Yazma Cesareti: Acının Yaratıcılığa Dönüşümü

Yazma Cesareti: Acının Yaratıcılığa Dönüşümü

Jung ve Kaya, sadece üretilen sanat eserlerinin alımlanmasında değil sanatın, yaratıcılığın ortaya çıkmasında bu yatay hayata rağmen gerçekleşen dikey yaşam ve enerjinin temel belirleyen, kaynak olduğunu savunmaktadır. Ancak gelişkin dikey becerilerin çoğu belki de tamamı toplumsal, yatay düzlemdeki durumlar, şartlar sonucunda oluşan rastgele ya da organize karşılaşmalarla başlayan bir sürecin ürünüdür. Kendiliğinden, bireyde başlayıp bireyde olgunlaşan bir dikey beceri açıklaması makul görünmemektedir.

Çağan Sabancı

Mail: [email protected]

Çatı Katı, Buğu, Kırgınlık gibi kurmaca türüne ait eserleriyle tanıdığımız Nihan Kaya’nın kuramsal çalışması tekrar okurların karşısına çıktı. Aslında 2013 yılında yayımlanan yaratma, varoluş ve estetik odaklı “Yazma Cesareti – Acının Yaratıcılığa Dönüşümü” adlı çalışması bu yıl İthaki Yayınları tarafından tekrar basıldı. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı lisans mezunu olan Kaya, lisansüstü eğitimine University of Essex ve King’s College London’da devam etti. Yazma Cesareti de bu önemli akademik mesaide doktora tezi olarak ortaya çıktı.

Biz de bu yeni baskı vesilesiyle çalışmanın özetini vermeyi deneyip sonunda da bir değerlendirme yapacağız. Ancak bu hiç kolay olmayacak çünkü çalışmanın içerdiği konuların çeşitliliği ve niteliği, çalışma hakkında yazılacak bir yazıyı eksik kılacak denli fazladır. 

ÇALIŞMANIN YASLANDIĞI 'JUNGYEN' KAVRAMLAR

Kaya, Carl Gustav Jung’a (1875-1961) da dayandırarak bireyin yaşamını doksan derecelik açı farklarıyla devam eden iki ana düzleme bölerek ele alır: dikey yaşam ve yatay yaşam. Bu ayrıma göre yatay hayatımız zaman ve mekânın sınırlılığında sürdürdüğümüz “materyal” bir hayattır; eylemleri ise bakmak ve yürümektir. Pratiktir, pratiğe yönelik şeylerdir.

Dikey hayat ise bu yatay hayatın altında yaşayan hayattır; eylemleri görmek, düşünmek, hayal etmektir. Bu hayata sanat, edebiyat, din ve felsefe gibi vasıtalarla temas ederiz. Pratiğin, yatayın aksi istikametindedir.

“Sanat, edebiyat, din, felsefe gibi vasıtalarla irtibata geçtiğimiz dikey hayat, pratik olmaktan uzaktır ve yatay hayatın pratik hedefleriyle çatışır. Zira bir insanın aynı anda hem dikey hem yatay yönde hareket etmesi mümkün değildir.”[1]

Kaya’ya göre yatay hayatın altından dikeyine uzanan, soyutlukları yaratmamızı sağlayan bereketli hayat doksan derecelik açı farkına, karşıtlığa rağmen birbirini besler.

“Yatay ve dikey eylemlerimiz birbirilerini besler, birbirilerinin içinde yer alırlar. Hemen her nesne ve durumun hem yatay hem de dikey gerçekliği bulunur. İlgili nesne ya da durumun dikey boyutunun hakkını ne kadar verebilirsek yatay olarak onu o kadar canlandırmış ve güçlü hale getirmiş oluruz. Bir durum veya obje sadece yatay gerçeklik içinde ele alındığı sürece ölü sayılır; kapasitesinden minimum seviyede faydalanmış sayılırız.[2]

Dikey hayata onunla kesişen zaman, mekân ve durumlarda ulaşabiliriz. Böyle durumlarda yatay hayatla yani materyal hayatla bağlantımız azalır, fiziki olarak yavaşlamaya başlarız. Kitaptaki örneği tekrar etmek gerekirse müzede-sergide bir resmi uzun süre incelemek yatay hayatın yavaşladığı dikey hayatın başladığı bir durumdur. Jung ve Kaya, sadece sanatın alımlanmasında değil sanatın, yaratıcılığın ortaya çıkmasında bu yatay hayata rağmen gerçekleşen dikey yaşam ve enerjinin temel belirleyen, kaynak olduğunu savunmaktadır. Çalışmanın başında gördüğümüz birbirini besleyen, iç içe geçmiş olan yatay-dikey dünyalar-eylemler mekanizmasında ağırlık dikeye doğru kaymaktadır.

“Kültür, ruhsal enerjinin dönüştürülmesinden doğmaktadır ve sanat eserleri bu dönüşüm olmadan üretilemezler.”[3]

Sanatın, yaratıcılık ve sembol becerisinin doğduğu yerin içsel dikey benliğimiz olduğu çalışmanın başında çeşitli şekillerde vurgulanmaktadır.

“Daha yakından bakılmayı hak eden de, Jung’un estetik kriterleri değil dışarıdan bir güç olarak gelerek varlığımızı bir dünya (a world)[sanatçı tarafından yaratılan] ile dünya (the world)[mevcut dünya] arasında bağ kurmaya zorlayan sanatsal yaratıcı enerjiye dair açıklamaları(...) Jung’a göre insan ruhu ile dünya sadece ilişki halinde değildir; belli bir noktadan sonra bir anlamda bu ikisi aynı şeydir. Dikey ve yatay kavramlarıyla düşünürsek Jung dikeye indikçe ruhun bireysel özgünlüğünü kaybettiğini anlatır. Dikeyliğin hiçbir zaman idrak edemediğimiz en derininde insan ruhu dünya ile birleşmektedir.”[4]

Jung dikeye, iç benliğimize indikçe ruhun bireysel özgünlüğünü kaybettiğini, hiçbir zaman idrak edemediğimiz en derininde insan ruhu ile dünyanın birleştiğini söyler.

Oysa kitabın başında sanat, yaratıcılık - var olmak, yataydan ayrılma, yataydan uzaklaşıp dikeye yoğunlaşma edimiyle tanımlanmıştı:

“İnsan yatay akıştan koparabildiği enerjiyle kendisini birey olarak yaratıyor ve yaratıcılık ile var olmak yatay akıştan ayrılmak anlamına geldiği için birbiriyle iç içe geçiyor.”[5]

Çalışmanın esasını oluşturan kavramların kullanımında karşılaşılan bu tutarsız görünüm, bizce kavramların temellerinin oldukça muğlak, geliştirilmeye yöntemsel olarak kapalı olmasından kaynaklanmaktadır.

Bu durumun değerlendirmesine geçmeden önce çalışmanın önemli bölümlerine ilişkin özet sunmaya devam edelim.

YARATICILIK HAKKINDA

“Yeniyi aramadığımız anlarda aslında ölüyüz.”

Nihan Kaya özel olarak yaratıcılıkla ilgili bölüm açmış olsa da aslında kitabın tüm bölümlerinde dolaylı olarak yaratıcılık tartışılmaktadır. Jung yaratıcılık üstünde sanat bağlamında da durmuştur. Buradaki vurgularına göre her sanatçı “yaratıcı yıkıcıdır.”

Picasso’dan alıntıyla, gerçek sanat eseri, kendisine ait yeni biçimi alternatif olarak sunarken hâlihazırdaki baskın biçimlere karşı gelmiş olur.

Henry Miller da kendisiyle ilgili bir anekdotla bu meseleyi çarpıcı biçimde dillendirir:

“Yaratıcı sanatçı aradığı kitabı kütüphanede hiçbir zaman bulamayandır.”[6]

Kaya’ya göre de insan sanatçı olarak doğar fakat sanatçı olmayı başarmak çok zordur. “Olma” bir kerelik değil süreklidir. Tahsin Yücel’in sanatçının toplumsal vasat-kabuller karşısındaki bu yapısal karşıtlığı hakkındaki başarılı vurgusu da çalışmada anılır:

“Dün olduğu gibi bugün de, soytarıların tüm saraylarda küçümsenmeyecek bir yeri bulunmasına karşılık, güç ve düzen gerçek yazarı her zaman düşman bilmiştir.”[7]

Yine benzer bir anıştırma, Anthony Storr’un bireysel bağımsızlığın ve uyumsuzluğun bulunduğu yerlerde yaratıcılığın doğduğuna yönelik tespitiyle yapılır:

“[yaratıcılık] bireylerin toplumunkilerden ziyade kendi iç standartlarından çok daha fazla etkilendikleri gerçeğinde kendisini gösterir.”[8]

Kaya’ya göre de değişim benliğin derinliklerinde korkutucu ve zor bir şey gibi hissedilirken alışkanlıklar ve statüko, güven duygusu verir.[9]

Bu kadar çok alıntıya yer verilmesinin nedeni, Kaya’nın yaratıcılık hakkındaki tüm bu alıntıları ve tartışmaları, ‘dünyaya, yatay düzleme rağmen’ olarak nitelendirerek Jungyen kavramlarla sürdürmesine ve böylece bir anomaliye yol açmış olmasına dikkat çekmektir.

Yani Jung’ta bu iki dünyanın ilişki halinde olduğu söylenip dışarıdan bir güç olarak gelerek varlığımızı bir dünya (a world) ile dünya (the world) arasında bağ kurmaya zorlayan sanatsal yaratıcı enerji üstünde durulsa da sanat, yaratıcılık hatta var olmak gibi kavramlar iki dünya arasındaki ilişkiye, bütüne değil ayrılığa dayanarak açıklanmaktadır. Dolayısıyla insanın yatay ve dikey hayatının Jung’ta bütün, iç içe ele alındığı vurgularına rağmen çalışmanın geneline, uygulamasına bakıldığında ‘esas gerçeklik’, yaratıcılık iç dünyada, benliğin derinliklerinde, bilinç dışındadır.[10]

Jung’un ve Kaya’nın sanat ve yaratıcılık düzlemindeki her tartışmada çubuğu içgüdüye, ruhsal enerjiye[11], bilinç dışılığa[12] ve bunların toplamında benliğin derinliklerine büktüğünü görürüz.

Yine örnek vermek gerekirse:

“Yatay düzlemden doğarak dikey âlemi zorlayan dış baskılar, yırtılmalara, kırılmalara, tahribata neden olur: yatay düzlemden doğan her tür değişim sadece görünüşte, köksüz, kısa vadeli olacak, yarardan çok zarara sebep verecektir.”[13]

Öyle ki çalışmaya göre sanat eseri, dikeyliği ölçüsünde sanat değeri taşımaktadır ve dikeylik, yataylığa rağmen, ona karşıt olarak ortaya çıkan bir düzlemdir.

SANAT ESERİNİN HAKKINDA  

Kaya, sanatı bir ifade formundan ziyade yatay hayatın ötesine geçmek olarak tanımlar. Kaya’ya göre sanat, başka herhangi bir yapıyı değil yalnızca kendisini ifade eder. Kaya’ya göre sanat eseri dikey hayata yakınlığı oranında sanat değeri taşımaktadır. Kitaptaki gibi uzaklık üzerinden ifade etmek gerekirse sanat eserinin malzemesi ile eser arasındaki mesafenin büyüklüğü sanatsal değeri ile doğru orantılıdır.[14]

Çalışmada ayrıca sanat eserinin yeni bir biçimin yaratılması yoluyla yeni bir gerçeğin ortaya çıkarılmasını içerdiği vurgulanmaktadır.[15] Her anlatı belli bir görme biçimini içinde barındırır, bunun yaratılmasıdır. Son derece öznel bir dikey görme biçimi üzerinden objektif gerçekliğe dair bir dikey görme biçimi sunmaktadır. Kaya için sanat eserinin en karakteristik özelliklerden biri mutlaka “yeni” olmasıdır çünkü algılama her zaman için bir değişimdir. Yine çalışmada yeninin sanat için gerek şart olduğu ama yeterli olmadığı da vurgulanmaktadır.[16]

Kaya sanat hakkındaki tartışmaların başarısız bir ifadesi olan “sanat ne içindir?” tartışmasına da değinerek sanat ne toplum ne de sanat içindir, sanat eseri ancak kendisi için olabilir demektedir. Sanat eseri dikey olarak yaşananın, enerji formunda yatay hale gelmesidir ona göre. Yatay metin, dikey metni saklayan bir vasıtadır. Bu nedenle yatay düzlemden bakıldığında sanat eseri hiçbir işe yaramaz.[17] Sanat her zaman kendisini oluşturan unsurlardan fazlasıdır.

Çalışmanın devamında Proust’un sanat yaklaşımıyla Jung’un yaklaşımının benzer bir doğrultuya sahip olduğu vurgulanmaktadır. Ancak kitaptaki Proust pasajlarında yatay gerçeklik hakkında Jung ve Kaya kadar keskin ve tutarsız bir olumsuzlama görünmemektedir:

“(Proust) yatay gerçekliğin dikey gerçeklik için vasıta görevi gördüğü gibi edebiyat eserinin yatay gerçekliğinin de onun dikey gerçekliği için ancak bir vasıta olduğunu izah eder.”[18]

Proust’ta sanat eserinin ortaya çıkması için vasıta olan yatay düzlem, Jung ve Kaya’da sanat eserini saklama, gizleme için vasıta işlevi görmektedir. Üstelik Jung ve Kaya’da yatay gerçeklik bu araçsal öneme her zaman değil zaman zaman sahip olmakta; tutarlı, net bir değerlendirme görülmemektedir.

“Jung sanatın içimizde zaten var olan sonsuzluk, Tanrı, Benlik, bütünle ilişki kurmamızı sağladığını düşünüyordu. Hayat kişinin bilinçaltının farkına varmasının öyküsüdür ve bu farkına varma eyleminin aracı veya yeri ne maddede ne ruhta, sembol dışında hiçbir şeyle düzgün ifade edilemeyecek ince bir gerçekliğin ara kesitindedir.”[19]

Proust dikey için yataya doğru bir süreci öncelerken Jung ve Kaya içe, dikeye doğru bir süreci öncelemektedir. Bu kanaatimizi kuvvetlendiren bir yeri ise bizzat Kaya’nın çıkarımı oluşturmaktadır.

“Proust sanatın yatay gerçekliğin içinde dikey gerçekliği aramak olduğundan romanının yedi cildinde de sık sık söz eder.”[20]

Proust’un yatay düzlemi önemsizleştirir gibi görünen fakat aslında onu yönelinmesi gereken bir kaynak haline getiren yaklaşımına dair çalışmada yer verilen bir başka Proust alıntısı:

“Hayatın verileri sanatçı için önemli değildir; dehasını ortaya dökmek için birer imkândır sadece… ifade edilecek olan gerçeklik, konunun dış görünüşünde değil, dış görünüşün pek önemli olmadığı bir derinlikte yatıyordu; tabağa çarpan kaşık sesinin, kolalı peçetenin sertliğinin, manevi yenileşime onca hümanist, yurtsever, enternasyonalist ve metafizik konuşmadan daha çok katkıda bulunması da bunu simgeliyordu.”[21]

Dolayısıyla çalışmada anılan haliyle Proust, Jung ve Kaya’dan farklı istikamette görünmektedir.

SONUÇ

Kitapta yaratıcılık hakkında söylenenler yatay-dikey kavramsallaştırmasıyla uyumsuzdur çünkü yaratıcılığın açıklaması yatay karşıtı olsa da yatay eksenlidir. Sanat ve yaratıcılık hakkındaki tüm varsayımlar çoğunlukla yatay düzleme uzaklık-karşıtlık öncülüyle yapılmaktadır.

“Kültürel yaşayışımızın içi boş görüntülerden ibaret olması, bu deneyimlerin dikey değil yatay kaynaklı oluşuna dayanır. Çoğumuzun müzelere içsel arayışın bir neticesi olarak gitmeyiz; ziyaret ettiğimiz şehirde bir müze, bir sergi olduğu için, kitlesel yatay düzlem bizi o müzeye gitmeye bir şekilde teşvik etmiş olduğu için gideriz.”[22]

Gelişkin dikey becerilerin çoğu belki de tamamı toplumsal, yatay düzlemdeki durumlar, şartlar sonucunda oluşan rastgele ya da organize karşılaşmalarla başlayan bir sürecin ürünüdür. Kendiliğinden, bireyde başlayıp bireyde olgunlaşan bir dikey beceriyi tahayyül etmek oldukça zordur.

Çalışmanın yapısal eksikliği, dikey-yatay ayrımının bu kadar vülgarize ve birbirine karşıt biçimde kurulmasından ileri gelmektedir. Sanat ve yaratıcılık, yataya rağmen iç gerçekliğimizde gerçekleşen bir insan etkinliği olarak açıklanmaktadır.

Üstelik çalışmanın kendisi bu kaba yatay-dikey ayrımına dayanan yaklaşımı zayıflatacak vurgulara da sahiptir. Bunlardan birisi:

“Hatta aslına bakılırsa yaratıcılıkta bu ‘yeniden yapma’ ile yıkma birbirileriyle o derece iç içe geçmiştir ki bu konuyu inceleyen bazı teorisyenler yaratıcılıkta ‘yeniden yapmanın’ ‘yıkmak’tan kronolojik olarak önce gelip gelmediğini sorgulamıştır.”[23]

Yatayın bilgisinin sanatsal değer için mutlak olduğu ve sanatın içimizde başlayıp biten içgüdüsel, bilinç dışılığa dayanan bir süreç olmadığı çalışmada özellikle Proust vesilesiyle vurgulanmaktadır.

Aslında benzer bir vurguyu dilsel yaratıcılık bağlamında Kaya’nın kendisi de yapmaktadır.

“Bir şairin dili sanatsal olarak eğip bükebilmesi için önce o dilin kurallarını çok iyi bilmesi, dilin kurallarını o kurallar uyarınca bozması gerekir. Dilin kurallarını çok derinden duymayan kimse o kuralı güzel şekilde bozamaz. Kuralı o kuralla birlikte bozmayan yerde sanat da yoktur.”[24]

Kaya’nın “Kuralı o kuralla birlikte bozmayan yerde sanat da yoktur.” ifadesine yol açan tutum, geometrik bir keskinlikle toplumsal ilişkiler ve üst yapı alanına yaklaşıyor olmasıdır. Yine çalışmanın benliği, bilinç dışılığı, içgüdüyü, ruhsal enerjiyi ön plana çıkaran yatayı yüzeysel, köksüz hatta zararlı olarak tanımlamasına karşıt olan ve yatay düzlemi sanatın açıklanması bağlamında kritik hale getiren vurgular bulunmaktadır.

Örneğin “edebiyatta gelenekçi olunmadan çağdaş olunamaz[25] ya da sanatçının şuurunda olması gereken şey geçmişin en belli başlı eserlerinde bazı değişikliklere uğrasa da esasta aynı kalan ve zamanımıza kadar akıp gelen ana çizgidir.[26] 

Çalışmanın ana vurgusuyla tezat oluşturan bir başka alıntı Hilmi Yavuz’un sanat tanımına yer verilmesidir: “…sanat ‘modernlikle’ gelenekselliğin birbirilerini örselemeden ve birbirilerine paralel-koşut olarak yürüyebildiği yerde gerçekleşmektedir.”[27] Bir diğeri tamamen benzersiz hiçbir şiir olmadığını bu yüzden şiirlerin başka şiirlerle arasındaki ilişkiye bakılarak değerlendirilmesi gerektiğine yönelik vurgudur.

Jung, onun türevi yaklaşımlarla, Jungyen kavramlarla nasıl uyumlulaştırılacağı büyük bir muamma olan bir başka alıntı ise Einstein’dan yapılmaktadır:

“Bir insanın gerçek değeri, kendisini kendisinden ne ölçüde ve nasıl bağımsızlaştırdığına bakarak anlaşılır.”[28]

Andre Gide’den yapılan alıntı da çalışmasının temel ağırlık noktalarına zıt ağırlık noktaları içeren bir vurgudur: “Ağaca biçim veren, ormandır.” Hatta bunun üstüne “her ağacın özel olması ağaca biçim verenin orman ya da dünyadaki başka ağaçlar olduğu gerçeğini değiştirmemektedir.” veya “ağacın özgünlüğü de diğer ağaçlara kıyasla ortaya çıkmaktadır.” denmektedir.

Hatta “hiçbir şair kendi başına topyekûn bir anlama sahip değildir”[29]gibi Jung ile taban tabana zıt bir tespite bile destekleyici olarak yer verilmektedir. Bu tespit, sanatsal değeri, anlamı, gerçekliği; içgüdüden, bireyin Tanrı’ya ulaştığı benliğinin derinliklerinden, bilinç dışılıktan yatay düzleme taşımakta, kitap boyunca kurulmaya çalışılan yapının ağırlık noktalarını zayıflatmaktadır.

Sanatta ve yaratıcılıkta elbette iç gerçeklik, yoğunlaşma, sanatçının benliğindeki süreç ve sentezler ayırt edicidir. Hatta sanatçının yoğunlaşması, toplumsal vasatın ötesini araması, mevcutla uyumsuz olması gibi durumlarını ifade etmek için –abartma pahasına da olsa– Jung’un yatay-dikey ayrımının kullanışlı olabileceği bile söylenebilir. Ancak katılamadığımız nokta, sanatçının bu hal ve durumları oluşturmasının kaynakları arasında dış gerçekliğin, yatay hayatın belirleyici ana etkenlerden biri olarak tanımlanmayıp tersine hangi bağlamda tartışıldığı belli olmayan, bağlamı sürekli değişen enerji, bilinç dışı ya da yatayın-dikeyin birbiriyle eşitlendiği benlik derinliği gibi kavramların göreve çağrılmasıdır.

Peki birbirine karşıt olan vurguların, alıntıların aynı anda kitapta bulunması bütünlüğün kendisidir zaten denilerek bir karşı eleştiri geliştirilebilir mi? Bu eleştiri buradaki değerlendirmeyi ıskalayan bir karşı eleştiri olacaktır çünkü çalışmada tespit edilen eksiklik bir yokluğa dayanmıyor. Yeterli olmasa da çalışmada bulunan vurgunun, doğrunun, kurulan yapıya/mekanizmaya/yönteme başarılı bir şekilde yerleştirilememiş olmasıdır. Bunlar bir senteze ulaşacak gelişkinlikte eritilip sarmal hale gelmemiş tersine birbirini çelen bloklar olarak çalışmada yer almıştır. Kaya’nın kurduğu yöntemde görünmeyen bütünlüklü yapı, sanat eserinin açıklanması bağlamında uygulamada da görülmemektedir.  Bizce bu durumun oluşmasının temel nedeni, Kaya’nın da çalışmasında vurguladığı gibi, Jung’un estetik kuramı açısından zayıf, yetersiz bir teoriye sahip olmasını teslim edip buradan sonrasında Jung’tan oldukça farklı temel okumalara ve yönelimlere sahip yaklaşımlarla devam etmesidir. Yukarıda kitap bağlamındaki tartışmalarda ortaya çıkan tutarsızlıklara, çelişkilere yazarın bu yöntemsel tutumu yol açmıştır.

Bu tutum, çalışmanın içerdiği kaynak zenginliğini, önemli teorisyenler vasıtasıyla yapılan vurguları bir bütünün parçalarına değil çeşitli temalar çerçevesinde oluşan öbeklenmelere, kümelenmelere dönüştürmüştür. Bu durum da çalışmanın okur huzurunda önüne koyduğu tartışmaların okur tarafından takip edilmesini ve geliştirilmesini güçleştirmektedir. Bunda her alıntının, vurgunun zemininin aslında birbirinden farklı olması da rol oynamaktadır. Karmaşık ve soyut bir konu hakkındaki bir akademik çalışmada bu tür bir bağlam ve sınırlılık hassasiyeti ihtiyacı tartışmalar hakkında düşünürken hissedilmektedir.  

Tüm bunlarla birlikte düşünüldüğünde Kaya’nın yaklaşımı kuramsal bir yaklaşımdan çok edebi bir yaklaşıma daha yakın görünmektedir.

Kuşkusuz Nihan Kaya incelediğimiz çalışmasıyla Türkçe estetik/sanat/yaratıcılık literatürüne ve insan etkinliğinin keşfine yönelik tartışmalarımıza önemli bir katkı yapmıştır. Ayrıca çalışmanın özgün bir yorumlama, bileşim oluşturma girişiminin sonucu olması da belirtmeden geçemeyeceğimiz kıymetli özelliklerinden birisidir.

Bu naçizane değerlendirme yazımız vesilesiyle kendisine ve bu çalışmayı tekrar okurlarla buluşturan İthaki Yayınları’na teşekkürle…

KÜNYE: Yazma Cesareti – Acının Yaratıcılığa Dönüşümü, Nihan Kaya, İthaki Yayınları, 305 Sayfa.

 

[1] s.16

[2] s.17

[3] s.29

[4] s. 99,100

[5] s.37

[6] s.164

[7] s.162

[8] s.165

[9] s.163

[10] s.101.

[11] s.20,21.

[12] S.157

[13] S.179

[14] s.124

[15] s.131

[16] s.153

[17] s.135

[18] s.155

[19] s.157

[20] s.156

[21] s.157

[22] s.193

[23] s.180

[24] s.181

[25] s.182

[26] s.182

[27] s.182

[28] s.195

[29] s.183

DAHA FAZLA