Yeni bir parti kültürü inşa etmek

Yeni bir parti kültürü inşa etmek

Yeni fikir ve yönelimler, yeni ve somut maddi (örgütsel ve siyasal) pratiklerle desteklenmedikçe, sadece “niyet” seviyesinde kaldıkça havada kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Sinan Dervişoğlu

Buraya kadar ortaya koyduğumuz görüşler yeni bir yönetim yaklaşımını, yenilenmiş bir sosyalist projeyi ortaya koymaktadır. Bu noktada, görüşlerimizi derinleştirebilmek için kendi kendimizle polemik yapmayı göze alalım:

 Soru: Bu projeyi kim hayata geçirecek, bu projenin kurucu öznesi kim olacaktır?

 Cevap: Hiçbir siyasi süreç kendiliğindenliğe teslim edilemeyeceğine göre, bu projenin sahibi sosyalist siyasi özne, yani Parti olacaktır:

 Soru: Tamam da, Parti bunu niye yapsın? Tüm iktidarı eline geçiren, kendini “Marksizm-Leninizm biliminin”, yani nihai gerçeğin sahibi olarak gören bir parti niçin kendine “muhalefet” olabilecek yapılara izin versin? 1919’da Lenin’in Sol SR’lerle birlikte çalışma ihtimalini fiilen boşa çıkaran, 1936’da (muazzam bir otoritesi olmasına rağmen) Stalin’i dahi “kilitleyen” ve projesini bloke edip çöpe atan, 70 yıl boyunca iktidara kenetlenen bir Parti yapısı, bu tarzda bir esnekliğe niye yol versin?

Bu ikinci soru, “öncü parti” kavramına muhalif kesimlerden, özellikle liberter çevrelerden gelebilir; ancak haksız bir soru değildir. Bu soruya ilk aşamada verilecek yegâne cevap “geçmişin hatalarından alınan derslerin etkisi”dir. Yenilgi en iyi öğretmendir; gelecekte iktidarı hedefleyen sosyalist örgütler, geçmişteki adımların aynısını atmanın yaratacağı deformasyonları göz önüne alarak yeni ve çok yönlü bir siyasi yapıya ve kültüre yönelmek durumunda kalacaktır.

Ancak bu cevap da tek başına yeterli değildir. Zira yeni fikir ve yönelimler, yeni ve somut maddi (örgütsel ve siyasal) pratiklerle desteklenmedikçe, sadece “niyet” seviyesinde kaldıkça havada kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. “Yenilgi en iyi öğretmen” olabilir, ancak “iktidarın ve gücün de en çok bağımlılık yaratan olgu” olduğu unutulmamalıdır. Bu argüman genellikle anarşistler tarafından kullanılıyor olsa da, kendi komünist hareket tarihimizde hemen hemen her militan, kendi ülkesindeki “güç müptelası” kimi yöneticilerin acı tecrübelerine ve anılarına yeterince sahiptir. Özellikle son 100 yıl içinde işçi sınıfına büyük kazanımlar ve devrimci dinamizm katan KP geleneğimizde aynı dönemde ortaya çıkan kimi zaaflar alt alta konduğunda riskin büyüklüğü ortaya çıkmaktadır. Açıklamak gerekirse:

“Yüce, yanılmaz önderler” edebiyatıyla zehirlenen,

Siyasette pratik bir gereklilik olan merkeziyetçiliği ve merkezi disiplini “MK’nın her söylediğini doğru kabul edip tartışmaya kapatma” olarak (pratikte “otoriteye tapma” şeklinde) algılayan

Her yeni ve farklı görüşü “müstakbel sapma” olarak algılayıp kuşkuyla bakan

-Partiyi “yanılmaz özne”, kitleleri “icracı”, kitle örgütlerini de “iletişim kayışı” olarak gören bir parti yapısının bu görevleri yerine getirmesi imkansızdır. Bu olgu, yeni bir parti kültürünü düşünmeyi zorunlu kılmaktadır.

-Basit bir akıl yürütmeyle başlayarak böylesi bir kültürün ip uçlarını kavramaya çalışalım:

-Siyasal planda sosyalizm, emekçi meclislerinin, konseylerin iktidarıdır. Devletin fonksiyonlarını halka devrederek devletin erimesinin yolunu açacak ve süreci sınıfsız topluma yöneltecek TEK geçerli siyasi biçim budur.

-Sağlıklı (yani komünizme yürüyen) bir sosyalizmi kurmak, Partinin tarihsel misyonudur

O halde Parti, konseyler demokrasisinin değerlerini içselleştirmek, bu değerleri kendi siyasal kültürüne ve belirli pratiklerine yansıtmak zorundadır!  En başta ortaya koyduğumuz Parti ve konsey arasındaki yapısal farklılıkları uyumlu kılmanın, bu iki yapı arasında “ten uyumsuzluğu” oluşmasının önüne geçmenin, Partinin konseyleri pasifleştirmesini, konseylerin de siyasi bir pusuladan yoksun kalarak, politik bir kaos içinde yozlaşmasını engellemenin tek yolu budur. Bu olmadan, yeni bir işçi sınıfı partisi kültürü yaratmadan, konseylerde sağlanacak “çok sesliliğin” de tek başına çözüm olamayacağını anlamamız gerekir.

Önemli olduğunu düşündüğümüz ve üzerinde derinleşeceğimiz bu son önerme ile ne kastettiğimizi aşağıda açıklayacağız. Önce “ne kastetmediğimizi” net ortaya koyalım: Burada amaç, “önce komünist toplumu kendi aramızda kuralım”, “önce komünist yeni insanı şimdiden kendi içimizde yaratalım” gibi apolitik saçmalıklar değildir. 12 Eylül 1980 darbesinin ertesinde ve onun yılgınlığı içinde, özellikle bazı aydın ve öğrenci çevrelerinde filiz veren bu tür fanteziler, sonuçta hippi’vari birkaç yozlaşmış “komün” kurulmasından başka sonuç vermemiştir. Burada, ancak bambaşka sosyo-ekonomik koşullarda gerçekleşebilecek hedeflerin hayalinin peşinde koşmayı değil, çok somut ve gerçekçi, en önemlisi de politik pratiklerden bahsetmek istiyoruz. Dahası, ve en önemlisi, salt kafamızda geliştirdiğimiz kurgulardan ya da “fiktif işleyişlerden” değil, son 100 yıl içinde uluslararası komünist ve devrimci hareket içinde ortaya çıkmış somut uygulamalardan, “iyi pratiklerden” yola çıkacağız.

Buna geçmeden önce, yukarda bahsettiğimiz “konseyler demokrasisisin değerleri”ni tanımlamaya çalışalım: Bunlar kısaca tüm emekçileri aktif siyasi özneler haline getirmek, kararları (mevcut koşullarda olabilecek) en geniş katılımla almak, kararların yürütülmesinde şeffaflık ve hesap verilebilirlik, emekçi bireyleri “oy vermeden oy vermeye” değil, tüm süreç boyunca aktif tutmak, seçilen unsurun liyakatsizliği durumunda bir sonraki seçimi beklemeden geri çağırmak, tabanın iradesinin soluğunu en üst örgütsel kademelere kadar ulaştırmak ve hissettirmektir.

ULUSLARARASI KOMÜNİST VE DEVRİMCİ HAREKETTE KATILIMCI “İYİ PRATİKLER”

Önce “iyi pratikler” (best practices) kavramını açalım. Bu kavram esas olarak mühendislik ve teknoloji dünyasına aittir ve açık, net bir standardın henüz olmadığı teknik alanlarda kimi yerlerde tamamıyla sağ duyuyla atılan olumlu adımları ifade eder. Bu adımlar görülüp yaygınlaştıkça ve geliştikçe teorik planda da ele alınır ve o teknoloji için tanımlanan net bir metodolojiye, bir standarda dönüşürler. Örneğin bilgi teknolojilerinde 1980’lerde çok ciddi sorunlarla karşılaşılan bilgisayar alt yapısının yönetiminde atılan doğru adımlar önceleri “iyi pratik” olarak algılanmış, daha sonraları fiilen yaygınlaşan tüm bu “iyi pratikler” dünya çapında netleşmiş bir standart olan ITIL (Bilgi Teknolojileri Altyapı Kitaplığı)na dönüşmüştür. Bugün bu standart tüm Bilgi Teknolojisi merkezlerinde alt yapı yönetiminin vazgeçilmez ve yön verici geçerli temel ilkeleridir.

Bizim dünya komünist hareketimizde başka kriterler (çelik disiplin, fedakârlık, cesaret, kahramanlık, çalışkanlık, adanmışlık) açısından ciltleri dolduracak kadar zengin ve etkileyici “iyi pratik” vardır, bunlar geçmişte olduğu gibi bugün de bizlerin, işçi sınıfının ve devrimcilerin yolunu aydınlatmaktadır ve aydınlatmaya da devam edecektir. “Kötü pratikler” ise konuşulmakta ve eleştirilmektedir; daha da eleştirilecektir. Biz burada özellikle 21 yüzyılda emekçileri tarihin bilinçli özneleri haline getirecek bir parti işleyişinin ip uçları olabilecek iyi pratiklerin varlığına işaret etmek istiyoruz. Bu pratikler, elbette “bire bir taklit edilecek” uygulamalar değil, sadece bize ilham vermesi gereken adımlardır ve burada sadece kendi bilebildiklerimizi aktaracağız. (bu yönde benzer çok sayıda başka pratikler de olabilir). Bunları tarihsel olarak eskiden yeniye, hiyerarşik olarak da yukardan aşağıya ortaya koymaya çalışalım

1920’lerde Bolşevik Partisi: MK üyelerinin Politbüro toplantılarına katılması: 1920‘lerden 30’lara kadar Parti MK üyeleri, kendi seçtikleri bir “yürütme organı” olan Politbüro toplantılarına gözlemci olarak katılma, tartışmaları ve bu tartışmaları yapan liderleri yakından izleme hakkına sahipti. Kruşçev anılarında MK’ya seçilmiş genç bir işçi olarak izlediği bu toplantılarda (yıllar sonra yerin dibine batıracağı) Stalin’in “demokrat tavrına, başkalarına gösterdiği sabır ve sempatiye hayran kaldığını” belirtir. (N.Kruşçev, “Kruşçev’in Anıları”, Milliyet Yayınları 1971, cilt 1, s.77) Yönetim işleyişinde şeffaflık sağlayan bu ilke, muhtemelen 1930’larda, parti içinde bıçakların çekildiği yıllarda terk edilmiştir. Sonuçta MK içinden ve onu oylarıyla seçilen Politbüro “kapalı kapılar ardında toplanmaya” başlamış, o (ve ona bağlı Sekretarya) giderek MK’nın üstünde ve (“önderlik” adına) onu yöneten bir üst kurula dönüşmüş, prensip olarak Partinin kalbi olması gereken MK, 1950’lerden sonra Politbüro karşısında tüm etkinliğini yitirmiştir.

1960’larda kurulan Tupamarolar: Örgüt üyelerinin MK toplantılarına katılması!. Burada bir kademe aşağı inerek kafalarımızda kökleşmiş bir ezberi bozacağız. O da şudur: “Baskı, illegalite, ve silahlı mücadele koşullarında örgüt içi demokrasi askıya alınabilir. Örgüt içi seçim de, kararların tartışılması ve hesap verilmesi de ertelenebilir. Bu koşullarda doğan örgütlerin daha sonra yasal hale gelseler bile aynı alışkanlıkları sürdürmeleri doğaldır”. Bunun doğru olmadığı bir örneğe dikkat çekmek istiyoruz. 1960’larda Uruguay’da kurulan MLN (Ulusal Kurtuluş Hareketi- Tupamaro’lar) hareketi ağır illegalite ve silahlı mücadele koşularından geçtikten sonra 1980’lerde MPP adlı bir kitlesel hareket oluşturmuş, ancak bu hareket içinde örgüt içi demokrasiyi sonuna kadar işletmiştir. Örgütün kurucularından ve MK üyesi Fernando Huidobro 80’lerin sonunda yaptığı bir söyleşide şunları söylemiştir:

Biz 16 yaşından beri seçim hakkından yanayız. Her taban grubunun yönetime doğrudan başvurabilen bir temsilcisi var. Ulusal önderlik gizli ve doğrudan seçiliyor. Her üyenin önderliğin toplantılarına katılma hakkı var. Böyle bir şeyi başka kimse yapmıyor! KP’nin üyelerine MK toplantılarına katılma hakkı verebileceğini düşünebiliyor musun? Devrim askeri alanda farklı bir görünüm kazansa da kitlelerin katılımıyla yapılır. Kitleleri seferber edebilmek için onları olaylara katmak gerekir. (Gaby Weber, “Gerilla Bilanço Çıkarıyor”, Belge Yayınları, 1991, s.139)

Buradaki pratik, bire bir kopyalanamasa da büyük bir kendine güveni ve dinamizmi göstermektedir. Bu yaklaşımlarıyla Tupamaro’lar Uruguay’da hem faşizm koşullarında, hem de serbest ortama geçtikten sonra, devrim ve sosyalizm için kitleler nezdinde KP’ye nazaran çok daha büyük bir etkinlik ve saygınlık kazanmışlardır; bunun da sırrı kitleleri seferber etme ve politik sürece katma konusundaki ısrarları ve başarılarıdır. Sadece Uruguay halkının değil, tüm dünya kamuoyunun büyük sevgi ve sempatisini kazanan bizim “fakir Başkan”ın, sosyalist yoldaşımız Jose Mujico’nun bu gelenekten gelmiş olması da bir tesadüf değildir

Vietnam: Parti hücreleri, toplantılarını halkın içinde ve halkla birlikte yapsın!

Burada bir kademe daha aşağıya, parti komiteleri ve hücrelerine geliyoruz. Vietnam devriminin önderlerinden olan, Ho Şi Minh’in talebesi ve Parti genel sekreteri Le Duan, “Vietnam Devrimi” adlı eserinde bir yandan sosyalizmi kurma çabasına girişen, öte yandan da Amerikan saldırısı karşısında direnen Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’nde partinin çalışmaları üzerinde durur ve şu direktifi verir:

Partinin yığınlarla bağlarını güçlendirebilmek için, hücrelerin ve temel örgütlerin halkla belli aralıklarla ve uygun biçimde toplantılar yapmalarının önemi büyüktür. Parti bu toplantılarda yığınlar önünde özeleştiri yapar, eleştiri ve önerileri dinler. Partinin geliştirilmesi ve pekiştirilmesi için hücrelerin yığınlar tarafından eleştirilmesi büyük bir zorunluluktur. Bu nedenle Parti komitelerinde, partinin bütün kademelerinde yığınlar Parti üzerine düşüncelerini açıkça ortaya koymaya teşvik edilmeli ve yöneltilmelidir. Partiye yeni üyelerin kabulü, hücreler ve temel örgütler düzeyindeki parti komitelerine yapılacak atamalar ve öteki sorunlar üzerinde sağlıklı karar vermenin yolu yığınlara başvurmaktır. (Le Duan, “Vietnam Devrimi”, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1978, s.157)

Bu işleyiş bir ilktir. Partinin kendi karar alma sürecine (hatta üye seçimi ve atamalara) kendi üyesi olmayan emekçileri de direkt olarak katması yepyeni bir adımdır. Bu adım sadece halka (ve kendine!) duyulan güveni yansıtmakla kalmamış, halkın direkt katılımı sağlanarak oluşan süreç Partiye ve onu çizgisine de muazzam bir güç katmıştır. Dünyanın en büyük savaş makinasına karşı kazanılan başarı (Güneyde konuşlanan ABD Kuzey (sosyalist) Vietnam’a başarılı bir çıkartma dahi yapamamıştır) sadece Ho’nun saygınlığı, ya da General Giap’ın dâhiyane askeri taktiklerinin değil, aynı zamanda 7 yaşında çocuklardan 70 yaşında ihtiyarlara kadar herkesi seferber edebilen Partinin bu katılımcı çizgisine çok şey borçludur.

Küba: Ezber bozan adımlar:

1991’de SSCB’nin yıkılmasıyla Küba çok sıkıntılı bir döneme girdi. Küba’nın da her an yıkılacağı o denli beklenen bir ihtimaldi ki, kimi Batılı “tarafsız” liderler Fidel’e “onurlu geri çekiliş” (başka bir ülkeye gitme) seçenekleri sunacak kadar ileri gittiler. Dahası, son dönem SSCB yöneticileri ihanetlerine son bir halka ekleyerek “ABD Küba’ya çıkarma yaparsa biz müdahale etmeyeceğiz” güvencesini verme alçaklığını da yaptılar. Küba halkı bu son derece zor süreçten alnının akıyla çıktı ve bugünlere geldi. Bu başarının temelinde yatan TEK faktör, yepyeni bir siyaset kültürü, ve bu kültürü somutlaştıran siyasi pratikler ve mekanizmalar oldu. Küba bu alanda, katılımcı demokrasi alanında başardıkları ile dünya komünist hareketimizin 100 yıllık tarihinde açıkça bir zirveyi temsil etmektedir ve şu anki haliyle bu zirve henüz aşılamamıştır. Bunları inceleyelim:

Ekonomik çözümün halkla birlikte kararlaştırılması: Sovyet yardımının kesildiği, Batı ablukasının sertleştiği, petrol kıtlığının başladığı, dış borcun tavan yaptığı 1991’de bu krizden çıkmanın yolunu Küba KP “bir MK kararıyla geliştirip halka tebliğ etme” yoluna gitmedi. Çözümü, toplam 3,5 milyon vatandaşın katıldığı yüzlerce yerel ve bölgesel toplantıda ele aldılar; bu toplantılar sonucunda 1,2 milyon öneri geldi, sonunda üzerinde anlaşılan çözümün yaratacağı zorlukları herkes birlikte gördü, kabullendi ve işe girişti. (“Küba Sosyalizminin Yolu ve Geleceği”, Mao Xianglin, Canut Yayınları, 2018, s.52) Bu, merkezde birkaç yüz kişinin aldığı ve halka “deklare ettiği”, örneğin Mao’nun (fiyaskoyla sonuçlanan) 1958’deki “İleriye Doğru Büyük Atılım”, ya da 1970’lerin sonunda Brejnev’in (çevre felaketiyle sonuçlanan) “bakir toprakların tarıma açılması” türünde ekonomik projelerden karar süreci olarak farklıydı; sonucu da farklı oldu ve Küba halkı omuz omuza bu krizi atlattı.

Seçimler: Partinin aday göstermesine son verilmesi: 1936’da Stalin’in önünü tıkayan “Partinin önerdiği adaylar-bağımsız adaylar” ikilemini Küba radikal biçimde çözdü: Milletvekili seçiminde Parti aday göstermemekte, adayları semtlerdeki Halk Konseyleri önermektedir. Öte yandan Küba, Vietnam’la birlikte sosyalist iktidarların tarihinde Ulusal Parlamento vekillerinin kademeli değil direkt halk oyuyla seçildiği yegâne 2 ülke oldular.

Partiye eleştiri kanallarını tanımlama ve açık tutma: KKP, üyelerinin ya da devlet görevlilerinin partinin saygınlığını kötüye kullanabileceği her olasılığa karşı “Kitle İçi Şikâyet Komiteleri” kurdu ve bu komitelerin muhatabı olarak, şikayetleri hasır altı edebilecek “ara kademeleri” değil, direkt ülkedeki en yüksek siyasi organ olan Parti Politbürosunu tanımladı! Şikâyetlerin direkt (aracısız) muhatabı Politbüro’dur ve şikayetlere cevap vermek zorundadır. (a.g.e. s.58)

Tüm kademelerdeki Partililerin sıradan vatandaş gibi muamele görmesi: Küba sosyalist hukuk çerçevesinde KKP üyelerinin (MK’dan tabana kadar) partinin saygınlığını “pratik avantajlara çevirmesini” engelleyen hükümler getirdi:

-Üst düzey kadroların alacağı “hediyeler”, kazanabilecekleri ek gelirler, hatta çocuklarının dahi “girebileceği işler” hakkında somut hukuki sınırlamalar getirildi.

-Ulusal güvenlik için kullanılan araçlar hariç, tüm üst düzey kadro taşıtlarının (Bakan arabaları dahil!) içinde boş yer varsa vatandaşları da taşımaya mecbur kılındı; bunu yapmaması durumunda vatandaşlara yasal planda şikâyet etme hakkı tanındı

-MK üyeleri dahil tüm Parti yöneticileri oturdukları semtte, o semtin Devrim Savunma Komitesi’ne, onun otoritesine tabi kılındılar. (a.g.e., s.57)

Bu uygulamaları 1992 öncesinde (en az bir 50 yıl öncesine kadar) SSCB veya Doğu Avrupa için hayal dahi etmenin mümkün olmadığını cesurca tespit etmek gerekir.

-Parti kongre belgelerinin kitle örgütlerinin görüşüne sunulması: Kitle örgütleri “partinin iletişim kayışları” değil, siyasi kararların alınma sürecine onunla birlikte katılan somut siyasi-toplumsal öznelerdir. Bu açıdan, Parti kongre rapor ve karar taslakları dahil birçok belge, somut karara veya yasaya dönüşmeden önce kitle örgütlerinin görüş ve onayına sunulmaktadır (a.g.e., s.270)

-Parti üye tanımında devrim: Klasik Marksist Parti öğretimizde üyelik koşulları bellidir: Programı kabul eden, aidat ödeyen ve bir parti örgütünde çalışmayı kabul eden birinin üye olması için belli sayıda (genelde 3) partilinin tavsiyesi ve onayı gerekir. Bu 100 yıllık işleyişte Küba KP devrimci bir yenileme yapmış, beşinci bir koşul getirmiştir: Kitleye danışma! (a.g.e., s.50) Parti, başvuran şahsın fabrika ya da mahallesindeki partisiz emekçilere şunu sormaktadır: Bu adam sizce komünist değerleri temsil edebilir mi? Bu şahsı bölgenizde bir partili olarak görmek ister misiniz? Bu manevi onura layık mı? Parti aygıtı prensip olarak gelen cevapları kabul ya da reddetme hakkını elinde tutmaktadır; ancak Partinin kararı ile kitlenin kararı arasındaki belli seviyede bir uyum da olmak zorundadır, ve bu uyumun seviyesi, Partinin konsey demokrasisinin ruhunu ne denli özümsediğinin, ve halkın iradesini ne denli yüksek bir seviyede temsil ettiğinin somut göstergesidir.

Tam bu noktada, daha önce geliştirdiğimiz yaklaşımla çelişir görünen, ancak onu tamamlayan bir tespit yapmak durumundayız. Çok sesliliği, eleştiri ve özeleştiriyi, partisiz emekçileri politik kararlara katmayı, parti kararlarının ve partililerin eleştirilmesini, en alt, mikro seviyeden başlayarak yatay ve dikey tüm boyutlarda  gerçekleştiren, bu uygulamaları kurumlaştıran bir KP, ülkedeki emekçilerde var olan tüm olumlu, emekten özgürlükten, barıştan, ilerlemeden yana mevcut olan tüm potansiyellerin (lafta değil) gerçekte de temsilcisi haline gelmiş demektir; dolayısıyla bu partinin doğru, sosyalist çizgide durmasını garanti etmek üzere ortaya çıkacak ikinci bir partinin (bugünkü koşullarda) var olma zemini ve sebebi pek fazla kalmamış demektir. Bu tespit, Fidel Castro’nun ABD’li bir gazeteciye söylediği şu sözlerin arkasındaki temel gerçektir: “Bizde bugün Küba KP dışında ikinci bir parti kurulursa, bu direkt ABD’nin partisi olmak zorundadır”. Küba partisi, gerçek emekçi demokrasisinin organları olan konseylerin ve halk komitelerinin işlev ve etkinliklerini sonuna kadar geliştirmiş, kendi yapı ve işleyişini de bu konsey demokrasisinin işleyişine uyumlu hale getirmiştir. İşin ilginç yönü, devrim sonrası Fidel ve KKP de, tıpkı 1920’deki Bolşevikler gibi devrimin konsolide etmek için demokrasiyi sınırlayan ve devletin kontrol ve baskısını güçlendiren adımlar atmış; ancak (bu sefer Bolşeviklerin aksine) şartlar uygun olduğunda demokrasiyi genişletme perspektifini ASLA yitirmemiştir. Açıkça görünen budur.

GÜNÜMÜZÜN KİTLESEL HAREKETLERİNDE PARTİ VE KONSEYLER

Sonuç olarak, yukarda zikrettiğimiz “iyi pratiklerin” ortak yönü nedir ve nasıl bir siyasal işleyişi ve kültürü gündeme getirmektedir?

-Partinin iç işleyişinde taban ve alt kademe katılımını güçlendirmek: Somut güvenlik gerekçeleri dışında, alt kademe örgütlerin, üst kademe organların işleyişini izlemesinin, takip etmesinin, direkt bilgi sahibi olmasının önü açılmalıdır. Parti tabanının, yani “bilinçli ve öncü emekçilerin” kendi partilerini yönetme ve yönlendirme olanaklarının sert bir hiyerarşiyle budandığı ya da cılızlaştırıldığı bir durumda, bir bütün olarak “emekçilerin devleti yönetme ve kontrol etme” olanağını hayal etmenin dahi anlamsız olacağı açıktır.

-Taban örgütleri, kendi karar mekanizmalarına, toplantılarına, kendilerini destekleyen partisiz emekçilerin görüş, öneri ve eleştirilerine mümkün olduğu ölçüde açık tutmalıdır.

-Partinin, özellikle iktidara geçen bir partinin hem üye, hem de kadro seçiminde partiyi destekleyen emekçi kitlenin görüş ve katkıları alınmalıdır.

Günümüzde tüm dünyada kapitalizmi sarsan ve sola, sosyalizme yönelen tüm

toplumsal hareketler, Latin Amerika’da, Avrupa’da ve Asya’da tek bir partinin yönetimi altında değil, içinde komünistlerin de bulunduğu değişik anti-kapitalist ve ilerici akımların ortak mücadelesi şeklinde gelişmektedir, ve bu hareketlerin ortak öznesi emekçileri tabanda bir araya getiren kitlesel örgütlenmelerdir (mesleki-sendikal örgütler  + halk meclisleri). Marksist çizgiyi bu akımların içinde belirleyici kılmanın, bu hareketlerin reformist hayaller ya da maceracı çıkışlara kapılmasını engellemenin yolu, bizzat Marksist işçi partisinin yukarda değindiğimiz mekanizmaları geliştirme becerisine bağlıdır. Zira şeffaflığı ve katılımı dikey ve yatay olarak (hem kendi içinde, hem de kitleyle ilişkisinde) gerçekleştirmeyi başaran bir parti:

-Emekçi halkla olan ilişkisinde, var olan iletişim kanallarının hem sayısını, hem de kapasitesini birkaç misli artıracak, emekçilerin gerçek özlemleri ve siyasi potansiyelleri hakkında çok daha gerçekçi ve doğru bilgilere sahip olacak, eski benzetmeyi tekrarlamak gerekirse “beyne daha çok kan gidecektir”

-Buna karşılık parti, kitlelerin katılımıyla oluşturduğu politikaları çok daha güçlü bir şekilde, daha fazla kanalı devreye sokarak, yani daha etkin bir şekilde hayata geçirerek ilerici hareket içinde diğer sol ve demokratik akımları daha sağlıklı ve sancısız biçimde yönlendirme şansına kavuşacaktır.

-Kapitalizmden kopuşun ve sosyalizme yönelişin siyasal planda başlaması (yani siyasal devrim) durumunda, böylesi bir işleyişi oturtabilmiş bir parti, diğer ilerici ve sol örgütleri ne “kapatmak”, ne de “Parti önderliğini kabul” ilkesi adına kendi iradesine kayıtsız şartsız boyun eğmek zorunda bırakmadan, yasal bir zora başvurmaksızın fiilen önderlik edebilir. Devrimin kazanımlarını koruyan sosyalist bir hukuk çerçevesinde bir çokseslilik tanımlamanın, değişik akımlarla birlikte bir emekçi demokrasisi kurmanın, konseyleri partinin gölgesi olmaktan çıkarıp tüm halkın (bütün ilerici eğilimleri ile birlikte) iradesinin gerçek organları haline getirmenin ve işlevli kılmanın tek yolu budur. Bu işleyişte Partinin ”önderliği” (yani siyasi yönlendirme gücü) yer yer tıkansa ya da kesintiye uğrasa dahi, genel yapıyı asla feshetmeden, partinin kendi hatalarından ders çıkararak işleri yeniden toparlamasını mümkün kılacak yegane mekanizma da gene budur.

Burada vurgulamamız gereken son nokta, bu önerilen yaklaşımın “partiyi konseye indirgemek” olmadığını, en katılımcı işleyişin dahi parti olgusunu gerekli kılan “bilimsel sosyalist teoriyi kullanarak doğru politikalar üretme” ihtiyacının yerini tutmayacağını hatırlatmaktır. Katılımcı işleyiş “doğru sosyalist politikalar üretmeyi” ve “politik ustalığı ve yaratıcılığı” tek başına garanti etmez; ancak hem bu politikaları kitlelerin somut gerçeğiyle en uyumlu biçimde ve en zenginleştirilmiş içerikle üretmeyi, hem de en etkili şekilde hayata geçirmeyi mümkün kılar.

ÜLKEMİZDE BİZLERE DÜŞEN

Sosyalist yapıların zayıf ve gelişme aşamasında olduğu ülkemizde, bu işleyişleri bire bir kopyalamak şu aşamada anlamsız ya da fantezi gibi gözükebilir. Sosyalist hareketin yatay (ülke çapında) etkinliği ve saygınlığı zayıf olduğu için, dikey (bir bölge ya da iş kolu seviyesinde) etkinlik kurduğu örnekler de çok azdır veya yoktur. Ancak geçmişte gerçekleşmiş olan bu kitleselleşme (kaçınılmaz olarak) yeniden gerçekleştiğinde, sosyalist bir örgüt hem kendi içinde, hem de kitlelerle olan ilişkisinde bu tarzda mekanizmaları kurmayı düşünmek, bunları asla devrime “ertelememek”, ve bugünden bu katılımcı çizgiyi ete kemiğe büründürmek göreviyle karşı karşıyadır. Kendi alanında ciddi bir güce ve kitleselliğe ulaşmış olan Kürt Özgürlük Hareketinin, HDK ve “Demokratik Toplum Kongresi” gibi işleyişlerle de hedeflediği muhtemelen bu tarzda bir katılımcılıktır. Türkiye sosyalistleri, bu sefer ulusal değil sınıfsal temelde bir katılımcı demokrasinin nüvelerini kurmak, emekçi halk içindeki örgütlenmelerini ve kendi iktidar yürüyüşlerini, dünyadaki deneylerden de ders çıkararak bu tarzda bir işleyiş üzerine oturtmak göreviyle karşı karşıyadır.

 

DAHA FAZLA