Yoksulluk ve baskıya karşı verilen bir mücadele: Paulo Freire
Paulo Freire’nin pedagojisi Brezilya’nın ezilen ve okuma yazma bilmeyen yetişkinleri için geliştirilirken, aynı zamanda dünyanın her yerindeki öğretmenlere ve halk eğitim eğitmenlerine de ilham oldu.
22-03-2021 01:11

Çeviren: Selin Yegin
BANKACI EĞİTİM MODELİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ
“Öğretmen bir eğitmendir ve öğrenciler, öğretmen tarafından doldurulması gereken birer kaptırlar. Öğretmen kaba ne kadar çok şey koyarsa, o kadar iyi bir öğretmen olur. Ve kaplar ne kadar uysal bir şekilde doldurulursa, öğrenciler de o kadar iyi olurlar.”
Brezilyalı pedagog Paulo Freire, tipik öğretim durumunu dersler, ödevler ve soru sorma şeklinde böyle tarif etmiştir. Kendisi, bu tür öğretim ve öğrenimi değiştirmeye hayatını adamıştır.
Freire, öğrencinin bilincinin, öğretmenin bilgi yatırdığı bir “banka” olarak değerlendirildiği öğretim şeklinin ezici olduğunu düşünüyordu. Kendisi, bu öğretim şekline “bankacı eğitim modeli” diyordu. Bu model hem öğrencileri hem de bilişi öğretmenin kendi isteğine göre manipüle edebileceği nesnelere indirger.
ELEŞTİREL PEDAGOJİ
Paulo Freire, öğretmenin öğretmediği, aksine öğrenciyle diyalog içerisindeyken öğrendiği ve öğrencilerin de öğretirken öğrendikleri “eleştirel pedagoji”yi yaratmıştır. Eleştirel pedagojide öğrencinin eylemleri öğretmenin birikimlerini almak, sınıflandırmak ve saklamakla sınırlı değildir. Tam tersine, öğrenci gerçeğin farkına varmak için ve o farkındalığa göre hareket etmek için gerçek bir fırsata sahiptir.
YOKSULLUK VE BASKIYA KARŞI VERİLEN BİR MÜCADELE
Paulo Freire, Brezilya’da üst orta sınıf bir ailede dünyaya geldi, ancak ailesi 1929’daki büyük buhran sırasında tüm paralarını kaybedince, kendisi erken yaşlarda yoksulluk içinde yaşamak zorunda kaldı. Bu üzücü yaşantı, yoksulluk ve baskıya karşı ömür boyu süren savaşının temellerini attı.
Genç Freire ilk başlarda hukuk okumak istiyordu, ancak mahkeme sisteminin sadece üst sınıfa hizmet ettiğini fark etti. Bunun yerine pedagog oldu, fakir ve ezilmiş çiftçiler arasında bir okuryazarlık projesi başlatmak için ilk adımı çoktan 1947 yılında atmıştı. O zamanlar Brezilya’nın 30 milyonluk nüfusunun yaklaşık yarısı okuma yazma bilmiyordu. Bu durum karşısında Freire, kendi pedagojik ilkelerini geliştirdi.
“Bilgi, ancak buluş ve yeniden buluş yoluyla, insanların dünyada, dünyayla ve birbirleriyle sürdürdükleri durmadan, sabırsızca, sürekli, umutlu sorgulama yoluyla ortaya çıkar.”
DESTEKLEYİCİ İLKE OLARAK DİYALOG
Çiftlik çalışanlarının dikkate değer gerçekliği, Freire’nin metodu için başlama noktasıydı. Okuryazarlık sınıfları son derece duygu yüklü olan ve öğrencilerin yaşam durumlarını ifade eden seçilmiş kelimelerle başladı.
Bu nedenle diyalog destekleyici ilkeydi ya da Freire’nin ifade ettiği gibi “Öğretim, karşı kutupları uzlaştırarak öğretmen/öğrenci çelişkisini çözmekle başlamalıdır. Böylece, her iki taraf da aynı anda hem öğretmen hem de öğrenci olur. Ve bu, öğrencilerin yaratıcı yeteneğinin küçümsenmediği veya mahvedilmediği ve güvenilirliklerinin arttığı şekilde olmalıdır”.
HAPSE ATILDI VE İŞKENCEYE MARUZ KALDI
Paulo Freire’ye göre, öğretimin amacı öğrencinin eleştirel algısını desteklemektir. Bu yüzden de onlara hâkim olmak kolay değildir fakat harekete geçebilirler. Ve bu ezicilerin ilgisi dâhilinde değildir, der Freire. Tam aksine, eziciler sadece ezilenlerin düşünce yapısını değiştirmeye çalışırlar. Onları ezen durumları değiştirmeye çalışmazlar.
EZİLENLERİN PEDAGOJİSİ
“Geniş toplumlarda ezilenler; münferit vakalar, ‘iyi, örgütlü ve adil’ toplumların genel görünüşünden sapan marjinal bireyler olarak muamele görmekteler. Bu nedenle, bu ‘yeteneksiz ve tembel’ halkı, düşünce yapısını değiştirerek, kendi kalıplarına göre ayarlaması gereken sağlıklı bir toplumun hastalığı olarak düşünülmekteler.” Freire bunları kendisinin manifestosu olan “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı kitapta yazar.
Çözüm, ezilenleri baskı mekanizmasının içine entegre etmek değil, aksine o mekanizmayı “kendileri için olan varlıklar” haline getirecek şekilde dönüştürmektir.
ZULÜM VE SÜRGÜN
Bunlar gibi olan radikal pedagojik fikirler, 1964’te Brezilya’da gücü elinde tutan askeri diktatörlük tarafından hoş karşılanmadı. Askeri darbenin ardından Freire zulüm gördü, hapse atıldı ve işkenceye maruz kaldı, ta ki Şili’ye kaçana kadar. Burada Birleşmiş Milletler altındaki bir okuryazarlık programının lideri oldu ve Salvador Allende’nin sosyalist hükümeti onun fikirlerini kendi eğitim planlamalarında kullandı.
Ancak, 1973’te seçilen sosyalist Şili hükümeti, CIA tarafından desteklenen bir askeri darbeyle devrildi. Bu durumda Paulo Freire, eşi ve beş çocuğunun yeniden kaçması gerekiyordu. Freire, Harvard Üniversitesi’nde bir yıl boyunca çalıştı. Daha sonrasında Gine-Bissau, Nikaragua ve Angola’da spesifik öğretim ilkeleri geliştirirken, merkezi Cenevre’de bulunan Dünya Kiliseler Konseyi’ne danışman oldu.
Sürgünde geçen 15 yılın ardından Freire, 1979 yılında Brezilya’ya geri döndü ve ölümüne kadar Sao Paolo’daki Katolik Üniversitesi’nde ders verdi.
DÜNYA ÇAPINDA İLERİCİ EĞİTİMCİLERE İLHAM VERİYOR
Freire’nin öğretim ilkeleri, özellikle aşırı sömürülen birçok ülkenin yer aldığı Küresel Güney’de olan, dünyadaki ilerici hareketlere ilham vermiştir.
Freire’nin fikirleri, diyaloğun öneminin ve herhangi bir öğretimi öğrencinin kendi yaşadıklarına ve deneyimlediklerine dayanan gerekliliğin farkına varan dünya çapındaki öğretmenlere, halk eğitim eğitmenlerine ve pedagoglara ilham vermeye devam etmektedir.
Kaynak: Pedagogy for Change
İLGİLİ HABERLER
AKP’den İtalya Başbakanı Draghi'ye ‘diktatör’ yanıtı
AKP Sözcüsü Çelik, İtalya Başbakanı Draghi'nin AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ yönelik ‘diktatör’ ifadesini kullanmasına, “İkiyüzlülüğün zirvesi budur” yorumunu yaptı.
09-04-2021 12:09

AKP Sözcüsü Ömer Çelik, İtalya Başbakanı Mario Draghi'nin AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'a yönelik sözlerine ilişkin, " İkiyüzlülüğün zirvesi budur. Göçmenlere diktatörce ve ahlaksızca davrananlar, hala demokrasi dersi vereceğini zannediyor" değerlendirmesinde bulundu.
Çelik, Twitter hesabından yaptığı paylaşımda, Erdoğan'a yönelik ifadelerin “demokratik, vicdani ve ahlaki her sınavda eksi not alanların ortak özelliği” olduğunu savundu.
Ömer Çelik, şunları kaydetti:
"Siyasi beceriksizliklerini ve ahlaki ikiyüzlülüklerini böyle örtmeye çalışıyorlar. Cumhurbaşkanımıza utanmadan 'diktatör' diyorlar. Sonra da 'ama göçmenler konusunda Erdoğan'la iş birliği yapmalıyız' diye ekliyorlar. İkiyüzlülüğün zirvesi budur. Göçmenlere diktatörce ve ahlaksızca davrananlar, hala demokrasi dersi vereceğini zannediyor. Avrupa'nın faşistlerine selam duranlar hala demokrasi adına herkesi yargılayacaklarını zannediyorlar. Demokrasinizi önce Akdeniz'in sularından çıkarın sonra konuşun."
Çin büyümesini sürdürmek için yeterli doğal kaynaklara sahip olacak mı?
05-04-2021 08:20

Yazar: Hongbin CHEN
Çeviri: Onurcan Ülker
Çin, uzun yıllar boyunca, büyük bir nüfusa, geniş bir coğrafyaya ve bereketli kaynaklara sahip bir ülke olarak tanımlanagelmiştir.
Halihazırda dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in, büyük bir nüfusa sahip olduğu kesinlikle doğrudur. Bu bakımdan Hindistan, Çin’i hızla yakalamaktadır gerçi; fakat nüfus artışı, orada da Çin’de görülen eğilime benzer biçimde son yıllarda yavaşlamıştır.
Çin’in geniş topraklara sahip olduğu da doğrudur. Toplam arazi büyüklüğü açısından Çin, dünyada üçüncü sırada yer almaktadır. Fakat sorun, Çin’in bereketli topraklara sahip olduğu ifadesinde yatmaktadır.
BOLLUKTAKİ GÜÇ SÖYLEMİ
Çin, uzun süredir geniş topraklara ve bereketli kaynaklara sahip bir ülke olarak anılagelmiştir. Tang hanedanı şairi Han Yu, Ping Huai Xi Bei’de (《平淮西碑》) şöyle demişti: “Doğal kaynak zengini uçsuz bucaksız topraklar, aynı zamanda tekerrür eden musibetlerin de diyarıdır.”
Qing hanedanı imparatoru Qianlong, ilk İngiliz sefiri George Macartney’nin ziyaretinin ardından İngiliz kralı III. George’a verdiği yanıtta, Çin’in zengin kaynaklara sahip bir ülke olduğunu, hiçbir eksiğinin bulunmadığını ve onlarla ticaret yapmaya ihtiyaç duymadığını söylüyordu.
Yazar Lu Xun, 1930’lu yıllarda, Çan Kay-şek’in “Milletler Cemiyeti’nin adil bir hüküm vermesi beklentisiyle dişini sıkıp aşağılanmaya ve öfkeye katlanma” çağrılarına atıfta bulunarak, “Çinliler Kendine Güvenlerini Yitirdiler mi?” başlıklı makalesinde, Çin’in muazzam topraklara, bereketli kaynaklara ve büyük bir nüfusa sahip olduğuna, buna karşın Japon saldırganlığı karşısında Milletler Cemiyeti’nin yardımına bel bağladığına dikkat çekiyordu.
Mao Zedong, Çin Komünist Partisi Merkez Komite Politbürosu’nun 1956 Nisan’ında toplanan genişletilmiş toplantısında, “[Çin’in] sanayisi ve tarımı gelişmemiştir; bilimsel ve teknolojik düzeyi düşüktür. Geniş toprakları, zengin kaynakları, kalabalık nüfusu, uzun tarihi ve edebiyatta Kızıl Köşkün Rüyası vb. hariç, Çin pek çok açıdan diğer ülkelerden geridir ve dolayısıyla mağrur olmak için hiçbir gerekçesi yoktur,” demişti.
Şüphesiz ki, Çin’in geniş topraklara ve zengin kaynaklara sahip olduğu sözü uzun süredir ortalarda dolaşmaktadır. Dahası, bu, halkın zihninde de derin yer etmiş ve nadiren sorgulanan bir şiardır.
ÇİN HÂLÂ MADEN ZENGİNİ Mİ?
Çin’in zengin maden kaynaklarına sahip olduğu ve 158’i kanıtlanmış yataklara sahip olmak üzere 171 tür maden keşfettiği göz önünde bulundurulursa, Çin’in geniş ve kaynak zengini olduğunu söylemek anlaşılabilir bir durumdur. Üstelik, kanıtlanmış yataklara sahip 20’yi aşkın maden türünde sahip olduğu rezervler dünyada ilk sıralardadır ki, bunlardan tungsten, kalay, antimon ve nadir toprak elementleri dahil 12’sinde dünya çapında zirvede yer almaktadır. Kanıtlanmış maden rezervleri bakımından Çin, yalnızca ABD ve Rusya’nın ardından dünyada üçüncü sırada gelmektedir. Açıktır ki bu, Çin’in geniş topraklara ve bol kaynaklara sahip olduğu söylemini destekleyen bir durumdur.
Nadir toprak elementleri şüphesiz stratejik değere sahip önemli bir kaynaktır. “Orta Doğu’nun petrolü varsa, Çin’in de nadir toprak elementleri var.” Bu, Deng Xiaoping’in meşhur sözüdür. Çin, başıboş fiyat rekabetini denetim altına almak adına son yıllarda nadir toprak elementi ihracatını azaltmış; bu ise, ABD, Japonya ve diğer ülkelerde büyük bir paniğe yol açmıştır. Peki, nadir toprak elementleri bir yana, Çin’deki diğer maden kaynakları da stratejik açıdan kayda değer midir?
İlkin, petrole değinelim. Petrolün önemi ayan beyan ortadadır. Hatta ve hatta, “petrolü denetim altına alan dünyayı denetim altına alır” diye bir söz bile vardır. Yeni Çin’in kuruluşundan önce, Çin’in petrol üretimi asgari düzeydeydi ve bu bakımdan Çin, ağırlıklı olarak ihracata dayanmaktaydı. “Yabancı petrol” (洋油) lafının geçmişte yaygın bir ifade olmasının sebebi budur.
Yeni Çin kurulduktan sonra da vaziyet aynı kalmıştır. 1959 yılında Daqing petrol sahası keşfedildikten sonradır ki, Çin, petrol üretiminde gitgide kendi kendine yeter hâle gelmiştir. 1970’li yıllara girildiğinde, Çin salt kendi kendine yetmekten fazlasını yapar olmuş ve petrol fakiri yaftasını kaldırıp Pasifik Okyanusu’na attığını gururla ilan ederek petrol ihraç etmeye başlamıştır. 1985’e gelindiğinde, Çin’in petrol ihracatı 35,4 milyon ton ile zirveye ulaşmıştı. Bu tarihten sonra ise düşmeye başlamış ve 1993 yılı itibarıyla Çin, yeniden petrol ithal etmeye girişmiştir.
O vakitler, Çin’in petrol ihracatının başlıca hedefi Japonya’ydı. Japonya, Çin’den petrol ithal ederek, Körfez’den yapılan petrol ithalatıyla karşılaştırıldığında nakliye mesafesini %90 kısaltmış oluyordu. Çin’in hızlı iktisadi büyümesinin ve otomobillerin temel bir seyahat yöntemi olarak benimsenmesinin ardından ise, Çin’in petrol tüketimi ve buna bağlı olarak da petrol ithalatı birdenbire patlama yapmıştır.
PETROLE, DOĞAL GAZA VE DEMİR CEVHERİNE DUYULAN AÇLIK
Çin, 2018’e gelindiğinde, ABD’yi geride bırakarak dünyanın en büyük petrol ithalatçısı oldu. 2020 yılında Çin’in petrol ithalatı 540 milyon ton gibi devasa bir miktar olurken, ithal petrol bağımlılığı da %73,5’e ulaşmıştır. Bu, Çin’in petrol fakiri yaftasını bir kez daha, sessiz sedasız boynuna astığına işaret etmektedir. Çin petrol üretimi açısından halihazırda dünyada altıncı sırada yer alsa da, petrol rezervleri açısından dünyada on üçüncü sıradadır ve söz konusu petrol rezervleri de, Kuveyt’in sahip olduklarının dörtte biri bile etmemektedir. Kaldı ki Kuveyt’in arazi büyüklüğü Çin’in %0,2’sinden bile değildir; öyle ki Kuveyt, Tianjin’den bile küçüktür.
Çin’in yerli petrol sahalarının sınırlı üretim potansiyeli ve buna karşın artan ham petrol talebi temelinde, Çin’in ithal petrol bağımlılığının artmaya devam edeceği tahmin edilebilir. Petrol arzının bir kısmı Rusya tarafından sağlanmakta ve tren yoluyla Çin’e taşınmaktadır. Ancak Çin’in ithal ettiği petrolün yaklaşık üçte ikisi Orta Doğu ve Afrika bölgelerinden gelmektedir. Petrolün çeşitli Çin limanlarına Hint Okyanusu, Malakka Boğazı ve Güney Çin Denizi üzerinden petrol tankerleriyle gönderilmesi, enerji güvenliği açısından bir tehdit oluşturmaktadır. Çin, son yıllarda, Güney Çin Denizi’nde adacıklar bile inşa edip uygun savunma ekipmanları konuşlandırarak bu sulardaki askeri deniz varlığını güçlendirmeye çalışmıştır. Açıktır ki bu, Çin’in, deniz taşımacılık güzergahlarını koruma ihtiyacıyla ilintilidir.
Ardından doğal gaz gelmektedir. Doğal gaz bir tür temiz enerjidir; dünya, iklim değişikliği ve bunun yarattığı güçlüklere tepki verdikçe doğal gazın da önemi artmaktadır. Uluslararası toplumda, “doğal gazı denetim altına alan geleceği denetim altına alır” diye bir söz vardır. Çin, 1835 yılı başlarında Zigong, Sichuan’da doğal gaz çıkaran ilk ülke olmuştur gerçi; buna karşın Çin’in doğal gaz rezervlerinin pek iç açıcı olmaması ve dünyada ancak 12. sırada yer alması üzücüdür. Bu miktar, Katar’ın sahip olduğu rezervlerin 1/8’i bile etmemektedir ki, Katar’ın arazi büyüklüğü, Çin’inkinin 1/800’ünden azdır. Katarlıların sadece arka bahçelerini kazmaları ve buradan doğal gaz borularını doldurmaları bile mümkün olabilir.
İç Moğolistan bölgesinde yer alan Sulige gaz sahası, Daqing petrol sahasına bağlı faaliyet yürüten Çin’in en geniş doğal gaz sahasıdır ve burada yaklaşık 533,6 milyar metre küplük rezerv bulunmaktadır. Karşıtlığa bakın ki, dünyanın en büyük doğal gaz sahası olan ve İran ile Katar arasında paylaşılan Güney Fars/Kuzey Kubbe sahası ise, 6,52 trilyon metre küp gibi muazzam bir miktarı bulan doğal gaz rezervlerine sahiptir.
Çin, 2018 yılında Japonya’yı geride bırakarak dünyanın en büyük doğal gaz ithalatçısı koltuğuna oturmuştur. 2019’a gelindiğinde, Çin’in ithal doğal gaz bağımlılığı %42,95’e yükselmiştir. Oysa on yıl önce, Çin’in ithalat bağımlığı hepi topu %3,15’ti; aynı dönemde doğal gaz, dünya ortalaması %24 olmasına karşın, Çin’in enerji görünümü içinde yalnızca %7,92’lik bir yer tutuyordu.
Çin’in doğal gaz üretimi, uzun süredir daima ulusal beklentilerin altında kalmıştır. 2020 yılında Çin’in yerli doğal gaz üretimi 188,8 milyar metre küp olmuştu. Bu rakam, hem 13. Beş Yıllık Plan’ın koyduğu 207 milyar metre küplük hedefin oldukça gerisindeydi hem de Devlet Konseyi’nin Eylül 2018’de yayımladığı “Doğal Gazın Eşgüdümlü ve İstikrarlı Bir Biçimde Kalkınmasının Teşvik Edilmesi Üzerine Birtakım Görüşler” (《关于促进天然气协调稳定发展的若干意见》) belgesinde 2020 yılı için saptanan 200 milyar metre küplük hedefin altındaydı.
Çin, 2007 yılında, Xinjiang bölgesindeki Tarım’dan Şanghay’a uzanan ilk doğal gaz boru hattını, yani Batı-Doğu Gaz Boru Hattı’nı inşa etti. 4.200 km uzunluğundaki bu hattın yapımı, 300 milyar RMB’ye mal oldu. Burası, yılda 62 milyar metre küp doğal gaz taşıma kapasitesine sahiptir. Çin, daha sonra ayrıca, Myanmar-Çin Petrol ve Gaz Boru Hatlarını inşa etmiştir. Buranın doğal gaz boru hattı uzunluğu 1.727 km’dir. Açıktır ki bu hamle, Malakka Boğazı’nın taşıdığı risklerden kaçınmaya yönelik stratejik bir öneme sahiptir.
Türkmen-Özbek sınırından başlayıp Horgos (Khorgas) üzerinden Çin’e ulaşan Orta Asya-Çin gaz boru hattı, İkinci Batı-Doğu Gaz Boru Hattı’dır. Söz konusu hat, 1.300 km’lik bölümü Türkmenistan, Özbekistan ve Kazakistan’ın, yaklaşık 8.000 km’lik bölümü ise Çin’in sınırları içinde kalmak üzere 10.000 km’lik uzunluğa sahiptir. Bu, A Hattı ve B Hattı olmak üzere, her biri 1.833 km uzunluğundaki birbirine paralel ikili hatlardan meydana gelmektedir ve dünyanın en uzun doğal gaz boru hattıdır. C Hattı’nın inşası da tamamlanmıştır ve D Hattı’nın yapımı halihazırda sürmektedir. Görülebileceği üzere, Çin’in doğal gaz bağımlığının gelecekte daha da derinleşmesi beklenmektedir.
Bir sonraki başlığımız ise demir cevheridir. Çin, dünyanın en önde gelen çelik üreticisidir. Çin’in çelik çıktısı, 2019 yılında, dünya toplan çıktısının %53’üne denk geliyordu. Çin, ülke içerisinde dikkate değer miktarda demir cevheri rezervlerine sahip olmasına karşın, bunlar ortalama %34,3 demir (Fe) içeriği ile düşük kalitededir. Karşılaştırmalı konuşacak olursak, Hint ve Rus demir cevherleri yaklaşık %64,2, Güney Afrika’nınki %62, Brezilya’nınki %52 ve Avustralya’nınki %48 Fe içeriğine sahiptir. Dolayısıyla, Çin’deki belli başlı çelik şirketleri, genellikle ithal demir cevheri kullanmaktadır.
Çin’in en önde gelen çelik şirketi olan Baoshan Demir ve Çelik Ltd. Şti. (Baosteel), geçen yüzyılda, 1970’li yılların sonunda kurulduğu günden beri ithal demir cevheri kullanagelmiştir. Çin’in demir cevheri talebi, son yıllarda artmaktadır. 2019’da Çin, 1,07 milyar ton gibi sarsıcı bir miktarda demir cevheri ithal etmişti ki, aynı yıl küresel demir cevheri işlem hacmi ancak 2,2 milyar tondu. Çin’in ithal demir cevherine yönelik yüksek talebi, BHP ve Rio Tinto gibi küresel madencilik devlerinin cebini bol bol doldurmaktadır. Fiyatlar defalarca kez yükselmiş ve Çin, bu nedenle yüksek bir bedel ödemiştir.
KAYNAKLAR CİDDİ BİR TÜKENMEYLE KARŞI KARŞIYA
Çin’de halihazırda 262 tane kaynak merkezli kent bulunmaktadır. Bu kentlerin bazılarında kaynaklar tükenmiştir ve ayrıca çok sayıda kronikleşmiş tarihsel sorun da vardır. Öte yandan, diğer bazı kentler kaynak geliştirmek için büyük çaba harcasalar da, kapsamlı kullanım seviyeleri çok düşüktür; bu durum ise dönüşümü, iyileştirmeyi ve sürdürülebilir kalkınmayı bir hayli güçleştirmektedir. 20. yüzyılın ortalarında inşa edilen devlete ait madenlerin üçte ikisi eskimiş ve yaşlanmış; sonuç olarak üç milyon çalışan işten çıkarılmıştır.
“Dünyanın fabrikası” olan Çin, her yıl dünyanın geri kalanına çarpıcı miktarda ürün ihraç etmektedir. Bu ürünlerin imalatı, büyük miktarda kaynak tüketimine sebep olmaktadır. Söz konusu kaynakların çoğu, madensel kaynaklar gibi yenilemez nitelikte olanlardır. Birkaç düzine ya da en fazla birkaç yüzyıl sonra, dünyanın birkaç milyar yılda oluşturduğu fosil yakıtlar tükenecektir. Çin’in ihracatı arttıkça kaynak tüketimi de hızlanmaktadır ve neticede, kaynakları daha çabuk tükenmektedir. Çin’in kaynaklarının birkaç yıl içinde büsbütün yok olabileceğini söylemek abartılı olmayacaktır.
Yer darlığı nedeniyle, ekilebilir arazi, doğada mevcut tatlı su ve ormanlar gibi diğer önemli kaynakları burada tartışamayacağım. Buna karşın yukarıda değindiğim birkaç esas nokta, günümüzde Çin’nin geniş toprakları ve bereketli kaynakları olduğunu ifade etmeninin niçin isabetsiz ve gerçek dışı olduğunu açıklamak için zaten yeterli olacaktır.
Bu bağlamda, kavrayışı güçlü bazı Çinlilerin yaklaşık on yıl önce yaptıkları bir öneriye tamamen katıldığımı söyleyebilirim: Söz konusu ifade, gençleri yanlış yönlendirmekten kaçınmak için, ilk ve orta öğretim ders kitaplarından mümkün olan en kısa sürede kaldırılmalıdır.
* Çeviride esas alınan metin, ilk olarak 26 Şubat 2021 tarihinde Think China sitesinde yayımlanmıştır.
Hitler'i ve Fleet Caddesi'ni ele geçiren öncü kadınlar
05-04-2021 00:10

Soldan sağa doğru: Daily Mail'den Margaret Lane, kendisine yabancı muhabirliğin kadınlar için olmayan bir meslek olduğu söylenen Shiela Grant Duff, cinsiyetçilik ve ırkçılıkla başa çıkmak zorunda kalan Una Marson.
Yazar: Sarah Lonsdale
Çeviren: Elif Orak
Yabancı muhabirlik, savaşlar arasında kadınlara uygun olmayan bir meslek olarak addedilmişti. Bunun tam aksini kanıtlayan gazetecilerin hayatları, bu yeni kitapta anılıyor.
Málaga iç savaşında zifiri karanlık bir gece, 19 Şubat 1937. General Franco'nun milliyetçi birlikleri kasabayı günler önce ele geçirmişti. Hapishaneler siyasi mahkûmlarla dolmuş, duvarlar faşist Avrupa'nın "güçlü adamları" olan Mussolini, Franco ve Hitler'in posterleriyle sıvanmıştı. Suikast timleriyse o sırada cumhuriyetçi sempatizanları idam etmekteydi.
Çiçekli elbisesiyle 23 yaşında bir İngiliz kadın bu girdaba doğru sürüklenmişti. Görevi, ABD konsolosu ile irtibata geçmek ve Franco'nun adamları tarafından kaçırılan ünlü yazar Arthur Koestler'i bulmaktı. Aynı zamanda İtalya'nın uluslararası tarafsızlık anlaşmalarını ihlal ettiğini kanıtlamak için İtalyan birliklerinin faaliyetlerini gizlice kaydediyordu.
Ele verilmesi, kuşkusuz hapis demekti ya da daha kötüsü...
Bu genç kadını Málaga'nın karanlık sokaklarında tehlikelere karşı koymaya iten sebep neydi? Ve neden gece ABD Konsolosluğu’nun heybetli kapısını kilitli bulduktan sonra, bahçe duvarından atlayıp görgü kurallarını hatırlayarak onu akşam yemeğine davet eden şaşırmış haldeki konsolosun karşısına çıktı?
Shiela Grant Duff'un babası Birinci Dünya Savaşı sırasında öldürülmüştü ve o, faşizmin Avrupa'da yükselişini bildiren yabancı bir muhabir olarak tüm dünyayı Hitler'in durdurulması gerektiğine ikna edebileceğine inandı. Fakat erkeklerce yönetilen gazetenin iletişim organları tarafından reddedildi. İş için Times'a başvurduğunda editör Geoffrey Dawson, dış yazışmanlığının kadınlar için bir meslek olmadığını söyledi. Reddedilmiş ve bağımsız olarak Grant Duff, yola tek başına devam etti. Kuzey Afrika aracılığıyla İspanya'ya ve Akdeniz'den Cebelitarık'a yaptığı yolculuğu, her zerresiyle bir erkek kadar cesur ve yetenekli olduğunu kanıtlama arzusundan kaynaklanıyordu.
Hâlihazırda, kontrolsüz milliyetçiliğin; sıradan, Tanrı'dan korkan insanları, vahşetin çanak tutucularına nasıl dönüştürdüğüne ilk elden tanık olmuştu. Ocak 1935'te Observer için bağımsız bir görevde, Saar referandumunu örtbas etmek için daha sonra milletler cemiyeti himayesinde olacak olan Saarbrücken'e gitti. Lüksemburg'a bitişik 730 mil karelik kömür bakımından zengin tepelerden oluşan Saar bölgesi, Versay Barış Antlaşmalarında Almanya'dan alınmıştı. Ocak 1935'te Saar'ın Alman kontrolüne geri dönüşü hakkındaki referandum; Yahudileri, komünistleri ve faşizm karşıtlarını Fransa'ya kaçmaya zorlayan şiddetli Alman vahşeti olarak kayda geçti.
Shiela Grant Duff, Saarbrüchen'de Observer için Saar referandumunu örtbas etti, 1935.
Fotoğraf: Keystone- Fransa/ Gamma-Keystone/ GettyImages
İngiliz basınında yer alan haber, her şeyin sona ermesi, yani Hitler'in Saar'ı alma hedefinin kesilmesiyle gelen rahatlama olarak nitelendirildi. Diplomatik basın topluluğundan bağımsız olan Grant Duff, Saarbrücken'de kaldı ve gözleme devam etti. Observer'da şöyle yazdı: "Saar'daki duvarlara asılan milyonlarca gamalı haç (svastika), örümcek vebasının çöktüğü izlenimini veriyor... Naziler düşmanlarını gözlerinden tanıyabiliyorlar. Panik hali, nasıl tehdit edildiğini, nasıl alay edildiğini ve üzerine tükürüldüğünü anlatan işçi sınıfı kadınlarının tüm tavır ve hareketlerinde görülebiliyor... Diğerleriyse, kapılarının gecenin bir yarısında nasıl kırılıp açıldığını anlatıyor."
Grant Duff, daktiloları, eylemciler için bilgi kaynaklarını ve cephaneyi sınırdan Fransa'ya kaçırmaya yardımcı olmak içinkendi basın kimliğini kullandı.
Kadınların çoğunun dışlandığı bu dünyayla olan alakası yüzünden çok ağır bedeller ödedi. Hastalık ve anksiyeteden çok çekti, diplomatik basın topluluğu tarafından dışlandı ve haber için Nazilerle yattığına dair aşağılık söylentilere konu oldu. Grant Duff bir yabancıydı ama asla yalnız değildi. Birçok öncü kadın 1920-30'larda sık sık zekice, tehlikeli ve hileli yöntemler kullanarak gazeteciliğin maskülen dünyasında kendilerine de bir pay koparabilmek için çabalıyordu. Bu hafta yayınlanan kitabımda, erkeklerin aktardığı bu dünyaya seslerini karıştıran, savaşların arasında yaşayan birçok kadın gazetecinin şimdiye kadar gözden kaçan çalışmalarını gün yüzüne çıkarıyorum.
Cinsiyetçilik ve ırkçılığın benzer engelleriyle karşı karşıya kalan Jamaikalı şair Una Marson, her renkteki insanların arasında anlayışı teşvik eden bir gazete olan The Keys'in editörü oldu. 1932'de İngiltere'ye geldiğinde iş bulmasını engelleyen renk ayrımına karşı savaştı ve kadın gruplarının ataerkilliğe karşı olan mücadelesinde sömürgeciliğe karşı olan savaşa da yer verilmesi gerektiğini kabul etmeleri için uğraş verdi.
Alison Settle, Observer için bir görevdeyken, Fransa 1944.
Fotoğraf: Brighton Üniversitesi Design Arşivleri/ Tricolor
Marson, güçlü beyaz erkekler tarafından BBC'deki yapımcılık işini bırakmaya zorlandığında ona direnen bir dünyanın kurallarını çiğnediği için çok ağır bir bedel ödedi. Benzer şekilde Daily Mail'in "gözde" muhabiri Margaret Lane de cinsel yaşamıyla ilgili skandal söylentileri, basın odasındaki bir masanın üzerinde, yalanlamak zorunda kaldı. Stella Martin ise gazetedeki kadın bölümünü tüketim çılgınlığı ve reklam için bir araç olmakla suçladığı eleştirilerinden sonra gazetesinin "hayvanat bahçesi muhabirliğine" indirgendi.
Savaşın ortasında Avrupa'dan Rusya'ya oradan İspanya'ya dolanıp savaş ve kıtlık mağdurlarına yardımlar eden yardımsever Francesca Wilson, The Friend ve The Manchester Guardian yayınlarında bu insanların sıkıntılarını yazdı. İnsani yardım kuruluşlarının, yardıma muhtaçlara karşı olan bakış açılarını kökten değiştirerek onları, dolup taşan gizli potansiyellerini açığa çıkarmak için olanak verilmesi gereken kişiler olarak değil de pasif mağdurlar olarak görmeyi reddetti. Málaga'nın yukarısındaki tepelerde, tam da Grant Duff'un ABD Konsolosluğu’nun bahçesine tırmandığı sırada Wilson, Franco'dan sığınmacı olarak gelen 50 İspanyol çocuk için bir çiftlik kurmaktaydı. Bu çiftlikte domates, mısır ve biber yetiştirip bir araziye sahip olmanın onları çaresiz mağdurlar olmaktan nasıl sağlıklı çiftçilere dönüştürdüğünü gösterdiler.
Bir de hayat boyu arkadaş olan Edith Shackleton ve Allison Settle var. İki rakip magazin dergisinde kadın bölümü editörleri olarak her ikisinin de bu acımasız dünyada hayatta kalabilmesi için birbirlerinin moda ve ünlü haberlerini kopyalayıp makaleleri ve cümleleri değiştirerek yazarlardı. Settle, önce Vogue'da daha sonra ise meşhur Observer'da kadın editör olarak çalıştı. Bu işleri "başardıktan" sonra bile ön yargılardan kurtulamadı. 1944'te Almanya'nın geri çekilmesini gizlemek için Hollanda'ya gönderildi. Brüksel Havaalanı’na geldiğinde tüm resmî muhabirlere verilen ordu desteğinin, Settle'a verilmesinin, kadın gazetecilerden nefret eden General Montgomery tarafından reddedildiğini öğrendi. Buna aldırmadan, keçileri, inekleri ve süpürgeleri birbirine çarşaflarla bağlanmış şekilde, ilerleyen ordulardan kaçan Hollandalıların heyecanlı hikâyelerinin kaynağı olan ön cephelere otostop çekerek vardı. Sorumlu olan adamlara ulaşamayınca savaşın "ıvır zıvırları" yerine, hayatları yok edilen sivilleri yazdı.
Onun ve diğerlerinin hikâyesi, eşitliğin nasıl da uğruna savaşılacak bir şey olduğunu ve küçük kazanımların bile sürdürülebilmesi için nasıl şiddetle korunması gerektiğini gösteriyor.
Kaynak: TheGuardian
Gen tekniği ve yapay zekâ sayesinde kanserle farklı biçimde savaşmak
05-04-2021 00:08

Yazar: Von Stefan Oschmann
Çeviren: Naci Pektaş
Neredeyse hiçbir bilim kurgu dizisi, geleceğin tıbbına ait fikirler olmadan yapamaz: Bunlarda tedavi görenler basitçe tepeden tırnağa taranır; yapay zekâ (YZ) yardımıyla kısa sürede doktorlar tanı koyar ve hastaya özel ilaç geliştirirler.
Gerçek olması çok güzel, değil mi? Hakikaten deher şeyden önce, hücre ve gen tedavilerinin bilhassa etkili, kişiselleştirilmiş yöntemleri, bugün zor tedavi ettiğimiz veya hiç tedavi edemediğimiz hastalıklar için büyük bir vaattir.
İnsan genomu, yaşamımızın merkezi başlangıç noktasıdır. Yaklaşık 3,2 milyar baz çiftinden oluşan DNA'mız her hücrede -muazzam miktarda veri- bulunmaktadır! Bir organizmanın belirgin özellikleri bunlardan nasıl ortaya çıkar? Bazı DNA bölümlerinin, genlerin bilgileri önce bir RNA nüshası olarak kopyalanır. RNA hücre çekirdeğinden dışarı taşınır ve proteinlerin sentezi için bir model görevi görür. Bu proteinler hücrenin gerçek yapı taşları ve aktif maddeleridir; miktarları ve bileşimleri de yaşamın akışını belirler.
YAPAY ZEKÂSAYESİNDE İLERLEME
Birçok hastalığın genetik bozukluklardan kaynaklandığını uzun zamandır biliyoruz. Ve son derece karmaşık bir kelime işlemci programındaki yazım hataları gibi, kusurlu genleri basitçe düzeltmek büyüleyici bir düşüncedir.
Hâlbuki bu tür tedavilerin geliştirilmesi aslında beklenenden daha uzun sürer. Gerçi insan DNA'sındaki genetik yapı taşlarının tam sırası 2003'ten beri deşifre edilmiş olsa da çeşitli genlerin kombinezonu son derece karmaşıktır. Bu, biraz da yeni bir dil öğreniyormuşuz gibi oluyor: Harfleri ve birkaç kelimeyi zaten biliyoruz. Tüm dilbilimsel incelikleri anlayıncaya kadarelbette onlarca yıl geçecek. Neticede bizi bu yolda ileri götüren yalnızca yapay zekâ ve işlem gücü performansındaki ilerlemeler değil; sonuçta burada büyük miktarda veriyi değerlendirme de söz konusudur.
Biyolojinin çeşitli dalları, ancak özellikle moleküler biyoloji ile bilgisayar teknolojisini ve bununla ilişkili veri işleme aygıtlarını bünyesinde barındıran bilimsel disiplin,bir diğer tanımla, karmaşık biyolojik verilerin derlenmesi ve analiz edilmesi bilimi olanbiyoinformatik sayesinde son yıllarda yeni tedavilerin geliştirilmesinde önemli başarılar elde edilmiştir. Bu özellikle bir tek genin mutasyonu yüzünden ortaya çıkmış nadir hastalıklar için geçerlidir. Şimdiye kadar bu tür vakalar sadecesemptomatik olarak tedavi edilebilmiştir. Gen tedavisi sayesinde, kalıtsal hastalıkların nedenleri üzerine gidebiliriz; tek başına bir tedavi, en ideal durumda ömür boyu etkili olabilir.
HEMOFİLİ VE KANSERE KARŞI
Örneğin hemofili: Bir gen tedavisi çalışmasında, doğal kan pıhtılaşmasının bozulması olan hastalar, yıllarca ekpıhtılaşma faktörleri olmaksızın durumla başa çıktılar. Bir diğer örnek ise, ABD'de kalıtsal bir retinal dejenerasyona karşı onaylanmış ve görme kaybını engelleyebilen bir tedavidir.
Gen ve hücre terapileri ayrıca kanser tedavisi için de harikulade olanaklar sunar. Kanser hücreleri, sağlıklı hücrelerin sinyalini taklit etmek suretiyle vücudun kendi bağışıklık sistemini atlatır. Laboratuvarda, bağışıklık sisteminin T hücreleri öyle programlanırlar ki, bunlar CAR-T hücreleri olarak isimlendirilen kanser hücrelerini tanıyabilir ve onlara karşı etkili biçimde savaşabilirler.
Gen ve hücre terapilerinin gelişimi, 2012 yılında, genellikle “gen makası” olarak bilinen CRISPR / Cas9 tekniğinin keşfi ile canlandı. Bu teknik, bakterilerin saldırgan virüslere karşı kendilerini savundukları doğal mekanizmaya dayanır. Bu teknik sayesinde, son derece uzun bir gen zincirinde, belli bir bölgeyi kontrol etmek ve DNA'yı belli bir noktada kesmek mümkündür. Bu teknik, gen araştırmalarını çok daha hızlı ve daha ucuz hale getirir. Ayrıca buna ilaveten CRISPR tekniği, kusurlu genlerin nispeten hassas bir şekilde onarılmasına imkân verir. Örneğin bununla ilgili, kan hastalığı olan beta-talaseminin (Akdeniz anemisi) tedavisi üzerine ilk klinik çalışmalar mevcuttur.
RNA ODAK NOKTASI
Bir başka heyecan verici araştırma sahası RNA bazlı tedavilerdir. Böylece örneğin hastalık yapan proteinlerin sentezi baskılanabilir. RNA üretimi nispeten basittir. Buna ek olarak, DNA temelli yöntemlerin aksine, istenmeyen değişiklikler yüzünden oluşan risklerdüşüktür, zira RNA hızla bozulur.
Dahası araştırıcılar, RNA bazlı tedavileri, tertip etmekistenmeyen yan etkilerin ortaya çıktığı vakalarda süreci basitçe durdurma yolları üzerine çalışıyorlar. Covid-19'a karşı aşılarla birlikte, gen ve hücre tedavilerinin ötesinde, ilk kez RNA bazlı aktif maddeler geniş bir kesime faydalı oluyor; bunlar "geleneksel" aşılardan daha hızlı geliştirilmiştir ve son derece etkili oldukları kanıtlanmıştır.
Ve biz, gen ve hücre tedavisinin gelişimi ve kullanımında nasıl yol alıyoruz? Tedavilerin hazırlanması önemli bir husustur. Zira bunlar belirli bir hastaya göre hazırlandıkları için, üretim son derece masraflıdır. Birçok iş adımı hala elle yapılmakta, otomasyon ve daha geniş kesimlere uygun metot çabaları henüz başlangıç aşamasındakalmaktadır.
Bu, en azından genetik bilgiyi hücrelere getiren taşıma mekanizmaları için geçerli değildir. Bunlar kaçınılmazdır, zira terapötikmoleküller, geleneksel aktif maddelere kıyasla çok büyüktür. Lipit Nanopartiküller araç olarak düşünülebilir. Bunun dışında sıkça viral vektörler de kullanılır.
"Gentaxi" (vektör) olarak bir virüs mü kullanılıyor? Bu fikre alışmak için şimdilik biraz zamana ihtiyaç var. Şüphesiz virüsler genetik materyali hücrelere fark edilmeden sokmakta son derece etkilidir. Tedavi için virüslerin doğal genetik materyalleri alınır. Bunu takiben boşalan yere terapötikgen yerleştirilir. Kulağa karmaşık geliyor ve öyle de.Viral vektörler, bugün üretebildiğimiz en karmaşık terapötikler arasında bulunur. Bu, hâlihazırda onları gen ve hücre terapisinde kısıtlayıcıfaktör yapmakta. Merck firması olarak biz, bu alanda kapasitemizi genişletmek için yoğun bir şekilde çalışıyoruz.
Diğer bir esas meseleise gen bazlı tedavinin test edilmesi ve onaylanmasıdır. Zira birçok defa nadir hastalıklarda kullanıldığı için, alışılmış ölçekte klinik çalışmalar mümkün değildir. Ayrıca, böyle bir tedavi sağlıklı bir karşılaştırma grubunda test edilemez. Bunların hepsi şirketlere ve ruhsatlandırma makamlarına, yerine getirilmesi istenen zorluklar yaratır. Bu, uzun yıllar boyunca tedavinin güvenliği ve etkinliğinin bir daha gözden geçirilme gerekliliğini de gösterir.
Terapilerin fiyatlandırılması konusunda da tuhaflıklarvardır. Bunun zahmetli gelişim ve üretimi onu çok pahalı kılmaktadır. Şüphesiz gen veya hücre tedavisi ömür boyu tedaviyi ikame edebilirse, uzun vadede en uygun alternatiftir.
AVRUPA'DA MÜKEMMEL BİR ARAŞTIRMA
Son olarak, yeni tedavi yöntemleri de yeni etik soruları yanında getirmektedir. Tıp camiasında, Hereditermutasyonların (germline) kabul edilemez olduğu konusunda yaygın bir anlayış vardır.
Fakat bununla birlikte, tüm önemli sorular henüz cevaplanmamıştır: Hastalıkla mücadele etme ve insanın optimize edilmesiarasındaki sınır nerededir? Ölümcül bir hastalığı iyileştirmek için hangi riskleri almak isteriz? Bu tür sorularda tıp alanının ötesinde, toplumsal bir tartışmaya ihtiyacımız var. Zaten bundan dolayı on yıl önce Merc firmasında, bize müşavirlik edecek disiplinler arası, uluslararası bir danışma kurulunu oluşturduk.
Sonuçta, gen ve hücre tedavilerini çevreleyen zorluklar halen daha büyüktür. Şüphesiz şanslar da öyle. Bundan dolayı bu alanı sadece başkalarına bırakmamalıyız. Bu konudaki klinik araştırmaların büyük kısmı şu an ABD ve Çin'de vuku bulmaktadır.
Ayrıca Avrupa'da mükemmel araştırmacılar, öncü şirketler ve iyi eğitimli uzmanlar var. Bu inovasyon-ekosistemini biz güçlendirmeli ve genişletmeliyiz. Kazanacak çok şeyimiz var.
Kaynak: Faz.net
Kapitalizmin sinematik eleştirisi
05-04-2021 00:08

Çeviren: Yaren Kardelen Budun
Michael Douglas’ın “Borsa” filminin ünlü repliği olan “Hırs iyidir” cümlesini kim hatırlamaz?
Gerçekte, sinemada kapitalizm tanımı olduğundan çok daha karmaşıktır. Marksist film eleştirisi, neredeyse tüm piyasa filmlerini kılık değiştirmiş kapitalist propagandadan ibaret görür. Kapitalist tüketici toplumda, bu propagandanın işlevi bizi olabildiğince çok, tercihen kapasitemizden çok daha fazlasını tüketen mutlu ve hoşnut tüketicilere dönüştürmektir.
James Bond filmleri izledikçe, tıpkı Bond gibi giyinmeye ve araba kullanmaya özenmeliyiz. Casino Royale filmini izledikten sonra, Bond’un kullandığı dizüstü bilgisayarın aynısını almak için acele etmeliyiz. Aslında filmdeki bilgisayarın, bilgisayar üreticisi Sony tarafından yapılan bariz bir ürün yerleştirme olduğu gerçeği anlaşılmaz. Yıldız sistemi -hangi film yıldızının ne giydiği, nerede alışveriş yaptığı, neler yediği ve neler tükettiği- her ne kadar imaj tasarımcıların, tekstil imalatçılarının, stilistlerin, makyaj sanatçılarının, reklamcıların ve menajerlerin mini-piyasası içinde yaratılmış olsa daistek uyandıran bir model olur.
Film yapımcıları, kontrolsüz kapitalizmi körükleyen tutkuların insanlara ne yaptığı konusunu uzun zamandır ele alıyor. Friedrich Murnau’nun sessiz şaheseri olan “Son Adam” filminde, şatafatlı Berlin otelinin sadık kapıcısı Emil Jannings yaşlandıkça rütbesi tuvalet görevlisine düşürülür. Murnau’nun yaşam felsefesine göre insan sermayesi harcanabilir. Murnau’nun yoldaş hemşerisi ErichvonStroheim’ın klasik eseri olan ve paranın üç masum insanı yozlaştırıp yok edişini anlatan ahlaki öyküsü “Hırs” filminde bu durum daha da ortadaydı. Charlie Chaplin’in, kör bir kızın görme yetisini geri kazanmak adına geçirmesi gereken ameliyat için para toplamaya çalışan bir milyoneri canlandırdığı Modern Zamanlar ve Şehir Işıkları filminin doğasında kapitalizm eleştirisi var.
Büyük İtalyan film yönetmeni, filozof, eleştirmen, şair, romancı ve provokatör PierPaoloPasolini, belki de kapitalizmin en büyük film eleştirmeniydi. Pasolini tüketici kapitalizmin, faşizmden daha kötü olduğu sonucuna vardı. Sebebi ise şuydu: Faşizm açıkça baskıcıydı. Çok görünürde olduğu için karşı çıkılacak bir şey sundu. Ancak tüketici kapitalizmi çok daha tehlikeliydi, çünkü kurbanlarını asimile ediyordu. İnsani değerleri sarstı ve vatandaşların aslında kendi sömürüsüne istekli olduğu bir toplum yarattı.
Pasolini, yalnızca bir tespitle tatmin olmuyordu. Çözümü de vardı. Kapitalizmin belkemiği geleneksel aile yapısıydı. Aile kavramı ataerkil değerlere dayanıyordu. Ataerkil aile değerleri nasıl yok edilir? Elbette cinsiyet yoluyla, geleneklere ne kadar aykırı o kadar iyi. Pasolini’nin bu duruma en iyi örneği, bir tanrı misafirini canlandıran Terence Stamp’in bir fabrikatörün evine geldiği ve anne, kız, hizmetçi, oğul ve babayı baştan çıkararak her aile üyesine alışılmadık bir mutluluk getirdiği Teorema filmidir. Hem Pasolini hem Luchino Visconti, özellikle Salo ya da Sodom’un 120 Günü filminde kapitalizm ve faşizm arasındaki ilişkiyi incelemeye çalıştı. Visconti’nin şatafatlı, zenginleri anlatan bir opera filmi ve çökmekte olan fabrikatör Alman ailesini anlatan Lanetliler filmi; Hitler için silahlar yapan Krupların ince örtülü bir portresidir. Visconti'nin kimin yaşlanan aile babasının yerini alıp aile servetini ele alacağını anlatan melodramı, Helmut Berger'in art arda kuzenine ve ardından annesine tecavüz eden oğlan canlandırmasıyla ünlendi.
Michelangelo Antonioni için kapitalizmin verdiği zarar duygularaydı. Roma Menkul Kıymetler Borsası’nda geçen muhteşem bir sahnede, borsa saygın bir merhum üyesi için bir dakikalık sessizliğe bürünmüşken, Alain Delon sahtekârlıklarla kendine bir servet elde etmişti. Bunun ona maliyetini daha sonra görüyoruz: Bir daha sevemiyor ya da bağlanamıyor. Antonioni’ye göre, kapitalizm ruhun ölümü demektir. Bu yabancılaşma benzetmesini ilk renkli filmi olan Kızıl Çöl’de psikolojik olarak zarar görmüş ve gerçeklikle boğuşan Monica Vitti; endüstriyel, dumanları güzelce renklendirilmiş bacalarıyla etrafındaki herkesi zehirleyen bir sanayi manzarasına bakarken daha iyi açıklıyor. Bir meleğin şeytani gözlerine bakmak gibi korkunç derecede güzel bir sahnedir.
Belki de en ders verici olanlar, Nazi döneminin propaganda filmleridir. VeitHarlan’ın yönettiği gibi filmlerin alt metni; Almanların sarışın, destansı, iyi niyetli, her zaman mutlu, vatansever ve neşe ile kahkaha dolu bir Aryan cennetinde yaşadıklarıydı.
Kapitalizmin eleştirisi olarak da yorumlanabilecek olan Kan Dökülecek filmi gibi ciddi manada dramatik filmlerle dolu bir sezon sonrasında, Hollywood’un şimdi bir bahar-yaz komedi sezonuyla bizleri mutlu etmeye hazır olduğunu düşünmek ilginçtir.
Kapitalist bir filmde, gerçeklik kârlı bir meta değildir.
Kaynak: WBEZCHICAGO
Bir devrim silahı olarak müzik
05-04-2021 00:08

Yazar: Normand Raymond
Çeviren: Aslı Gülenç
18 Ekim tarihinde Şili, bir toplumsal patlama olarak da adlandırılan, daha iyi yaşam koşulları talep eden ve General Pinochet’in faşist 1980 anayasasını bir halk meclisi aracılığıyla değiştirmeyi amaçlayan, durmak bilmeyen kitlesel gösteriler dalgası ile sarsılmaya başladı. Bu dalga, 70’li ve 80’li yılların zaman ve mekâna karşı gelen çeşitli sembolik şarkılarının yeniden popüler olmasına sebep oldu. Adeta zamana meydan okuyan bu şarkılar arasından barış yanlısı bir melodi, insanların dilinden düşmemeye başladı. Gösterilerden tutun, sokak etkinliklerine, radyoda ve internette, herkes tek şarkının çalınmasını talep ediyordu. Herkes Víctor Jara’nın El Derecho de Vivir en Paz (Barış içinde yaşama hakkı) isimli parçasını son ses açarak dinlemek istiyordu.
ABD’nin Vietnam’daki askeri müdahalesine karşı bir şarkı besteleme fikri, Victor’un tiyatro kariyerinin zirvesinde olduğu 1967 yılına dayanıyor. Şarkının somutlaşıp şekillenmesi, Víctor’un ABD’li oyun yazarı Megan Terry’nin Vietnam Savaşı’na karşı ilk rock operası olarak kabul edilen VietRock’ta tiyatro yönetmeni olarak rol aldığı 1969 yılında gerçekleşti. Bu süre boyunca Jara, müziğin tüm ülkeye ulaşmak için etkili bir yol olduğuna inandığı için ve Popüler Birlik* ile Salvador Allende’nin cumhurbaşkanlığı adaylığını desteklemek adına tiyatroyu bıraktı. Yine de bu şarkının RCA stüdyolarında kaydedilmesi, JotaJota/Dicap etiketi altında yayınlanması ve El Derechode Viviren Paz adlı albümde yer alması 1971 yılının ilk aylarını buldu. Aynı yıl nisan ayında yayınlanan şarkı, seyirciler ile ilk defa Şili’nin başkenti Santiago’daki Marconi Tiyatrosu’nda buluştu.
Şarkı, Jara’nın en yenilikçi ve sembolik parçalarından biri olarak görülüyor ve sanatçının alışıldık müzik çerçevesinin ötesine geçiyor. Telecrán dergisine verdiği röportajda bu deneyimi “Kendimi her türlü sesi denemekte tamamen özgür hissettim” diyerek açıklıyor. Víctor, kendisine tamamen yabancı olan enstrümanları kullanarak; heavy metal türüne yakın olan ve “musclerock” olarak isimlendirilen rock müziğini, yerel halk müziğinin hassas akustik sesiyle birleştirmeye cesaret etti. Bu tarzı açıkça, keşfettiği Şilili bir grup olan The Blops'un bas ve elektrogitarları, sentezleyicisi ve davulları aracılığıyla şekillendi. Jara, El Siglo gazetesine “İnsanların köküne inmenin bir yolunu ararken, bunu herhangi bir sesle başarabileceğimi fark ettim” diyerek belirtti. Sol görüşlü olarak görülen ve daha önce hiçbir politik görüşü savunmamış bir grup müzisyen tarafından yorumlanan El Derecho de Vivir en Paz her zaman iki dünya, iki karşıt evren arasında yer alıyor gibi görünüyor.
Illapu’dan Roberto Márquez ve şarkıcı-söz yazarı Manuel García da dâhil olmak üzere birçok sanatçı, Victor’un eşi Joan Jara ile iş birliği içinde olarak, şarkının yeni bir versiyonunu yakın zamanda YouTube’da yayınladı. VíctorJara Vakfı’nın kendisi tarafından da izin verilen güncellenmiş sözleri; haysiyet, sosyal haklar ve dayanışma için mevcut mücadeleyi daha iyi temsil ediyor.
Belki de Victor, şarkının bu yeni versiyonunu beğenirdi ancak biz hiçbir zaman bunu öğrenemeyeceğiz. Şarkının orijinal hali; daha farklı, daha açık ve daha katı bir ruha sahipken, şarkının yeni versiyonunun zaman ve mevcut sosyal talepler açısından daha açık bir temsilci olduğunu söyleyebiliriz. Pinochet diktatörlüğü, 1973 darbesi sırasında yaratıcısını ortadan kaldırmayı başardıysa da sadık Pinochet hayranı Başkan Piñera’nın mevcut diktatörlüğü bu barış yanlısı şarkıyı susturmayı başaramayacak. 70’li yıllarda birçok genç, kasetlerle El Derecho de Vivir en Paz şarkısını keşfetti ve çoğu zaman bu kasetleri aralarında değiş tokuş etmeye başladılar. Bu toplumsal isyan döneminde, şarkının bugünün protestocuları arasında hala çaldığını duymak şaşırtıcı değil. Bunun sebebi bu parçanın zaman fark etmeksizin barış ve insanlık için bir ilahi özelliği taşımasına bağlanabilir.
Bu şarkının Şili’deki yerli dillerindeki birçok versiyonunu, özellikle Beatriz Pichi Malen’in Mapuçece yorumu ve ayrıca Paskalya Adası’nın Polinezya topluluğu tarafından konuşulan Rapanui dili dikkate almaya değer. Bu, özellikle Wenufoye (Mapuçe) bayrağı ve Wiphala (Aymara) bayrağının Şili bayrağının yanında dikildiği bu benzeri görülmemiş anda önemlidir. Ayrıca, bu da bu yıl UNESCO tarafından ilan edilen Uluslararası Yerli Diller Yılı’nıkutlamanın bir başka orijinal yolu olarak belirtilebilir.
Radyo sunucusu, kültür elçisi ve Şili Halk Müziği’nin temsilcilerinden René Largo Farías, Victor Jara hakkında “Onun sesi ve gitarı savaşmaya devam ediyor, hala zafer arayışı içerisindeler. Anavatan eski neşesini geri kazandığında, bayrak olarak geri dönecekler” diyor ve ekliyor: “Nasıl cesur olunacağını bilen herhangi bir şarkı her zaman yeni bir şarkı olacaktır.”
Salvador Allende'nin de çok iyi ifade ettiği gibi, “Şarkı olmadan devrim olamaz.”
* Popüler Birlik (Unidad Popular) Şili'de 1970 Şili başkanlık seçiminde Salvador Allende'nin başarılı adaylığı arkasında durmuş olan politik partilerin koalisyonudur.
Kaynak: People’s Voice