‘Yaratıcılık’ nasıl popüler bir kapitalist kelimeye dönüştü

‘Yaratıcılık’ nasıl popüler bir kapitalist kelimeye dönüştü

"Gustavus Stadler’in belirttiği gibi, yaratıcılık, sosyal süreçten ziyade 'indirgenemez özgünlüğün' meyvesi olarak görülen 19. yüzyıl 'yetenek' ve 'ilham kaynağı' fikirleriyle yakından uyumluydu. Girişimcinin hevesinin gösterdiği gibi, indirgenemez özgünlüğün bu hayali hâlâ bizlerle birliktedir. Bazen, güneşin altında gerçekten de yeni bir şey yoktur."

Yazar: John Patrick Leary

Çeviren: Selin Yegin

SHAKESPEARE VE WEWORK’ÜN1 ORTAK NOKTASI NEDİR?

“Yaratıcı” ve türevleri; hayal gücünü, estetik uygulamayı ve dini inancı özel kazanç arayışına bağlayabilen, modern kapitalizmin kelime hazinesinin çok yönlü bir parçasıdır. Yaratıcılığın soy ağacındaki en eski kelime, ilk anlamı tam olarak “Hristiyan” kelimesine karşılık gelen “yaratılış” kelimesidir. Bu, evrenin yaratılışını ifade eden bir terimdir. “Yaratıcı” kelimesinin en yeni şekillerinden biri, normalde özgün bir düşünür veya fikir için kullanılan ve sıfat olan yazılı şekildir. Yaratıcı artık bir sayım ismidir (eski ve ağır sanayilerin bulunduğu küçülen şehrine taşınabilecek olan yaratıcıları düşün) ve aynı zamanda da bir kitle ismidir (hesap hizmetleri, üretim için telefondayken yaratıcı olun demiştir). Pek çok insan, yaratıcılığın mutlu bir yaşam için çok önemli bir insan özelliği olduğu konusunda muhtemelen hemfikirdir, ancak bu isim nispeten yeni bir sözcüktür. Daha da yeni bir gelişme ise yaratıcılığın kapitalist piyasaların bir özelliği olduğu düşüncesidir. Ve Amerika Birleşik Devletleri'nde siyasi bir deyim olan “iş yaratıcıları,” anlamsız bir boşluktan işler yarattığı düşünülen kapitalistin hayırsever bir şekilde verdiği emrini aydınlatmak için yaratılışın kalan ilahi ışığının bir kısmını ödünç alır.

Eğer yaratılış kutsalsa, yaratıcılık kesinlikle insandır. “Yaratıcının” etimolojik tarihindeki en önemli çelişki, dini ve seküler anlamları arasında oluşan mücadeledir. 19. yüzyılın sonlarına gelmeden önce, insanların “yaratılış” diye adlandırılan bir şeye bir dereceye kadar katılabiliyor olması, kendi açılışlarını yapmak yerine sadece orijinal, büyük harfle başlayan Yaratılış’ın saflığını tahmin etmek içindi. Ecclesiastes2 “güneşin altında yeni bir şey yok” diyerek insanların yaratıcı kibre eğilimleri olduğunu hatırlatmıştır. Buna ek olarak St. Augustine, “yaratılan yaratamaz” (creatura no potest creare) diyerek böyle bir gücün yalnızca Tanrı’da bulunduğunu, yarattıklarında bulunmadığında ısrar etmiştir. “Yaratıcı” kelimesinin tarihinde aslında iki belirleyici ayrım vardır: İlahi ile insan yaratılışı arasında olan ilki, şimdi de önceden de yaratıcılığın bir insan özelliği haline geldiğinde, estetik ve üretken şekilleri arasında bir ayrılık olacağını öne sürdü. Bu ikinci anlaşmazlığı, “Yaratıcılık” kelimesinin, Shakespeare’in olağanüstü yeteneği üzerine yazılmış bir makaleden alınarak Oxford İngilizce sözlüğünde verilen en eski örneğini aşağı yukarı 1875 yılında olduğunu söyleyebiliriz.

Yaratıcılık; üretimden ziyade hayal gücünün, emekten çok sanatın bir eseriydi. Sanat ve zanaat arasındaki bu ayrımın sonuçlarından biri; yaratıcılığı sezgisel, olağanüstü, tarihsel olarak erkek bir dehanın alanı olarak değerlendirmek olmuştur. Bu sırada “üretken yaratıcılık” sanat değil, emektir ve bu yüzden de “yaratıcılık” unvanını nadiren edinir. Bu, beden işçisinin veya çiftçinin güya hayal gücünden yoksun emeği ve toplumsal yeniden üretimin genellikle kadınlarla ilişkilendirilen çalışmalarıdır. Buradaki çalışmada bariz sınıf ve cinsiyet ön yargıları vardır. Sert topraktan mahsul çıkartmaya çalışmak veya sınırlı malzemelerle aile yemeği hazırlamak genellikle yaratıcı bir eylem olarak görülmezken, hasat edilmiş mahsuller ile restoran yemeği pişirmek çoğu kez öyle görülür. Diğer farklılıklar oldukça keyfidir. Çocuk piyeslerinin, Shakespeare’in olduğu gibi mükemmel olduğu düşünülmemektedir. Yine de yaratıcı olarak nitelendirilebilirler çünkü sezgisel gibi gözükürler. (En azından, yetişkinlere göre öyle.)

Günümüzde ekonomik söylemde “yaratıcının” yaygın popülaritesi, kreatif ile üretken arasındaki bu eski boşluğun kısmen kapandığını göstermektedir. Yaratıcı sanatçının kendine has, alışılmadık, hatta muhalif duruşu artık gayrimenkul geliştiricileri tarafından kovalanan ve kişisel gelişim yazarları tarafından girişimci ruhuna benzer şekilde desteklenen bir ekonomik varlıktır. İngilizcede ekonomik bir değer olarak “yaratıcılığın” popülaritesinin izi, iki önemli kaynağa kadar sürülebilir. Bunlar, 20. yüzyıl ekonomisti ve “yaratıcı yıkımın” kuramcısı olan Joseph Schumpeter ve The Rise of the Creative Class kitabı 2000’lerin başındaki en meşhur ve en etkili kent politikası metinlerinden biri haline gelen Toronto Üniversitesindeki akademisyen Richard Florida’dır. Marx ve Engels, Komünist Manifesto adlı kitapta şunları yazmışlardır: “Burjuvazi, üretim araçlarında ve dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve onlarla toplumun tüm ilişkilerinde sürekli bir şekilde devrim yapmadan var olamaz.” 1942’de yazdığı Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi klasiğinde Schumpeter, yukarıda bahsedilene bir noktaya kadar katılmıştır. Schumpeter, Marx’ın kapitalizmi algılayışını yıkıcı ve aynı zamanda dönüştürücü tarihsel bir süreç olarak paylaşmıştır, ancak Marx’ın sömürüyle motive edilen sınıf mücadelesi tarihini, öngörü sahibi girişimciler tarafından yönlendirilen evrimsel bir süreç olarak farklı bir açıdan ele almıştır. Schumpeter, kapitalizmin yeni piyasalar açarak ve eski endüstriyel süreçleri yıkarak “ekonomik yapıyı kendi içinden sürekli olarak köklü bir şekilde değiştirdiğini, eski olanı durmadan yok ettiğini, sürekli yeni bir tane yarattığını” yazmıştır. Bu süreç, Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” dediği şeydir.

Buradaki “yaratıcı” yeni üretim tarzları, yeni piyasalar ve yeni ürünler üretme çalışmalarını ifade eder, ancak aynı zamanda bir şeyleri yeni bir biçimde yapmak için hüner, öngörü ve sezginin gerektiği bir sanat dokunuşuna sahiptir. Yine de bireysel işçilerin psikolojilerinin üretken tarafını tanımlamaya gelince, ABD’de 20. yüzyılın son yarısına kadar yaratıcılık hâlâ köşe ofislerinden çok sanatçıların stüdyosuna aitti. Sarah Brouillette; langırt masaları, parlak renkler ve görünürde çalışanların yaratıcılıklarını ve sadakatlerini geliştirmek için tasarlanan diğer avantajlar gibi günümüzün ilerici ofis kültürünün bilinen ekipmanlarının, 1943’te ortaya attığı “ihtiyaçlar hiyerarşisi” teorisiyle ünlü olan psikolog Abraham Maslow’a ne kadar borçlu olduğunu göstermiştir. Brouillette, Maslow için şunları yazmıştır: “O, tüm iş kültürünü, işçilerin girişimci kişisel tatminleri için çıkış noktası ve kaynağı olarak hayal etmeye başladı.” Florida’nın diğer çeşitler (ekonomik ve teknolojik) ile bütünleşmiş olarak gördüğü “sanatsal yaratıcılık” kavramı, “sanatın” “kendini ifade etmeye” eşit olduğu varsayımı üzerine kuruludur. Bu varsayım, “yaratıcılığın” kendisi gibi evrensel ve zamansız bir fikirle karıştırılan, tarihsel açıdan spesifik olan bir varsayımdır.

Bu gerçekten de ABD ve Latin Amerika modernizminin birçok akademisyeninin gösterdiği gibi, ABD’nin Soğuk Savaş dönemindeki jeopolitik çıkarlarına da uygun gelen, sanatçının eşsiz benliğini ifade etmeye yönelik, tek ve kendine özgü sanatsal çalışmanın özellikle yenilikçi anlayışıdır. Kendi yaratıcılık tarihinde Rob Pope, yaratıcılığın Soğuk Savaş döneminde kullanımına dair iki örnek daha ekler. ABD’li psikolog Carl Rogers, ABD gibi varlıklı bir ulusun merdiven tırmanan gelenekçi kişilere değil, “özgür bir biçimde yaratıcı ve özgün olan düşünürlere” ihtiyacı olduğunu savunmuştur. Gri Sovyet sistemi ikinciyi teşvik etseydi, ABD’nin çok renkli kapitalizmi yaratıcı özgür düşünürlere ihtiyaç duyardı. J.P. Guilford, 1959’da komünizmi yenecek olanın sadece daha yeni ve daha iyi silahlar değil, algılanan kültürel güç olduğunu savunmuştur.

Yaratıcı sanatçının kendine has, alışılmadık, hatta muhalif duruşu artık bir ekonomik varlıktır.

Florida, bu nispeten yeni fikrin, yaratıcılığın doğallığına ve zamansızlığına güçlü bir şekilde inanmaktadır. Kendisi bunu şöyle tanımlıyor: “Bizi diğer tüm türlerden ayıran şey.” Florida, yaratıcı kapitalistleri Schumpeter’in girişimci teorisinde olan sosyal bir türden, Amerikan çalışan nüfusunun üçte birini oluşturduğunu düşündüğü bir sosyal sınıfa yükseltir. Bu sınıfa mensup insanlar arasında bilim insanları, mühendisler, mimarlar, sanatçılar, müzisyenler, öğretmenler yani kısacası “ekonomik işlevi; yeni fikirler, yeni teknoloji ve yeni yaratıcı içerik yaratmak olan” herkes vardır. Yaratıcı sınıf; uyumsuzluk, liyakate değer vermek, toplumsal çeşitlilik arzusu, kentsel yaşamın kolaylaştırdığı şans eseri karşılaşma olan “serendipity3 arzusu gibi belli zevk ve tercihleri paylaşır.

Şehir hayatına uyum, aslında, yaratıcı sınıfın en değerli tercihlerinden biridir ve Florida’nın fikirleri, toplumsal refah veya altyapıya önemli bir kamu harcaması yapılmadan boşalan şehir merkezlerini yeniden doldurmak için bunlardan yararlanmaya söz vermiştir. Küresel kuzeydeki çeşitli sanayi sonrası şehirlerde yaşayan politikacılar, The Rise of The Creative Class’ın başarısından ortaya çıkan danışmanlığın hevesli müşterileri olmuşlardır. Florida’nın açıklamalarında Williams’ın yaratıcı ile üretken yaratıcılık arasında tanımladığı boşluğun izini çok az bulacağız. Florida’nın yazdığına göre yaratıcılık, “yeni teknolojilerin, yeni endüstrilerin, yeni zenginliğin ve diğer tüm iyi ekonomik şeylerin aktığı yazı tipidir.” Sanat, müzik ve eşcinsel dostluğu artık kendi başlarına bağımsız bir değer değil, aksine yüksek ücretli bilgi işçilerine hitap etmelerine bağlı değerlerdir.

Peki neden şimdi yaratıcılık? Florida’nın en sert eleştirmenlerinden biri olan Jamie Peck, 1970’lerden bu yana sanayiyi ortadan kaldıran şehirlerin mevcut ekonomik kalkınma seçenekleri konusunda kıtlıkla karşı karşıya kaldıklarını savunmuştur. Sadece gittikçe artan mobil şeklindeki işler için değil, aynı zamanda şehirlerin kendilerinin meta haline geldiği tüketici ekonomisindeki yerler için birbirleriyle yarışmaya başlamışlardır. Kapsamlı şehir planlamasından vazgeçen şehir yönetimleri, bunun yerine Peck’in bu tüketici pazarında bir potansiyele sahip “kentsel kısımlar” olarak adlandırdığı şeye odaklanmışlardır. Bunlar; tiyatroları, arenaları, tarihi mimarisi, işin bol olduğu şehir merkezlerine yakınlığı veya başka bir pazarlanabilir özelliği sebebiyle pazarlanabilir cazibesi olan dar bölgelerdir. (Çoğunlukla bu kentsel kısımlar, banliyö doğumlu yaratıcıların sözde kaçtığı üretken ve amaca yönelik gelişmeler haline gelir. Tıpkı Detroit’in şehir merkezinin kuzeyindeki Potemkin köyündeki sadece bir pazarlamacının sevebileceği, hatta anlayabileceği kentliliğe bir övgü olan, sıra dışı adı “The District Detroit” olan yeni yaratıcı sınıf gibi.) Yaratıcı şehir, mobil bir orta sınıfın bu tüketici ekonomisine işçi ve sakin olarak katılabileceği bir yer hâline gelir. Florida’nın düşüncesine göre, yaratıcılık rejiminde kişinin ekonomik ve yaratıcı faaliyeti arasında büyük bir benzerlik olduğu için, her saat ekonomik bir özne olarak burjuvazi kent yaşamının tanıdık litürjisinde “yaşar, çalışır ve oynarsınız.” Bir zamanlar muhalif veya radikal görünebilecek sanatsal faaliyetler bile (Florida, rap müziğinin büyük bir hayranı olduğunu iddia ediyor) sadece şehrin “yaratıcı indeksini” (kendisinin geliştirdiği bir metrik) destekler.

Brouillette, “oysa klasik liberal kanaat, ne olduğumuzla sahip olduğumuz şeyin karıştırılmaması gerektiğini varsayar,” sözlerini dile getirir. Neoliberaller, “ekonomik rasyonalite ve güvenilirliğin birliği, bohem olanla karşı tarafın burjuva olduğu bu mükemmel evlilikten” yanadırlar. Sanatçının ekonomik dışı değerleri ve piyasanın öncelikleri artık özerk ve çok daha az muhalif değil, uyumlu olarak ele alınmaktadır. Brouillette’nin vurguladığı gibi, yaratıcı sınıfın yükselişini, sanatsal hayal gücünün bir zamanlar saf olan alanının piyasa tarafından sömürgeleştirilmesi şeklinde okumak yanlış olacaktır. Sözde yaratıcı sınıf olanın yükselişi, yaratıcılığı bozan iş insanlarının iyiler ve kötüler hikayesi değildir. Bu, pek de masum olmayan sanatçılar ve yazarlar, başka bir deyişle, seyirciler için çok gurur verici olurdu. Aksine, iş dünyası, “sanatkârlığın” ne anlama geldiği hakkındaki keşfedilmemiş fikirlere değer vermiştir ve sınıfa bağlı, bireyci “sanatçı” fikrini piyasa hedeflerine dönüştürmüştür. Sanatkârlığın bu anlamları yıllar içinde karmaşık şekillerde gelişmiştir, ancak yaratıcılığın ekonomik kullanımında dolaşan anlam, 19. yüzyılın sonlarındaki “yaratıcılık” kelimesinin kökenine kadar uzanmaktadır. Daha sonrasında Gustavus Stadler’in belirttiği gibi, yaratıcılık, sosyal süreçten ziyade “indirgenemez özgünlüğün” meyvesi olarak görülen 19. yüzyıl “yetenek” ve “ilham kaynağı” fikirleriyle yakından uyumluydu. Girişimcinin hevesinin gösterdiği gibi, indirgenemez özgünlüğün bu hayali hâlâ bizlerle birliktedir. Bazen, güneşin altında gerçekten de yeni bir şey yoktur.

 

1- Şirketlere ortak çalışma alanları sağlayan bir girişim

2- Eski Ahit kitaplarından biri

3- Tesadüfen güzel şeyler keşfetme

 

Kaynak: Literary Hub

 

DAHA FAZLA