örgütsel mücadelenin gündelik hayata dair ikincil bir yansıması olarak değil bizatihi politik bir süreç olarak ele alır. Ana akım düşünce dünyasında arzu bir eksiklik ya da olanaksızlık ile baş edebilme sorunu olarak görülür. Birdal’a göre ise; varlığın var olmak için, içkin düzlemde kendinden başka hiçbir aşkın ilkeye, amaca, irade ve karara ihtiyaç duymamasına ve kendine yeter bir fiili “var olma çabasından “başka bir şey olmamasına benzer biçimde arzu da kendi içkin doğası itibarıyla hiçbir yasak, eksiklik ve erek tanımayan, kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan bir üretim süreci olarak düşünülmelidir.
Birdal, arzuyu bir eksiklik mantığından kurtararak bir kudret çerçevesine dahil eden Spinoza’nın görüşlerinin izinden giderek arzuyu etik-politik bir kavram olarak yeniden düşünmemizi önerir. Spinoza, varlığın özünün varlığa dışsal ya da aşkın bir kaynaktan neşet etmeyip bizatihi varlığın kendisini sürdürme çabası ya da eylemi ile bir ve aynı şey olduğunu ileri sürer. Her şeyin kendi varlığında sürüp gitmesi için yaptığı çaba, o şeyin fiili özü dışında bir şey değildir. Varlık ya da varoluş kendi dışındaki bir ereğin ya da özün tezahür etmesi değil, kendi var kalma sürecinin içkin hareketinin ta kendisidir. Spinoza’ya göre duygulanış; var olma kudretimizin varyasyonlarıdır. Bu varyasyonların bir kutbunda, kendi upuygun nedeni olmayıp yalnızca dışsal etkilere maruz kaldığımız durumlarda keder başlığı altında toplanan pasif duygular yer alırken, diğer kutbunda kendi upuygun nedeni olduğumuz, eyleme ve düşünme kudretimizi artıran sevinç başlığı altında toplanan aktif duygular yer alır. Bizi kedere sürükleyip eyleme gücümüzü azaltan karşılaşmalardan kaçınıp sevincimizi artıran karşılaşmalara yönelmemiz gerekir. Tam da bu yüzden Spinoza’nın etiği bir ahlak probleminde olduğu gibi ne yapmamız gerektiği ile değil neye muktedir olduğumuz ile ilgilenir. Onun etiği bir ödev sorunu değil, bir kudret sorunu üzerine inşa edilmiştir.
Birdal’ın teorik argümanını kurarken yararlandığı diğer düşünürler Gilles Deleuze ve Felix Guattari’dir. Fransız düşünürlerin ortak kaleme aldıkları Anti-Oedipus adlı kitabın önsözünde Foucault; Anti-Oedipus’un; düşünceye, söyleme, eyleme arzunu nasıl dahil edilebileceğine, arzunun güçlerini siyasetin alanında nasıl harekete geçirebileceğine ve kurulu düzenin altüst olma sürecinde nasıl yoğunlaştırılabileceğine dair devrimci bir soruşturma olarak kendini örgütlediğini vurgular. Arzunun gerek örgütlü mücadeleye girme aşamasında gerekse de mücadele boyunca ideolojik tutum ve bilinçten daha önemli bir hale büründüğü sol hareketin içinde yer alan kişilerin anlatımlarından pek çok örnekle gösterilir. Fatsa’da Fikri Sönmez’in Belediye Başkanlığı döneminde faşizme karşı mücadele amacıyla başlatılan ancak daha sonra yeni bir hayat arzusunun şekillenmesini gündeme getirmiştir. Gündelik bir sorunun çözümlenmesi için bir araya gelen bedenlerin yeni bir dünyanın kapılarını açabilecek kudretlerinin artmasını da beraberinde getiriyordu. Direniş ve Halk Komitelerinde ilçedeki çamur sorunuyla mücadele edebilmek için halkın önemli bir kısmı “Çamura Son” kampanyası” etrafında seferber olduğunda bir iş ya da faaliyet şenliğe dönüşebiliyordu. Devrimci politika bu anlarda makro ve aşkın bir Devrim ereğiyle bağını askıya alarak bütün bir yaşamın şimdi ve burada devrimcileştirilmesinin doğaçlama deneyimine dönüşebiliyordu. Sadece somut bir ihtiyacın giderilmesi olarak görülebilecek bir faaliyet, bir şenliğe dönüştüğü ölçüde yepyeni bir birliktelik ve ilişkilenme biçimi uç veriyor, başka bir dünyaya arzu tam da bu esnada billurlaşmaya ve parlamaya başlıyordu. Birdal’a göre burada söz konusu olan Deleuze’in ereklerin ve koşulların bilgisinden doğrudan çıkarılamayacak bir virtüellik meselesidir. Tarihte devrimci dönüşümlerin nasıl gerçekleştiğine önceden tanımlanabilecek diyalektik bir potansiyellik kavrayışının aksine, devrim beklentisine kıvamın veren virtüel olanaklar alanının nasıl edimselleşeceğini önceden tahmin etmek kolay değildir. Potansiyelin tarihsel bir ereğe göre ancak tek bir tarzda gerçekleşebilmesinden söz edebiliyorken, virtüel olanın cisimleşmesinin sayısız biçimi olabilir. Mesela devrim beklentisi siyasal iktidar hedefini paranteze alacak seyirde, hesapta olmayan yeni politik deneylere (direniş komitelerinde olduğu gibi) girişilmesi biçiminde tezahür edilebilir.
Birdal’a göre; solcu olma ve mücadeleye atılma ilk önce duygulanımlar düzeyinde gerçekleşir. Başka bir dünya olanağının ifade kazandığı bir arzu öbeğine dönüşen kitaplara da, insanlara olduğu gibi her şeyden önce duygulanımsal düzlemde bağlanılır. Mücadele süreci boyunca her devrimcinin siyasallaşması heterojen duygulanımlar akışına tabi olmak suretiyle gerçekleşmiştir. Bir kudret artışı olarak devrimcinin özneleşme sürecini tanımlayabilmek aynı zamanda hisleri, kendine has coşkuları ve değişik kültürleri deneyimlemek suretiyle yeniden oluşan bir duygular demeti tarafından kat edilen bir bedenin dönüşümlerini algılayabilmekten geçmektedir. Bir fikir ne kadar devrimci gözükürse gözüksün, içinde bulunulan dünyadaki bir nesnenin yerine geçen zihindeki sabit bir temsildir ve kendi içinde devrimci bir duygulanımı tetiklemediği zaman bedenlere etki edemeyecek, onları dönüştürme kudretinden mahrum kalabilecektir. Kendilerini dönüştürme gücünden mahrum kalan bedenler de, içinde bulundukları dünyayı ve toplumu dönüştürme konusunda teklemeye başlayacaktır. Arzunun tek içkin ereğinin kendi sürecini kesintiye uğratmadan devam ettirmesi oluşuna benzer biçimde, devrimci- oluşların tek ereği de bir Devrimin akıbetinden bağımsız olarak, politik mücadele boyunca olabildiğince çok bedenin eyleme, düşünme ve duyumsama kudretini artırarak kendi sürecini devam ettirebilmesidir. Devrimci-oluşlara açılan bedenlerin, kolektif olarak direniş ve yaratım güçleri artar ve toplumsal uzamda kristalize olan arzuyu, bir devrim ihtimalinden bağımsız olarak şimdi ve burada işlemeye koyulurlar. Toplumsal bedenin yeğinliği ve kudreti, kendini yeniden yaratma olanakları artmaya başlar.
Serhat Celal Birdal, “Bir Başka Devrim Türkiye’de Sol Hareketinde Arzu, İdeoloji, Politika (1960-1980)” adlı kitabında bize Devrimci öznenin mücadeleye atılma ve mücadele sürecindeki ideolojik tutumu ve arzu dünyası hakkında Spinoza ile Deleuze-Guattari’den yola çıkarak “bir başka analiz” biçimi öneriyor. Kendisi bu kitabında pek fazla bahsetmese de Birdal’ın önerilerinin sadece devrim sürecinde arzunun ve kudretin işlevi konusunu içermediğini düşünüyorum. Arzu politikası Devrim sonrasında da şenlikli toplumun kurulması ve geliştirilmesi konusunda kılavuz niteliği taşıyabilir. Türkiye sosyalist hareketine farklı bir açıdan bakan ve zevkle okunan bu çalışma tartışılmayı ve zenginleştirilmeyi hak ediyor.
KÜNYE: Serhat Celal Birdal, Bir Başka Devrim, Türkiye Sol Hareketinde Arzu, İdeoloji, Politika (1960-1980), İletişim Yayınları, 2020, 259 Sayfa.
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitapları arasından sizler için derledik, keyifli okumalar dileriz.
20-12-2020 00:06

LENİN OKUMA KILAVUZU
Sosyalizm tarihinin yoksullar için en güvenilir, varsıllar için ise en korkutucu ismi olan Vladimir İlyiç’in 150. yaşını kutluyoruz.
Umudumuz, Lenin’i Okuma Kılavuzu’nun, başta ülkemizin işçileri olmak üzere tüm sosyalizm militanlarına yeni zaferlerin yolunu göstermesidir.
Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin, bu yolda hep bizimle olacaktır.
KÜNYE: Lenin Okuma Kılavuzu, Yazar: Kolektif, İleri Kitaplığı, 2020
PAYIMA DÜŞEN - PERINUŞ SANIE
"Sahi, kimdim ben? Bir asinin ve hainin mi karısıydım, yoksa özgürlük savaşçısı bir kahramanın mı? Bir muhalifin mi annesiydim, yoksa özgürlük âşığı bir savaşçının fedakâr velisi mi? İnsanlar beni kaç kez zirveye çıkarıp, sonra da kafa üstü yere çakılmama sebep olmuşlardı?Oysa ben ikisini de hak etmemiştim. Beni kendi yeteneklerim veya meziyetlerim sayesinde yükseltmedikleri gibi, aşağıya çekmelerinin nedeni de kendi hatalarım değildi."
İranlı yazar Perinuş Sanie, 1979 Devrimine ve İslam Cumhuriyeti'nin kuruluşuna, ardından İran-Irak savaşına tanık olan kahramanı aracılığıyla yakın İran tarihinin önemli olaylarını "içeriden" anlatır. Dönem olarak İran'ın bu çalkantılı yıllarının seçilmesinde esas neden, kadın kimliğinin her durumda nasıl baskılandığının aktarılması ihtiyacıdır.
Masume, içine doğduğu dindar, baskıcı ve cinsiyetçi ailesi tarafından küçük yaşta tanımadığı biriyle evlendirilir. Kendi mücadelesini vermekte olan komünist kocasının yokluğunda çeşitli işlerde çalışarak üç çocuğunu tek başına büyütür. Masume, kadın kimliğinin iyi evlat olmak üzerinden hiçleştirilmesinin ardından annelikle sömürülmesinin aşamalarını yaşayacaktır.
Payıma Düşen, karşılarında geleneğin yüzlerce yılda kurduğu sofra olsa da, payına düşene razı gelmeyen kadınların anlatısıdır.
"Kimse kendimiz için yaşamamızı istemez, herkes bizi kendine saklamak ister."
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Payıma Düşen, Yazar: Perinuş Sanie, Çevirmen: Güneş Demirel, Yordam Edebiyat, 2020, 512 Sayfa
NAR KİTABI - BERND BRUNNER
Nar âdemoğlunun yetiştirdiği kültür bitkileri içinde ilk meyve türlerinden biri. Uzun bir tarihi olmasına rağmen hâlâ sır dolu. Nasıl ayıklanıp yeneceği bile tam çözülebilmiş değil. Âdem ile Havva'nın Cennet Bahçesi'nden kovulmasına sebep yasak meyvenin nar olması ihtimali de bir kenarda duruyor. Özellikle yaşadığımız coğrafyada, farklı kültürler, dinler ve yaşam pratikleri içinde simgesel olarak nara atfedilen anlam bolluğu kültür tarihinde başlı başına bir izlek.
Bernd Brunner tanıdığımız bir yazar. Edebiyat, bilim ve tarihin kesiştiği konular üzerine yazdığı merak uyandırıcı kitaplarından birkaçı daha önce Türkçeye çevrildi. İstanbul'da yaşıyor ve üstelik Türkçesi de hiç fena değil. Narı da ilk kez burda, İstanbul'un Tarlabaşı semtinde kurulan bir halk pazarında görmüş. Nar Kitabı, narın doğal ve kültürel tarihi üzerine, mitolojisinden mutfağına hemen her konuda ilginç ve pratik bilgiler içeren renkli bir çalışma.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Nar Kitabı, Yazar: Bernd Brunner, Çevirmen: Neylan Eryar, Kırmızı Kedi, 2020, 88 Sayfa
TRENDEKİ YABANCILAR - PATRICIA HIGHSMITH
Buluşa bak! Birbirimizin cinayetini işleyeceğiz, anladın mı? Ben senin karını öldüreceğim, sen de benim babamı! Biz trende karşılaştık, tamam mı? Birbirimizi tanıdığımızı kimse bilmiyor! Cinayet ânında başka yerlerdeyiz! Anladın mı?
Kendinizi hiç beklemezken kötülüğün cisim bulmuş haliyle aynı kompartımanda bulabilirsiniz. Guy Haines, laf olsun diye karısı konusunda içini döktüğü Charles Anthony Bruno’dan sadistçe bir teklif alır: Katil olmak! Ama öldürecekleri kişileri değiştokuş edecekler ve kusursuz cinayeti işlemiş olacaklardır. Tren yolculuğu sona erer ama iki adamın uğursuz anlaşması tek taraflı da olsa imzalanmıştır; Bruno’nun kendi üzerine düşen cinayeti işlemesiyle, Haines kendini bir kâbusun ortasında bulacaktır.
1951 tarihli ilk romanında Highsmith, kendini iyi insan olarak tarif edebilecek sıradan kimselerin bile bir dizi olay sonucu en feci suçları işleyebildiği bir dünya yaratıyor. Ünlü yönetmen Hitchcock’un aynı isimli filme uyarladığı Trendeki Yabancılar, psikolojik gerilimin mihenk taşı.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Trendeki Yabancılar, Yazar: Patricia Highsmith, Çevirmen: Tomris Uyar, Can Yayınları, 2020, 344 Sayfa
BEN BİR KİTAP KURDUYUM - ÖZGE LOKMANHEKİM
Kitabı yüksek sesle mi içinden mi, oturarak mı yoksa uzanarak mı okursun? Kendini okumanın büyüsüne kaptıran herkesin macerası hem aynı hem ayrı. Özge Lokmanhekim’in kaleme aldığı, Ege Karadayı’nın resimlediği Ben Bir Kitap Kurduyum, kitapları, kitap karıştırmayı, okumayı seven herkese hitap ediyor. Okul dönemi çocukların beğenisine sunulan kitapta, okumayı kolaylaştıran ve özellikle çocuklar için tasarlanmış Sassoon yazı karakterinden yararlanılıyor. Bu yazı karakteri çocuklara sadece okumada değil, aynı zamanda onların yazıyla ilk yakınlaşmalarında da kolaylık sağlıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ben Bir Kitap Kurduyum, Yazar: Özge Lokmanhekim, Hep Kitap, 2020, 56 Sayfa
HEYBELİADA CİNAYETLERİ - ÖNAY YILMAZ
Heybeliada sokaklarında siyah cüppeli, eli bıçaklı bir katil dolaşmaktadır. Katil, kurbanlarını boğazlayarak öldürmek için mehtaplı geceleri seçer. Adayı ve tarihini iyi bilen seri katil, öldürdüğü kurbanlarının üzerinde birtakım şifreli mesajlar bırakır. Bu mesajlar aynı zamanda bir sonraki cinayet hakkında bazı ipuçları vermektedir. Sıradışı cinayetler işleyen katil, cinayet mahallinde her türlü iz bırakır; bir tek iz hariç: kendi izi. Öyle ki; Tanrı bile cinayetlerin işlendiği geceler sanki tatile çıkmaktadır. Kaç kişi ölecek? Bunu yalnızca katilin kendisi biliyor. Heybeliada Sanatoryumu'ndan Heybeliada Ruhban Okulu'na kadar uzanan bu cinayetler zincirini çözmek için, dedektif Çetin Akın ve yakın arkadaşı gazeteci Ahmet Kerim devreye girer. İkili, kendilerini yine oldukça çetrefilli bir olayın ve yanıtlanmayı bekleyen soruların içinde bulur. Katil neden mehtaplı geceleri seçiyor ve kurbanlarının üzerinde şifreler bırakıyor? Bu cinayetler ne zaman bitecek? Katilin amacı ne? Ve katil kim? Heybeliada Cinayetleri, sizi Heybeliada'nın gergin, korku dolu ve kan kokan sokaklarında gerilim dolu bir yolculuğa çıkaracak.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Heybeliada Cinayetleri, Yazar: Önay Yılmaz, A7 Kitap, 2020, 512 Sayfa
Yarın İçin İnat ve İtiraz: Marksizm ve Siyaset
"Dolayısıyla elimizdeki kitap bir inat ve bir itiraz kitabı: Sınıfta inat eden, siyasetsizleştirilmeye itiraz eden bir Marksizm savunusu (ya da belki taarruzu). Üç temel bölümden oluşan kitapta sırayla yöntemsel, kuramsal ve pratik düzeyde Marksizmin siyasetle olan sarsılmaz ilişkisine, toplumu ve sınıf mücadelesini dönüştürücü işlevine değiniyor Soyer."
17-01-2021 08:14

Berat Çelikoğlu
Sosyalizmin dönemsel geri çekilişi, neoliberalizm fırtınası ve adının önüne aldığı “neo” ya da “post” ekleriyle eski ya da hali hazırda aşılmış olanı farklı kılıflarla sunma çabalarının topyekûn bir ürünü: Sınıftan uzak, siyasetsiz, nihayetinde tehlikesiz bir Marksizm! Can Soyer yöntemle, kuramla ve eylemle işte buna itiraz ediyor.
Yordam Kitap, hazırlanmasına ve/veya yayınlanmasına vesile olduğu çalışmalarla Türkiye’de Marksizm ve sosyalizm adına hülyamızı ve kavgamızı diri tutma mücadelemizde yanıbaşımızda olmayı sürdürüyor. Son olarak geçen haftalarda Can Soyer’in imzasını taşıyan Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem isimli kitap ile başlıkta da sözünü ettiğimiz üzere bir inat ve itiraz okurlarıyla buluştu.
NEYİN İNADI NEYE İTİRAZ?
“Yaşadığımız çağın Marksizm tarafından çözümlenmeyi beklediğini söylersek elbette yanlış bir şey söylemiş olmayız. Ama eksik söylemiş oluruz: Çağımız esas olarak Marksizmin kılavuzluk ettiği devrimci eylem tarafından yıkılmayı, parçalanmayı, tarihten silinmeyi bekliyor.”
Neyin inadı, neye itiraz? Kuşkusuz okurun aklında canlanacak ilk iki soru budur. Kitabın bize göre temel bir iddiası var: Marksizm, bunca siyasetsizleştirilme ve dolayısıyla tehlikesizleştirilme tehdidiyle karşı karşıya olsa da siyasetten ayrıştırılamaz. Soyer, temel olarak üç bölümden oluşan kitabının ilk iki bölümünde (Yöntem, Kuram), esasen üçüncü bölümün (Eylem) üzerine bastığı zemini tariflemek ve nihayetinde Marksizm için siyasetin ne denli önemli bir atardamar olduğunu göstermek üzere tartışmalara giriyor.
Tartışma siyasetin yalnızca Marksizm için taşıdığı öneme değinmekle sonlanmıyor elbette. Aynı zamanda siyasetin hangi ilişkiler gözetilerek ve neyi dönüştürmek amaçlanarak yapılacağı konusu da bu tartışmalarla birlikte değer kazanıyor. Bu noktada ise Soyer, Marksizme özellikle 90’lı yıllarla birlikte düşülen tüm şerhlere rağmen, ısrarla sınıfın ve sınıf mücadelesinin altını çizen bir Marksizmde diretiyor. Bu diretme ise bağnazca şablonlaştırma, sınıfı ilkel düzeyde görünümlere ve ezberlere indirgeme girişimlerinden uzak, değişimi ve dönüşümü gözeten ve bununla birlikte sınıflar ile sınıf mücadelesinin Marksizm için değişmeyen önemine ilişkin bir diretme.
Dolayısıyla elimizdeki kitap bir inat ve bir itiraz kitabı: Sınıfta inat eden, siyasetsizleştirilmeye itiraz eden bir Marksizm savunusu (ya da belki taarruzu). Üç temel bölümden oluşan kitapta sırayla yöntemsel, kuramsal ve pratik düzeyde Marksizmin siyasetle olan sarsılmaz ilişkisine, toplumu ve sınıf mücadelesini dönüştürücü işlevine değiniyor Soyer. Üstelik felsefeye ve tarihe sırtını yaslayarak sürdürdüğü tartışmalar bayağılaşmayan edebi cüretkârlığıyla tatlanıyor ve okura mermer soğuğundan, monoton bir griden oldukça uzak bir tartışma zemini sunuyor.
Bir parantez açmakta fayda var. Kitaba ilişkin özel bir hissimiz, yazarın “iğneyi başkasına, çuvaldızı kendisine” batırmaktan mümkün olduğunca kaçınma, Marksizmin siyasetsizleştirilmesi tehlikesinin kaynağını dışarıdan gelen bir takım komplocu ataklara, “kurulan tuzaklara” bağlamama yönünde gayret ettiğine yönelik. Soyer, isabetli bir şekilde Marksizme ilişkin hata yapanlara parmak sallayan ve yanlışları uzaktan “bilgece” gösteren bir tavırdan uzak duruyor. Kitap zaten Marksizmin canlılığını, dolayısıyla hem hatalarla hem de doğrularla bir bütünlüğünü gözeterek kaleme alındığı için yazar da eserine bağlılık göstererek eleştirileri içeriden yapıyor, içeriyi dışarıdan referanslarla dönüştürmeye çabalıyor.
YARININ ANAHTARI: SİYASİ VE DEVRİMCİ MARKSİZM
Kitapta sınıf mücadelesinin ve siyasetin Marksizm açısından asli görevine ve dönüştürücü faaliyete yapılan özel önemin altında elbette Türkiye başta olmak üzere dünya çapında sosyalizmi yeniden kitlelerle buluşturmanın, onyıllar süren yalnızlığı aşmanın özlemi yatıyor. Ancak kuşkusuz bu kavuşma yalnızca pratik bir takım farklı yaklaşımlarla sağlanamaz. Bu kavuşma yöntemde ve kuramda da kuşkusuz farklı yaklaşımları, eleştirel ve özeleştirel kimi bakışları gerektiriyor. Dolayısıyla bu kitabı, siyasetle et ve tırnak ilişkisi kuran bir Marksizmin, diğer “Marksizmlerden” ayırt edileceği noktaların belirginleştirilmesi çabası olarak da okumak mümkün. Ne de olsa adım adım aynı yolda yürüyerek farklı yerlere varmak mümkün değil ve siyasetsiz, sınıfsız bir Marksizme, Soyer’in direttiği tarzda bir Marksizm anlayışından daha farklı yollardan yürünerek varılmış olmalı.
Kitlelerle buluşacak, buluştukça gerçek bir güç haline gelecek bir sosyalist alternatifi, “direttiğimiz anlamda” Marksist bir yaklaşımla inşa etmenin yarının anahtarı olacağını düşünenler için bir kılavuz olarak okunabilecek Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem, okurlarını peşinden yeni sorgulamalara ve tartışmalara sürükleyebilecek bir eser olarak mutlaka okunmalı ve yazarın hem yaklaşımları hem de itirazları okurlarca eleştirel bir süzgeçten geçirilmeli.
Ve elbette bu kitap, sınıf mücadelelerinin bağrında sınanmalı!
KÜNYE: Marksizm ve Siyaset, Yöntem, Kuram, Eylem, Can Soyer, Yordam Kitap, Birinci Basım, Aralık 2020
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitaplarından sizler için derledik, keyifli okumalar dileriz…
17-01-2021 01:30

SHERLOCK HOLMES: ÖLÜM PAPİRÜSÜ - DAVID STUART DAVIES
Sör Arthur Conan Doyle'un Ölümsüz Karakteri Dedektif Sherlock Holmes Şimdi Yepyeni Maceralarıyla Karşınızda
Holmes ile Watson, medyum rolü yapan bir sahtekârın, Sebastian Melmoth'un gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için bir seansa katılırlar. Ancak daha sonra kendilerini bir cinayet ve hırsızlık sarmalının tam ortasında bulurlar.
British Museum'dan, ölümsüzlüğün sırrını barındırdığı söylenen bir papirüs çalınır ve Scotland Yard'ın imdadına yine Sherlock Holmes yetişir. Bu süratli serüvende, aksiyon Londra'dan uzaklaştıkça daha da acayipleşir ve ünlü dedektifimiz ile sadık ortağı bir kere daha şeytani düşmanlarla mücadele etmek zorunda kalır.
Sekiz Sherlock Holmes romanı kaleme alan ve karakter hakkında önemli otoritelerden sayılan David Stuard Davies, Sör Arthur Conan Doyle'un yarattığı efsaneye saygısını asla kaybetmiyor ve Ölüm Papirüsü'yle tarihin en ünlü dedektifine çözmesi için dolambaçları eğlenceli bir gizem daha sunuyor.
"Görkemli derecede iyi bir hikâye… Holmes ve eski usul, sayfaları art arda çevrilen kitapların sevenlerine tüm kalbimle öneriyorum." –Sleuthing the Shelves
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sherlock Holmes - Ölüm Papirüsü, Yazar: David Stuart Davies, Çevirmen: Seda Çıngay Mellor, İthaki Yayınları, 2021, 176 Sayfa
KARANLIK MADDE VE KARANLIK ENERJİ: EVRENİN GİZEMLİ %95'İ ÜZERİNE - BRIAN CLEGG
İngiltere’de 2019 Yılının En İyi 5 Astronomi Ve Uzay Kitabından Biri
Karanlık madde ve karanlık enerji, evrenin bilim insanlarına sorduğu en zor ve en tuhaf bilmecelerden biri. Gördüğümüz ve ölçebildiğimiz şeyler evrenin yalnızca %5’ini oluşturuyor. Geri kalan %95’in varlığını sadece etkilerinden dolayı, sadece matematiksel hesaplamalar yoluyla anlayabiliyoruz. Bilim insanları evrenin bu anlaşılamayan, kayıp, gizemli kısmına “karanlık madde” ve “karanlık enerji” adlarını veriyor.
Popüler bilim yazarı Brian Clegg’in bu kitabı yalnızca karanlık madde ve karanlık enerji konusuna değil, astronomi ile modern fiziğin belli başlı konularına oldukça aydınlatıcı bir ışık tutuyor. Kaçırmayın.
“Açık, kısa ve öz. Evrendeki en büyük soru işaretlerinden birine dair okuyabileceğiniz, giriş niteliğindeki, anlaşılması en kolay kitaplardan biri.”
BBC Sky at Night
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Karanlık Madde ve Karanlık Enerji - Evrenin Gizemli %95'i Üzerine, Yazar: Brian Clegg, Çevirmen: Sinan Köseoğlu, Ege Can Karanfil, Say Yayınları, 2021, 160 Sayfa
KLASİK KADINLAR/MOLL FLANDERS - DANIEL DEFOE
Moll Flanders, 17. yüzyıl İngiltere’sinde dünyaya gelen bir kadının yaşamöyküsünü, kendi ağzından aktarır. Zindanda doğup on iki yıl fahişelik, on iki yıl hırsızlık yaparak yaşayan, başından beş evlilik geçen, maceraları İngiltere’den Amerika’ya uzanan Moll Flanders, tartışmaya açık hayat görüşü ve derinlemesine sunulan portresiyle İngiliz edebiyatının en ilgi çekici kadın kahramanlarından biridir.
Roman türünün ilk örneklerinden olan Moll Flanders, bir yandan dönemin toplumsal değerlerine ışık tutarken diğer yandan da suç dünyasını ve cinsellik konularını, ahlak dersi verme kaygısı gütmeksizin açıkça gözler önüne serer. İlk yayımlandığı 1722 yılından itibaren büyük ses getiren kitabın başkarakterinin temel olarak kabul ettiği ihtiyaçlarından vazgeçmeden ve kişiliğinden ödün vermeden toplum içinde hayatta kalabilme mücadelesi, Moll Flanders’ın Defoe’nun en ünlü eseri Robinson Crusoe’yla karşılaştırılmasına vesile olmuştur. Zira Moll Flanders, bin bir özveri ve kurnazlık göstererek göğüs gerdiği ataerkil toplumda, okyanusun ortasında bir adaya düşen Robinson Crusoe kadar yalnız, bir o kadar da yaratıcı ve beceriklidir.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Moll Flanders - Klasik Kadınlar, Yazar: Daniel Defoe, Çevirmen: Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları, 2021, 416 Sayfa
AİLE AŞÇISI: 100 TÜRLÜ SEBZE, 100 TÜRLÜ ÇORBA, 100 TÜRLÜ YUMURTA PİŞİRMEK USULLERİ - AVANZADE MEHMED SÜLEYMAN
1871'de doğan, çok farklı alanlarda irili ufaklı onlarca kitap yazmış Avanzade Mehmed Süleyman'ın kimisini Fransızcadan çevirdiği, kimisini Istanbul ve saray mutfağından çıkardığı, o dönem "Aile Asçısı" serisinde topladığı sebze, çorba ve yumurta pişirme usullerine dair üç ayrı kitapçık Aile Asçısı'nda bir araya geliyor.
Peynirli enginardan kereviz kızartmasına, badem çorbasından kestane ezmesi çorbasına, sirkeli yumurtadan Rus usulü yumurtaya çoğu basit ve hızla yapılabilecek tariflerden oluşan bu kitapçıklar sadece okuru yüzlerce lezzetle buluşturmakla kalmıyor.
Osmanlı mutfağında alışık olunmayan kurbağa, bira, şarap, trüf gibi ürünlere de yer vererek dönemin mutfağına ve kültürüne dair de ilginç bir panorama ortaya koyuyor. Özgün Ünver'in, bu kitapçıklardaki asıl tariflerden yola çıkarak yaptığı kimi uyarlama tariflerle zenginlesen Aile Asçısı, hem sofralarına değisik lezzetler katmak isteyenler için hem dönemin mutfak kültürünü merak edenler için zengin bir kaynak.
"(...) Türkiye'nin yaşadığı Batılılaşma/çağdaşlaşma sürecinin karmaşıklığını ve çok katmanlılığını bir yandan şaraplı yemek tarifl eri verirken diğer yandan İslâm kadınını yücelten, bir yandan tıp ve eczacılık konularında ahkâm keserken diğer yandan falcılık ve rüya tabiri öğretmeye soyunan, bu arada da hayatında seçkin tabakanın kenarından bile geçmemiş olan Avanzade Mehmed Süleyman gibi bir insanın şahsında bile görmek mümkündür. Bugünkü –ne Batılı ne Doğulu, hem Batılı hem Doğulu– Türkiye'nin beşik çağı, elinizdeki kitapta gözler önüne serilmektedir."
İrvin Cemil Schick
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Aile Aşçısı: 100 Türlü Sebze - 100 Türlü Çorba - 100 Türlü Yumurta Pişirmek Usulleri, Yazar: Mehmed Süleyman, Çevirmen: Hüsniye Koç, İletişim Yayıncılık, 2021, 152 Sayfa
RENGARENK ANADOLU: KÜLTÜR BALONU - PERİHAN ASLI ÖZDAL
Sıradan bir gün eğlenceli bir kültür turuna dönüşebilir mi? Kahramanlarımız Ece, Kaan ve Vecihi ile her şey mümkün.
Güneşli bir İzmir sabahında beraber topaç çevirirken kendilerini bir anda Tire’de bulacaklarını, hatta daha da uzaklara gideceklerini Ece ve Kaan da tahmin etmiyordu. Öğrenmeye hevesli iki küçük çocuk, Vecihi’nin Kültür Balonu’yla göklere yükselip Anadolu’nun farklı illerinde geçmişten bize kalan mirastan paylarını alıyorlar. Merak ettikleri her şeyin cevabını gittikleri yerlerdeki dostlarına sorarak eğlenerek öğreniyorlar. Halk kimdir? Keşkek ne zaman yenir?
Yörükler nasıl yaşar? Van kahvaltısında neler yenir? Ve daha birçok sorunun cevabını merak eden çocuklarımız bu kitabı okuyup Ece, Kaan ve Vecihi’ye eşlik ederek kendi kültürlerini keşfe çıkabilirler.
Rengârenk Anadolu kitap serisinin ilki Kültür Balonu, bu kitabı alacak ebeveynlere de çocuklarıyla kültür üzerine keyifli bir sohbet için bir kapı aralamayı hedefliyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Rengarenk Anadolu - Kültür Balonu, Yazar: Perihan Aslı Özdal, Nota Bene Yayınları, 2020 Aralık, 36 Sayfa
KIRK GÜN KIRK GECE: OSMANLI DÜĞÜNLERİ, ŞENLİKLERİ, GEÇİT ALAYLARI - METİN AND
Osmanlı şenlikleri, Türk gösterim sanatlarının hemen her türünü incelemeye bir ömür adamış ve harcamış olan Metin And için büyük, geniş bir keşif alanı gibiydi. 1950'li yıllardan başlayarak sürekli geliştirdiği çalışmalarını, makaleler ve kitaplar kaleme alarak ortaya koydu; biraz daha uzun yaşayabilse, yeni buluş ve bulgularını yansıtabilse konu gerçek bir "şenlik alanı"na dönerdi.
Kırk Gün Kırk Gece, güzel bir kitap adı olmakla birlikte sözel kültürün zirveleri olan masallardan da izler taşır. Masal kahramanlarının ayrıntısı bilinmeyen düğünleri ve çekilen çilelerin sırrını açığa vurmayan yolculukları kırk gün kırk gece sürer, geriye dönülüp bakıldığında dün gibi gelen, bir arpa boyu yol alınmamış gibi anlatılan masalların gücüyle zenginleşen şenlikler, bize gerçek bir uygarlık hikâyesi de anlatır.
Kırk Gün Kırk Gece, Osmanlı şenliklerine bir sanat bileşkesi olarak bakan And'ın tespitleri, yorumları, "erken" ve "yönlendirici" önerileri sanat tarihi için de iyi niyetli değinmeler içeriyor. Gösterim sanatlarının bu dalında hedefe giden yolun başlarında ve ortalarında onun olağanüstü gayret ve sezgiyle açtığı "çığır" ve bıraktığı "izler" var.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kırk Gün Kırk Gece: Osmanlı Düğünleri - Şenlikleri - Geçit Alayları, Yazar: Metin And, Yapı Kredi Yayınları, 2021, 376 Sayfa
Mitolojik yansımalar ve insan
Say Yayınlarından geçtiğimiz günlerde okuyucularıyla buluşan David Adams Leeming imzasını taşıyan ‘’ Mitoloji Kahramanın Yolculuğu’’ kitabı, doğa ve insan zekâsının geçirdiği evrim aşamalarını anlamak ve gerçek dünyanın hayali ürünlerle yeniden kurgulanışını konu alıyor; Yazar mitolojileri insanın kendini anlama çabasının bir ürünü olarak sunuyor.
17-01-2021 01:24

Şadi Erarslan
Mitoloji tek bir yazıda anlatılamayacak kadar detaylı bir yapıya sahiptir. İnsanlık tarihinin uzunluğu ve tarih içerisinde aklının geçirdiği aşamaları işin içine dâhil ettiğimizde içinden çıkılamayacak bir hal alır. İnsanı diğer canlılardan ayrıt eden düşünme ve üretme kabiliyeti insanların kendi ihtiyaçlarını karşılamasının ötesine geçerek, dünyayı ve kendini anlamlandırmaya çalışmasına sebep olmuştur. Tüm bu çabaların sonucu olarak mitler, insan doğasını ve düşünme tarzını anlamak için bakmamız gereken hayal ürünü olaylardır.
Say Yayınlarından geçtiğimiz günlerde okuyucularıyla buluşan David Adams Leeming imzasını taşıyan ‘’Mitoloji Kahramanın Yolculuğu’’ kitabı, doğa ve insan zekâsının geçirdiği evrim aşamalarını anlamak ve gerçek dünyanın hayali ürünlerle yeniden kurgulanışını konu alıyor; Yazar mitolojileri insanın kendini anlama çabasının bir ürünü olarak sunuyor.
Sekiz bölümden oluşan ‘’Kahramanın Yolculuğu’’ ilk olarak çocuğun rahme düşmesiyle başlıyor. Bu bölüm de rahme düşen çocuğun mucizevî bir şekilde doğmasıdır. İlkel insanların cinsel birleşmeyi hamilelikle ilişkilendirmemelerinden doğan her çocuk mucizevîdir. Bu mucizevî doğumlar mucizevî kahramanların ortaya çıkmasını sağlıyor. İnsanlar dünyaya düştüğünden itibaren, kastettiğimiz Âdem’in cennetten kovularak dünyaya gönderilmesi, işte buradan itibaren insanlar kendileri gibi lekelenmemiş bir Mesih arayışı içerisine girerek kurtarıcı beklemiştir. Örneğin Babil kralı Sargon bakireden doğmuştur, Herakles, Zeus’un annesini baştan çıkarıp otuz altı saatlik bir sevişme sonucu dünyaya gelmiştir. Vaftizci Yahya kısır bir annenin rahmine düşmüştür. İsa bakire Meryem’in rahmine tanrının oğlu olarak düşmüştür.
Çocukluk, Erginlenme bölümün de; insanın geçmişini yadsımadan geleceğini kurmaya çalıştığını okuyoruz. Bu da insanın kendini gerçekleştirmesine bağlıdır böylece bireyselleşme sürecinin başında insan kendisiyle yüzleşerek; iç benliğindeki iblislerle ve hayal dünyasındaki fantezilerle yüzleşmeye koyulur. Mitte çocuk ilahi bir güçtedir. Kayadan kılıcı çekerek babasıyla denk olduğunu gösterir. Bu da onun içindeki benlik duygusunun gelişerek kendini çevresine kanıtlamasına denk gelir.
Hazırlık dönemi çocuğun artık çevresini anlamaya çalıştığını ve taşları yerine oturttuğu dönemdir. Kendini burada bir sınava tabi tutarak kanıtlama çabasındadır. Böylece "kendini bulması için kaybetmesi gerekiyor." Uzun bir arayış dönemi neticesinde kahraman köşesine çekilir ve kendini sınar bu da meditasyondur. Daha çok Uzakdoğu animist inançlarda görülen meditasyon insanın kendini keşfetmesini sağlar. Muhammed’in Hira mağarasına çekilmesi, İsa’nın ve Buddaha’nın dünyadan çekilmeleri olumludur ve yeni bir hayatın doğuşunu simgeler. Ayrıca mağara mitinin tüm bu inançlarda önemli izleri vardır.
Her insanın kendini sınadığı dönemleri olmuştur bu da kişinin kendisini kanıtlamaya çalıştığı dönemdir. Kahraman artık yetkin bir varlık haline gelmiştir ve artık kendini sınayarak doğruyu bulmaya çalışır. Psikolojik olarak kahramanlar insanın benlik arayışını temsil eder. Arayış içerisinde olan kahraman bir yetişkin olarak acı çekmeye ve bunlardan kurtulmak için savaşmaya başlar. Böylece kendi adını duyurmaya ve kendini kanıtlamaya ihtiyaç duyar. Dionysos’un Yunanistan’dan Hindistan’a dek gitmesi bir yaşam arayışıdır. Herakles, Theseus ve Kutoyis ciddi vazifeler içerir ve bunların tamamlanması üstün insanın yükseldiği anlamına geliyor.
‘’Ölüm ve günah keçisi’ kısmında, Her kahraman toplumun ızdırabını çekmek ve bunun hesabını kendini feda ederek yapar. Kahraman toplumun korkularının günah keçisidir. İsa’nın çarmıha gerilip yargılanması buna örnektir. Kahraman aynı zaman da ölümün bir son olmadığını bize göstermeye çalışarak yeni bir hayat vaat eder. Tüm bunlar ölümün sıradan ve her insanın hayat cetvelinde bulunduğunu gösterme çabasıdır.
Yaşanan hayatın bir son bulması da doğanın bir sona ve yeni başlangıçlara işaret ettiğini gösterir. Burada insanın yaşadığı ömrün sonunda yeni bir hayat formuna kavuşacağını göstermeye çalışır. Doğanın bize olan armağanın tekrar kendi bünyesine çekerek insanın ilahlaşmasını sağlıyor. Mitolojilerde yer altı mitinin esasen anlamı budur. Öz benliğini bulmuş insanın bunu normal karşılayacağı evredir. Bu da meditasyonun son aşamasıdır. Âdem’in, Mesih’in ve Ereşkigal’in yer altına inişi bir haç yolculuğudur ve yaşamın sürekliliğinin ifade eder.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi doğa sonla beraber yeni bir başlangıçta sunar bize. Dirilişte kahraman yeniden hayat bulur. Gerçek hayatta doğada ki döngüselliği temsil eden yeniden doğuş miti buraya oturmaktadır. Tıpkı bir çiçeğin kışın solup yazın yeniden yeşermesi veya mevsimlerin arda arda gelmesi gibi. Tüm pagan inançlarda kendini gösteren yeniden doğuş miti doğanın döngüsünden başka bir şey değildir. Bazı hikâyeler de örneğin Adonis ölür ve canlı bir çiçeğe dönüşür.
Son bölüm artık her döngünün varacağı yeri temsil eder bu ise artık kahramanın son yolculuğu ve ilahlaşmasıdır. Kendini gerçekleştirmenin son evresi hamlaşan insanın, korkudan, sınırlamalardan kurtulmuş ve tam bir özgürlük halini almıştır. Bu da kahramanın yeni yolculuğu ve daima kozmosta kendini sürdürmesini gösterir. Örneğim İsa göğe yükselir ve artık ‘’o İsa değil her şeydir.’’
Kitapta dünyanın her köşesinde yaşayan toplumların mitlerinin derlenerek bir araya toplandığı, insanlık tarihi içinde kişilerin geleceğini nasıl tahayyül ettiğini gösteriyor. Böylece insanın kendini doğa da nerede konumlandırdığını, öz benliğini ve kendini nasıl gerçekleştirdiğinin sunulduğu bu eser, insanların gerçek yaşamlarından yola çıkıp kahramanlar yaratarak tarihini mitlerle açıklamaya çalıştığını anlatıyor. Dolayısıyla mitoloji, insan psikolojisinin imgelerinin dışavurumudur.
Künye: Mitoloji Kahramanın Yolculuğu, David Adams Leeming, Çev. Ilgız Yıldız, Say Yayınları, 2020, 405 sayfa
Karo zemin üzerinde büyümenin sancısıyla sarmalanırken…
Büyümenin ağrılı ve zor tarafını kendine yarattığı unutulmuş bir tavuk kümesinin arkasındaki köşesinden ve bir karo zeminde ayaklarının üstünden görüyoruz. “Herkesin Adı affedersin” bu zamana kadar çok da farkına varılmayan anların cümlelerini, belki de tam da ihtiyaçları olan zamanda, büyümeye çalışan çocuklarımızla buluşturuyor.
17-01-2021 01:22

Umut Dağlar
Büyümek zor ve sancılı bir süreç. İçimizin kalabalığı dışarının gürültüsünde kendine nasıl yer buluyor, bunu da olduğumuz yerden yorumlamak bir hayli karmaşık… Fakat hikayeler, yazılanlar, sözcüklerin arkasından uzatılan eller; hangi zamanda olursa olsun ve kim olursa olsun herkese güç veriyor. Edebiyatın ve okumanın sarmalayan tarafına ihtiyaç duyduğumuz her an bizleri kucaklayacak birçok sayfa olduğunu biliyoruz.
“Bugünlerde Herkesin Adı Afedersin” de hayatın özellikle büyüme çağındaki çocukları sarmalayan kitaplar rafında yerini alıyor. İyileştiriyor, cesaretlendiriyor; karmaşıklığın ve hüznün tablosunu yeniden çiziyor belki; suskunluğun ve arkasında olanların tanımını yeniden yapıyor. Ki tüm bunlar belki de çok uzun süreçler boyunca hayatlarımızda varlığını sürdürürken “Herkesin Adı Affedersin”de bir öğleden sonra anının içinde yol alırken karşılaşıyoruz hepsiyle. Kuytu bir köşede, vişne kompostosunun kapanması gereken kapağında, ayakların bitişik uzunca süreler boyunca durduğu o karo zeminde, acının ve hüznün kesilmiş ama yapıştırılması gerektiğine inanmayan fotoğraflarında, iki kelimenin yarısını duymanın verdiği cümlede, yarım bir kalbin atışında, tavuklara giden solucanlarda, o çok gürültülü anın sessizliğinde ve güzel yazılmış bir affedersin kelimesinin çiçekler içinde yer alarak nasıl renklendirebileceğinde…
Bianca, kocaman bir öfke balonunun içinde kendini nasıl konumlandıracağını bilemezken, büyümenin tüm sancılarının yanında bir de terk edilmişliğe denk gelmiş ve buna rağmen sevgi bağını koparmadığı babasını hala çok severken ve kalp hastası kardeşinin tüm bakımını üstlenen annesinin kendisini baş edilmez tanımlamasıyla karşı karşıya kalmışken tüm bu karmaşıklıkta kendine nasıl bir yer bulacağını düşünüp duruyor. Bianca, bize büyümenin içten tarafını ne kadar sancılı olursa olsun en gerçek duygularıyla birlikte anlatıyor. Kimseye ait olamamayı, suskunluğu, karmaşıklığı, hayranlığı… En sonunda ise elbette cesaretini…
“Herkesin Adı Affedersin” tek bir öğleden sonranın içine sayısız duyguyu en net halleriyle yerleştirmekle birlikte bu duyguların herkesin bildiği dilde yansıtabileceğini anımsatıyor bizlere her defasında. Bu sebeple satırlar arasında rastladığımız vurucu, hiç de alışık olmadığımız fakat olabildiğince sarsıcı cümleler hem hikayenin hem de okuyan kişilerin sarmalandığı ifadeler halinde karşımıza çıkıyor. Bianca, hayatının en önemli gününü kendi içinden anlatırken, dışarıya dair hissettiği duygular bir yana gözlemleri ve bunu ifade etme biçimiyle de herkesin içinde yer ediyor. Kimsenin haberi olmadığı karo zeminin üstünden bir çocuğun iç dünyasının ne kadar çalkantılı olduğunu görebiliyoruz; ötesi bunu hissedebiliyoruz. Bianca’nın başkaları tarafından tariflendiği tüm sıfatları dışında, onun içine açılan kapıları o bizlere anlattıkça elinden tutup birlikte açıyoruz. Hatta üstüne kendi kilitlerimizi de kırıp atıyoruz.
“Bir şeyleri yıkmaya kalktığında bu tür şeyler gelebilir insanın başına.” Diyor Bianca. Kendi tercih ettiği adıyla Perdon. Kendi dünyasının kilitlerini hayran olduğu bir dizinin oyuncusuyla tanışması ve ondan cesaret alarak bu gücü kendinden bulmaya başlamasıyla bir bir kırarken. Sığındığı o unutulmuş tavuk kümesinin arkasındaki kendine yarattığı kuytusundan çıkarken… Baş edilmez diye tanımlandığı anla birlikte bunun böyle olmadığını kendi içinde defalarca yaşayıp yine kendine anlatırken; ve elbette isminin yanına bir de ilginç sıfatı yerleştirilmişken… Bianca, bu yoğun ve kaygılı süreci yaşarken- ve elbette çabalarken- onun kırılmışlığını çevresindekiler ve eksik kalan taraflarını içinde bulunduğu dünya ne kadar onarabilecektir; bilmiyoruz… Fakat Bianca’nın dünyasından hareketle şundan eminiz: Affedersin kelimesinin etrafına çiçekler kondurabilmek ve içindeki harfleri olabildiğince güzel yapmak o kadar da zor bir şey değil.
Bianca –kendi tercih ettiği adıyla Perdon- karo zeminin üstünde yan yana birleştirilmiş ve ne kadar orada olduğunu bilmediği ayaklarının üstünden çocuklarımıza dokunuyor.
Künye: Bugünlerde Herkesin Adı Affedersin, Bart Moeyaert, Çev. Mustafa Özen, Can Çocuk Yayınları, 2020, 176 Sayfa.
Dünyanın en tuhaf harikası: Beyin
Beynimiz ve vücudumuz yaşamımız boyunca öylesine değişir ki, bu değişimi algılamak bir saatin akrebindeki hareketi algılamak kadar zordur. Kırmızı kan hücreleriniz her dört ayda bir tümüyle yenileriyle yer değiştirirken deri hücreleriniz de birkaç haftada bir yenilenir. Yaklaşık yedi yıl içinde, vücudunuzdaki her bir atomun yerini başka atomlar almış olur. Fiziksel açıdan siz, aslında sürekli olarak yeni bir size dönüşürsünüz. Neyse ki bütün bu farklı versiyonlarınızı birbirine bağlayan sabit bir olgu var gibidir: bellek.
17-01-2021 01:21

Ufuk Akkuş
Sinirbilimci David Eagleman; “Beyin senin hikayen” ile ezoterik bir konuyu okunması kolay, ilginç ve ayrıntılı bir popüler psikoloji kitabı haline getirerek bu alana ilgi duyanlara erişilebilir kılıyor. Eagleman; kendi gerçekliğimiz içine tutsaklığımızın farkına bile varamayacak kadar hapsolmuş durumdayken milyarlarca beyin hücresi ve birbirleriyle kurdukları bağlantılardan oluşan ağın içinde “kendimizi” bulabileceğimizi ve daha iyi hale getirebileceğimizi ortaya koyuyor. Altı bölümde, kendi donanımızı kırabileceğimizi etkili bir şekilde anlatıyor ve her bölümü “Ben Kimim ?”, “Gerçeklik Nedir?” gibi varoluşsal sorularla çerçevelendiriyor. İnsan beyninin nasıl geliştiğini, duyularımızın ve algılama yeteneğimizin nasıl değiştiğini, dış faktörlerin eylemlerimizi ve karar verme sürecimizi nasıl etkilediğini, nasıl sosyal varlıklar olduğumuzu ve teknolojinin duyularımızı nasıl etkileyebileceğini inceliyor.
İnsanlar tamamen aciz, gelişimi eksik kalmış, hayat karşısında esnek birer beyinle doğar, farklı ortamlarda yaşama becerisi göstererek diğer türlerden fazla gelişim gösterir. Kendimizi içinde bulduğumuz dünya tarafından biçimlendiririz. Deneyim beyni değiştirir, bir şeylere nasıl anlam yükleyeceğimizi belirler. Deneyim, algı ve çevre farklılığı her bir beyni bir kar tanesi kadar benzersiz kılar.
Dışarıdaki bilginin beyne girişi için tek yol vardır: duyu organlarımız. Ama görmek için gözlerden fazlası gerekir. Beynin görsel verilerin gerçek anlamlarını doğru yorumlayabilmesinin tek yolu sinyallerin, hareketlerimiz ve onların duyusal sonuçlarıyla eşleştirilmesidir. Görmek bize zahmetsiz bir iş gibi gelse de sanıldığı gibi kolay değildir.
Gerçeklik deneyimimiz sadece duyulardan gelen veri akışına bağımlı değildir. İçsel model devreye girince dünya sahneden çekilse bile gösteri sürer, beyin kendi imgelerini yaratmaya devam eder. Ama çevremizdeki dünyayı tüm ayrıntılarıyla algıladığımız bir yanılgıdır. Örnek olay incelemeleri; aldığımız kalorilerin yüzde yirmi kadarının beyne enerji sağlamak için kullanıldığını ve beynimizin gelen bilginin sadece dünyada yolumuzu bulmak için gerektiği kadarını işlediğini göstermiştir. Gerçeklik, biyolojimizle sınırlı, kafatasımızdaki sahnede canlandırılan ve beyinden beyine farklılık gösteren bir hikayedir.
Beynimiz çevreden sürekli bilgi toplar ve bu bilgiyi davranışlarımızı yönlendirmede kullanır. Freud da bilinçdışının bu derin mağaralarını aydınlatmak için uğraştı. Elimizde sıcak bir içecek olduğunda bir arkadaşımızla olan ilişkimizi anlatırken daha olumlu, soğuk bir içecek olduğunda daha olumsuz bir tavır takınabiliriz. Bilinçli zihin, özgür irade ne kadar kontrol sahibidir?
Beyin vücutla sürekli geribildirim ilişkisi içindedir. Farkında olmadan fizyolojik imzamız karar vermemize yardımcı olur. Beyin, deneyimlerimizden yararlanarak dünyayla ilgili sürekli bilgi toplar. Böylece seçenekleri kıyaslayıp değer biçeriz. Çevremiz ve algımız değişebildiği için, bu değerlendirmeleri kalıcı mürekkeple yazmamız mümkün değildir. Kim olduğumuz, ne yaptığımız, dünyayı algılama biçimimiz karar verme eylemimize bağlıdır. Bir tek kimliğe sahip olsak da, bir tek zihne sahip değiliz. Birbiriyle yarış halindeki güdülerin toplamıyız. Daha iyi karar verebilmemiz, seçeneklerin beyinde girdikleri rekabeti anlamamıza bağlıdır.
Toplumsal dünyanın içinde, başkalarının niyetlerini okumaya çalışarak, toplumsal yargılarda bulunarak yol alırız. Dünyada yolumuzu bulmamıza yarayacak antenlerle donanmış olarak doğar, bu yetimizi büyüdükçe zenginleştiririz. Bizim nöronlarımız gezegendeki herkesin nöronlarıyla karşılıklı iletişim içindedir. Bu bize ilerlemek için birbirimize ne kadar ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.
İnsanların binlerce kuşak boyunca yineledikleri yaşam döngüsü aşağı yukarı aynı: Doğuyoruz, kırılgan bir bedeni idare etmeye çalışıyoruz, bize sunulan küçük bir duyusal gerçeklik kesitinin tadını çıkarıyoruz ve ölüyoruz. Bilim bize bu evrimsel hikayenin ötesine geçebileceğimiz araçları sağlayabilir. Artık kendi donanımıza müdahale edebileceğimize göre beynimiz onu teslim aldığımız şekilde kalmak zorunda değil. İnsanlık şu anda kendi kaderimizi elimize almamızı sağlayacak araçları keşfetme aşamasında.
Her yeni öğrendiğimiz şey, beyin plastisitesi (beynin uyum yeteneği) sayesinde biyolojimizle teknoloji arasında bir evliliği mümkün kılar. Beyin teknoloji vasıtasıyla bilgiyi aldığı sürece işini yapar. Dille “görmek”, vücutta dolaşan titreşimlerle “duymak” beynin duyusal değiştirim gücü ile gerçekleşir. Uzak gelecekte yalnızca fiziksel vücudumuz değil, benlik duyumuz da gelişmeye tabi olacaktır. Peki, ölüm kaçınılmaz olmaktan çıkabilir mi? “Alcor Yaşam Uzatma Vakfı”nın biyolojik çürümeyi önleyen bir derin dondurucuda saklamakta olduğu 129 kişi sadece bir kumar mı? Yapay zeka mümkün mü? Eagleman, bu soruların cevapları üzerine düşünmemizi sağlıyor. Kime dönüşeceğimiz bize bağlı diyor. Zeynep Arık Tozar‘ın harika çevirisiyle kitap bize ulaşıyor.
Künye: David Eagleman,”Beyin Senin Hikayen”, Çev: Zeynep Azık Tozar, Domingo, 21. Baskı, Ekim 2020, 265 Sayfa.
İnsani atık ve atık insanlar
Cezaevleri diğer pek çok toplumsal kurum gibi; atıkların geri dönüşüm işlevini bırakmış, tasfiyesine yönelmiştir. Modernitenin küresel zaferinin ve gezegenin bu yeni sıkışıklığının atık tasfiye sanayisinde yarattığı krizle savaşta ön saftaki yerini almıştır. Tüm atıkların potansiyel olarak zehirli ya da atık sınıfına girdikleri için bulaşıcı ve rahatsız edici oldukları, eşyanın düzenini bozdukları düşünülür. Geri dönüşüm artık bir yarar sağlamıyorsa ve randımanlı olmayacaksa, atıkla başa çıkmanın yolu onun “biyolojik bozunması”nı ve çürümesini hızlandırmak, bir yandan da onu sıradan yurttaşların yaşamından uzak tutmaktır.
10-01-2021 01:28

Ufuk Akkuş
İçinde yaşadığımız kapitalist sistem sermaye birikiminin sürekli geliştirilmesine dayanır. Başka bir deyişle sistemin tek amacı kar ederek tekrar yatırım döngüsü sağlamaktır. Burada söz konusu olan ekonomik büyüme, karlılığın ve sermaye birikiminin duraksamaksızın büyümesidir. Bunun için de birikimin büyümesine yönelik idari, hukuki ve teknik düzenlemelere başvurulur. İnsan ihtiyacının giderilmesi ve üretilenlerin adilce paylaşılması yerine birikimin nimetlerinin büyük bölümü sistemin doğası gereği yine sermayedara gider. Tüketimi artırmak amacıyla yapılan bu üretim döngüsünü sağlarken bu süreçte doğaya verilen zararlar ve tüketim mallarının tüketilmesi sonucunda oluşan atıklar sermayenin ilgi alanına girmez. Üretim esnasındaki çevre tahribatını azaltıcı önlemler ancak o ülkede hukuki yaptırımlar varsa ve kararlı bir şekilde uygulanıyorsa zorunlu olarak uyulması gereken kurallar kapsamında değerlendirilir. Tüketim sonucu oluşan atıklar da bir şekilde toplatılarak yeniden üretime sokulabilir ancak bu da atıkların genişleyerek çoğalması anlamına gelir.
Zygmunt Bauman, “Iskarta Hayatlar Modernite ve Safraları” kitabında gezegeni tehdit etme derecesine gelen atık meselesine odaklanıyor. Bauman, tüketim maddeleri atığı ile “atık insan” dünyasının benzerliğine değinerek iki yakıcı sorunu iç içe ele alıyor. Bauman’ın anlatımında “Atık insan”ı harcanmış insan olarak niteleniyor ve ihtiyaç fazlası ya da ıskarta insan olarak görülüyor. Atık insan, zorunlu nedenlerle ya da bilerek/isteyerek kayıt dışı bırakılan kalkınmasına izin verilmeyen insanları kapsıyor. Bauman’a göre; üretim ve tüketimin nerdeyse tümü piyasa ve pazarlar aracılığı ile gerçekleşiyor. Metalaşma, ticarileşme, parasallaşma süreçleri yerkürenin en ücra köşelerinde tedavüle giriyor. Bu gelişme sürdükçe, yerel sorunlara küresel çözüm getirmek, ya da yerel atıklara küresel çöplük bulmak imkansızlaşıyor. Tersine yerel yönetimler, modernitenin küresel zaferinin sonuçlarına katlanmak zorundalar. Şimdi küresel sorunlara yerel çözümler bulmaları gerekiyor, ancak bunu başarmaları da kolay gözükmüyor. Bauman, çağdaş hayatın günümüzdeki manzarasını anlatan bu sorunlara modernite/modernleşmenin yol açtığını öne sürüyor. Aslında tüm bu sorunlar kapitalist sisteme özgü olup, aşılmasının da doğaya saygılı ve israfa yol açmayan tarzda üretim planlamasının uygulanacağı toplumsal altüst oluşla mümkün olduğunu düşünüyoruz. Atık insan meselesinin de sınırların kalktığı ve özgür insanların bireyselliklerini yaşayabileceği bir dünyada çözümleneceğini söyleyebiliriz.
Bauman’a göre; insani atıkların ve atık insanların tasfiyesi sorunları, bireyselleşmenin akışkan, modern, tüketici kültürü üzerinde her zamankinden fazla baskı yapıyor. Toplumsal hayatın en önemli veçhelerini esir alıyor, hayat stratejilerini ele geçiriyor, onları kendi atıklarını (başlamadan biten, yetersiz, sakat ya da yürümeyen, harcanmaya mahkum insan ilişkileri) üretmeye sevk ediyor. Iskartaya çıkmayı günümüzün en yakıcı sorunlarından biri olan işsizlikten de aşağı konumda gören Bauman, işsizin tıpkı sağlıksız, rahatsız gibi yoksunluk takısı almış bir sözcük olduğunu ve normun dışına çıktığını vurguluyor. Iskartaya çıkmak ise süreğenliği çağrıştırıyor ve durumun sıradanlığını ima ediyor. Bir karşı durumu değil bir hali tanımlıyor. Iskartaya çıkmak lüzumsuzluğu, gereksizliği, kullanım dışılığı anlatıyor. Başkalarının size ihtiyacı yoktur, siz olmadan işlerini eskisinden daha iyi bile yapabilirler. Iskartaya çıkmak deyimi ihtiyaç fazlası, hurda, defolu, çöp, atık gibi sözcüklerle aynı anlam dünyasını paylaşır. İşsizin, “emek ordusunun yedek askeri”nin geleceği, yeniden hizmet saflarına çağrılmaktı. Hurdanın geleceği ise, diğer hurdaların yanına çöplüğe atılmaktır. Bauman, ıskartaya çıkarılmanın sosyal açıdan bir yersiz yurtsuzluğa, dolayısıyla bir özgüven yitimi, hayatını amacının yitirilmesi gibi duygulara yol açacağı hissi veya bu durumla hiç karşılaşmamışlarsa bile her an karşılaşabilecekleri kuşkusu, kendileri de büyük ıstıraplar çekmiş “X kuşağı”na mahsus bir deneyim olduğunu savunur.
Iskarta insan birikiminin patlamaya yol açacağı korkusuyla 19. yüzyılda nüfusun sorunlu kesimini kitleler halinde yurt dışına yollayarak sosyal sorunların üstesinden gelinmek istenmişti. Kentlerde meydana gelen taşkınlıklar, yöneticileri göreve çağırıyordu. 1848 Haziran’ından sonra Paris’in kenar mahalleleri asi sefillerden temizlenmiş, “ayaktakımı” yığınları deniz ötesine Cezayir’e gönderilmişti.1871’de Paris Komünü sonrasında aynı işlem tekrarlandı, ancak bu kez istikamet Yeni Kaledonya idi. İhtiyaç fazlası ya da marjinal insanlar; tanımlanmış bir sosyal statüleri olmayan, maddi ve entelektüel üretim açısından ihtiyaç dışı kabul edilen kendilerini de öyle gören değer kaybetmiş bireyler olarak görülür. Örgütlü toplum onlara bedavacı, davetsiz misafir, muamelesi yapar ve çoğu kez onları her türlü kötülüğün kaynağı, suçun kenarında dolaşan, sosyal dokuyu sömüren kimseler olarak görür, en azından tembelliğe kılıf uydurmakla suçlar. Varsılların değer verdiği ama yoksulları perişan eden yol ve yöntemleri açıkça reddeder, saygı göstermezlerse bu da kamuoyunun başından beri söylediğinin -ihtiyaç fazlaları sadece yabancı bir doku değil, toplum sağlığını tehdit eden kanserli bir hücre, yaşam biçimimizin ve savunduğumuz her şeyin yeminli düşmanı olduklarının- kanıtı olarak algılanır.
Bauman; mültecileri, yerinden edilenleri, sığınmacıları, muhacirleri, kaçak göçmenleri küreselleşmenin atıkları olarak görür. Aynı zamanda modern üretimin bir yan çıktısı olan geleneksel sanayi atıklarının da çoğaldığını söyler. Bu atıkların tasfiyesi, atık insanların tasfiyesi kadar büyük, korkutucu bir sorun olup ikisinin nedeni de aynıdır: tıka basa dolan gezegenimizin en ücra köşelerine kadar yayılan, tüketim toplumu dışındaki tüm yaşam biçimlerini ezip geçen ekonomik ilerleme. Zehirli atıklar da ekonomik sathın en az direnç gösterdiği yerlerde daima en aşağıya sızar. Çin’in bir elektronik aletler çöplüğüne dönen Guiyu köyünden ve ekonomik ilerleme treninden düşen eski köylülerin yaşadığı Hindistan, Vietnam, Singapur ya da Pakistan gibi ülkelerde Batı’nın elektronik atıkları “geri dönüştürülür”.
Bauman’a göre modernitenin küresel zaferinin en vahim sonuçlarından biri insan atıklarının tasfiyesindeki ağır krizdir. Mevcut yönetim kapasitesinin giderek artan atık hacmiyle başa çıkamaması modern dünyamızın ne yeniden kazanabildiği ne de yok edebildiği kendi atıklarında boğulması ihtimalini güçlendiriyor. Biriken atıklardaki zehir oranının hızla arttığına dair işaretler var. Endüstriyel ve ev atıklarının gezegenin ekolojik dengesini bozması yoğun endişelere neden oluyor ama sayıları gittikçe artan “atık insanlar”ın gezegende bir arada yaşayabilmemizin ön koşulu olan siyasi denge ve toplumsal istikrar üzerindeki etkilerini tüm berraklığıyla anlamaktan çok uzağız. Iskarta insan yığınlarının giderek kalıcı hale gelmesi ayrımcı siyasetlerin daha da katılaşması ve olağanüstü güvenlik önlemlerini gerektirir ki toplumun sağlığı, sosyal sistemin “normal işleyişi” tehlikeye girmesin. Talcott Parsons’a göre her sistemin kendi varlığı için elzem olan “gerilim yönetimi” ile örüntünün sürdürülmesi, bugün atık insanları toplumun geri kalanından kesin çizgilerle ayırmaya, yasal çerçeveden soyutlanmalarına ve etkisizleştirilmelerine indirgenmiştir. “Atık insanlar”ı uzaktaki tasfiye alanlarına göndermek artık mümkün görünmemektedir. Bu yüzden bu insanlar sıkı gözetim ve denetim altında tutulmalıdır. Sosyal devlet adım adım ısrarla ve acımasızca bir karakol devletine dönüştürülmüştür.
İnsani atıkların ve atık insanların küreselleşmenin ve tüketim toplumunun yaygınlaşması ile geliştiği ve modern topluma ait olgular olduğunun altını çizen Bauman, bu konunun giderek yakıcı bir soruna dönüştüğünü ve insanlar arası ilişkileri de olumsuz etkilediğini örneklerle ortaya koyarak değişik bir bakış açısı sunuyor okuyucularına.
Künye: “Iskarta Hayatlar, Modernite ve Safraları”, Zygmunt Bauman, Çev. Osman Yener, Can Sanat Yayınları, 2020, 155 Sayfa.