'Yaratıcı emeği' ölümüne savunmak: Hadi mimarlık konuşalım

'Yaratıcı emeği' ölümüne savunmak: Hadi mimarlık konuşalım

İşte bu yüzden işimizi sağlıkla ve hakkıyla -birinci olmadan ikinci hiç olmuyor- yapabilmek için en baş sözümüz; “Seni riske atacak, sağlığını tehlikeye sokacak, istismar içeren her türlü talebi, görevi, iş programını reddet” olmalı. Binlercemiz reddettiğinde ise biliyoruz ki şartları değiştirecek gücümüz olacak.

Ücretli ve İşsiz Mimarlar Forumu

Ücretli Çalışan ve İşsiz Mimarlar Forumu (ÜİMF) son altı aydır yaptığı toplantılar, forumlar ve yazdığı yazılarla ”ücretsiz stajyerlik ve kölece çalışma şartlarına” karşı bir kampanya yürütüyor.

Kampanya dolayısıyla, sosyal medyada yaptığımız her paylaşım farklı geri dönüşlere konu olurken; eğitimin kalitesinin çok düştüğünden, stajyerliğin bu eksikliği kapatabileceğinden dem vurup genç mimarlara ücret talep etmek bir yana şükran duymasını salık verenler de oluyor. Ücretsiz stajyerliğin işsizlikten bile daha beter – bir tür kölelik- olduğunu anlattığımızda işsizliğin bireysel  yetersizlik, bir tür beceriksizlik ,“prestijli” bir ofiste ücretsiz çalışıp “tecrübe” kazanmanın ise tersine meslek onuruna yakışır bir davranış olduğunu savunuyor kimileri de.

Meçhul Stajyerler Çağı ve Mimarlık

Tartışmaya aşina olmayanlar için şöyle bir parantez açalım: bahsini ettiğimiz “ücretsiz stajyerlik” tanımı, lisans eğitimini tamamlamış yeni mezunların stajyerlik adı altında ücretsiz çalıştırılmasıdır. Çünkü işsizlik sopası ile binlerce genç mimar ve mühendisin inşaat sektöründe akıl almaz derecede kötü şartlarda, bedavaya çalıştırıldığına tanık oluyoruz. Oysaki bizim savunduğumuz; öğrenci veya mezun olunması fark etmeden her emeğin bir karşılığı olması, öğrencilerin de yarattıkları değer için ücret almasıdır.

İçinde bulunduğumuz zeminde; öğrenci emeğinin karşılığının ödenmesini tartışmaya dahi açamamış, halen yeni mezunların ücretsiz çalıştırılmasının meşru olmadığını anlatmaya çalışıyorken, geçtiğimiz hafta Deniz Ulaştırma İşletme Mühendisliği öğrencisi Mustafa Koç’un ölüm haberi ile sarsıldık.

Tam da forumumuz içerisinde staj gündemi ağırlık kazanmış, öğrenci arkadaşlarımız “her koşulu sağladıkları” halde staj yeri bulmakta dahi zorlandıklarını ifade ederken… Günde 20 saate yakın, tehlikeli kimyasallara maruz kalacağı bilindiği halde tank temizlettirilen, zorla çalıştırılan, 45-50 derecelik odalarda barınmaya zorlanan genç mühendislik öğrencisi böyle öl(dürül)müştü. Üstelik Mustafa’nın okul arkadaşları ve meslektaşlarının ifadesi ile, bu koşullar ne ilk ne de sondu.

Forum iletişim ağında, öğrenci ve yeni mezun arkadaşlarımızın çoğunlukla deneyimlerini paylaştığı staj gündemli tartışma sürerken, tartışmaya meslekte 15. yılını tamamlamış bir meslektaşımızın dahil olması çerçeveyi genişletiyor. Öğrencilik dönemi staj deneyimini aktaran meslektaşımız, eğitim dahi almadan ve uygun ekipmanları olmadan sahaya çıkarıldığı ilk gün temel bağ kirişi üstüne düştüğünden ve yaralandığından bahsediyor. Her gün öğle yemeği molasında yemek yenilen yere ulaşabilmek için gemici merdiveni inip çıkmış, nitekim bir kez de oradan ciddi şekilde düşmüş. Devamlı düşmesinin onun sakarlığına verildiğini, gemici merdiveninin aç karna, kan şekeri düşmüşken kullanılmak zorunda olmasının bir kez dahi sorgulanmadığını anlatıyor. Sonra da 1 ay süren stajı boyunca gece beton dökümlerine kaldığını, toplamda 6 kilo verdiğini, birisi tehlikeli sayılmak üzere iki kere yüksekten düştüğünü aktarıyor. Ucuz kurtulmuş!

 

15 yılı aşan bu deneyim elbette önce bir şaşkınlık yaratıyor; ancak staj deneyimlerini paylaşan başka arkadaşlarımız yazdıklarında benzer koşulların devam ettiğinden bahsediyorlar. Geleceğe umutla bakabilmek için bu örneklerin konuşulması, koşulların irdelenmesi gerekiyor. Zira güncel deneyimler gösteriyor ki 15 yıldan bu yana değişen pek bir şey yok; meslekteki orta çağ kapanmıyor! Dahası kriz; kar maksimizasyonu adına, çalışma koşullarının daha da vahşileştirilmesi için mazeret görevi görmeye başlıyor. Üstelik bu defa koşullar topyekun mekanizmalarını kullanarak bir mutabakatla sağlanıyor.

Ölümüne mutabakat

Öyle bir mutabakat ki, öğrencilere staj süresince emeklerinin karşılığında para verilmesi zorunlu değil. Kimi okullar lisansın son dönemini stajyerlik formasyonuna çevirdi. Firmaların denetlenmesi, iş güvenliği, çalışma koşulları işverenler lehine düzenlene dursun, piyasa mimarlık eğitimi ile ilgili mevcut durumu bir akreditasyon sorununa indirgeyen pek değerli meslek insanlarının çok sevdiği tabirle “mantar gibi çoğalan” üniversitelerden çıkan ucuz ve genç işçi deposunu iştahı kabararak karşıladı. Mutabakat diyoruz; çünkü mimarlık eğitimi meslek hakkı, meslek etiği ve genç işsizliğinin bir eşitlik ve adalet sorunu olduğu gözetilerek tartışılmadı, tartışılmıyor.

Ücretsiz stajyerlik başlığı altında sosyal medyada aldığımız geri bildirimler çürütülmesi gereken başka görüşleri de içeriyor. Örneğin üniversitelerde yaşanan nitelik sorunun ancak stajyerlik  süresince alınan ek eğitim yani bir nevi “çıraklık” süreci ile telafi edilebileceği savı gibi. Nicelik olarak artarken niteliği çöken özel okullar ve mezun ettiği öğrencilerin mesleğe hazır olmadığı, bu sebeple mezunların bir staj ve sınav sistemine tabi olmaları gerektiği gibi. Bu görüşe göre ofisler, firmalar, şantiyeler  “niteliksiz gençleri” yetiştirmek gibi bir görevi yüklenmişken bir de ücret ödemek zorunda kalmamalı! Aksi halde işsizlikle mücadele edilemez. Bir diğer deyişle genç işsizliği diye bir sorun yoktur, bedava çalışmak istemeyen ve bu yüzden istihdam edilemeyen, bir nevi şımarık bir Z kuşağı vardır. Ve bu kuşak, iktidarın politikaları sonucu eğitim sisteminde yaşanan zafiyetten mağdur da olsa bir elemeye daha girerek mezuniyet sonrası sınav sistemi ile yüzleşmelidir. Çünkü “birilerine” göre meslek ortamı ve mesleğin saygınlığı böyle kurtulur!

Şimdi bir düşünelim, bu durumda kimler “meslek aşkı” uğruna ücretsiz çalışmayı göze alabilir? Yeteneğine güvenen, meslek aşkı ile tutuşan genç mimarlar kira, yol, yemek gibi masraflardan azade tutulabilir mi? Ücretsiz veya ucuza çalışabilmek bir mesleki fedakarlık, adanmışlık ya da nitelik sorunu değil; en basit anlamıyla ekonomik bir sorundur. Yukarıda bahsini ettiğimiz bu kör sav mesleği sadece ayrıcalıklı olanın hakim olacağı bir alana çevirmekten başka bir şeye yaramamaktadır.

TÜİK ve geniş kapsamlı işsizlik istatistiklerinden tanıdığımız “ne eğitimde ne istihdamda” kümesi de üzerinde durulmayı hak ediyor. Forum iletişim ağlarından takip ettiğimiz  gibi çoğu yeni mezun genç meslektaşımız işsiz kaldıkları süreyi yüksek lisans yaparak değerlendirmeye çalışıyor. Ancak yüksek lisansa girmek de bir “ayrıcalık” sorunu! Mülakatlarda sorulan sorular arasında “seçkin liselerden mezun olunup olunmadığı, ücretli bir işte çalışılıp çalışılmadığı, kadınlara yönelik ise çocuk veya evlilik düşünüp düşünmedikleri” yer alıyor. Bazı durumlarda alımın yeterli sayıya ulaşıldığı belirtilerek mülakat dahi yapılmıyor. Buradan anladığımız akademik kariyer ve lisansüstü eğitim de nitelikten öte kendini adamayı ve bunun için gerekli konfora sahip olmayı gerektiriyor. Açık konuşalım; liyakat değil “tanışlar” kazanıyor.

Mimari ürünün niteliği & Kentsel talan emek sömürüsünden azade tartışılabilir mi?

TMMOB Mimarlar Odası eski başkanı Bülend Tuna, odanın mevcut verilerini derleyerek hazırladığı değerlendirmelerden “İstanbul’daki Mimarlık Büroları” başlıklı yazısında (1) kentsel talan ve mimarinin niteliksizleşmesi ile mimarlık eğitimindeki niceliğe ters orantılı kalite düşüşü arasında direkt bir bağ kuruyor. Genç ve henüz tecrübesiz mimarların kötü çalışma koşulları nedeniyle “haklı” olarak kendi ofislerini kurmaya itildiği, bunun sonucunda da henüz taşımaya hazır olmadıkları ağır mesleki sorumlulukların altında ezildikleri tespit ediliyor.  Bu tespitleri tartışma zeminini genişletmek için bazı sorularla açmakta fayda var.

Mimari üretimin niteliği tartışılıyorsa, kentsel talanın faillerine ve mega projelerin müelliflerine baktığımızda büyük ve tecrübeli, iş hacmi yüksek ofisleri görüyoruz. Üstelik bu büyük ofislerde çılgınca, yırtıcı iş takvimlerine uyabilmek pahasına son 10 yıl içerisinde karşılıksız fazla mesai ile sömürülen bir nesil var karşımızda. Kentsel talan ve kent hakkını konuşurken bu meslektaşlarımızı nereye koymalıyız? Mimarlık etiği tartışılırken o projede çalışanların hakları satır arasında bile yer bulamayacak mı? Kent sorunu yalıtılmış bir fanus içerisinde sadece bir kent kimliği tartışması olarak basitleştirilebilir mi? Ekonomik-politik ilişkilerin tümünün okunması ve çalışan binlerce işçinin hakkının da bu sorunun bir parçası haline getirilmesi gerekmez mi?

Katar’daki dünya kupası inşaatında ölen yüzlerce göçmen inşaat işçisi nasıl uluslararası mimarlık kamuoyunda mimarlık ürünlerinin niteliğine ilişkin tartışmaların merkezine oturduysa, Serpentine Galeri nasıl aynı tür bir baskıyla 2019 pavyonunda ücretsiz emeğin kabul edilemeyeceği açıklamasını yapmak zorunda kaldıysa (2); kendi ülkemizden örnekler olarak, Torunlar Center’in, İstanbul Yeni Havalimanı’nın -3. Havalimanı’nın- (3) mimari değerlendirmesinde de iş cinayetine kurban giden işçiler gündemde olmalı.

“Karamsarlık saçan başıbozuklar” veya “kıskanç lümpenler”

2 Temmuz 2019.

Mimarlık camiasının önde gelen isimlerinden, yıldız mimar kategorisindeki Emre Arolat instagram sayfasında, gururla gece mesaisi yapan ekibinin fotoğrafını sundu. Paylaşımda şu satırlar yazıyordu;

“Sabah 03.30!

Asık suratla…

Kızdınız mı?

Dünyanın en yetenekli ekiplerinden biri”

(Kendisi paylaşımlarını İngilizce yaptığı için nacizane çevirdik, bu nedenle aynı coşkuyu verebildik mi emin olamıyoruz.)

Paylaşımın altındaki yorumlara olumlu olanlarından çok eleştiriler damga vurdu. Çalışanların yorgun gözüktüğü, bu kadar yoğun ve stresli çalışma yerine daha fazla mimar istihdam edilmesi gerektiği, çalışanların sağlık ve özel hayatının bu şekilde yıpratılmasının doğru olmadığı eleştirilerdeki ana eksendi. Yani kızanlar vardı ama tahminimiz Emre Arolat’ın sandığı nedenle değil. Kızanlar imrenme, “siz harika şeyler üretirken biz izliyoruz çünkü sizin kadar yetenekli değiliz” türevi kıskançlıklar nedeniyle değil fazla mesainin bir gurur tablosu olarak sunulmasına içerlemişlerdi.

Arolat 20 Temmuz’da instagram sayfasında bu eleştirilere 6 sayfalık uzun bir metinle cevap verdi (4). Yazdıklarının genel çerçevesi mimarlığın, mesleğini titizlikle yapmanın bir gereği olarak çok ama çok çalışmayı kutsayan, niteliği ve yaratıcılığı fazla mesaiye bağlayan, içinde bulunduğumuz coğrafyayı mimari olarak yukarı taşıyan ofislerin kösteklenmek yerine desteklenmesi, mimarlığa ve dolayısıyla kendi ofisi gibi üretimler yapan ofislere hak ettikleri değerin verilmesi gerektiğini vurgulayan bir yere oturuyordu.

İşin doğasına aykırı beklentiler içinde olmak, yapılan güzel işleri takdir etmek yerine her fırsatta yere çalmak, işsizlikten, haksızlıktan, fazla mesaiden dem vurup gençlerin pırıl pırıl dimağına karamsarlık tohumları saçmak ancak belli illüzyonlar ve yanılsamalar (insanca çalışma, eşitlik, toplumsal adalet vb) içinde savrulanların (üstü kapalı kötü çocuk göndermesi) ve kıskanç lümpenlerin(baya açık açık) eylemesi olabilir buyuruveriyor.

Verdiği cevabın kendisi ülke konjonktürünün “hepi topu” 5-6 sayfaya sığan özeti gibi. Kutsanma yerine eleştiri görünce, eleştiriyi çürütmek için itham bulutundan sayıp sayıştırmak; ama bir yandan da iyimserlik, iyilik, güzellik salık vermek ve bunun için de alet çantasını ardına kadar açıp Che Guevara’dan İbn-i Sina’ya herkese hitap edebilecek alıntılar yapmak, hafif yollu tehdit etmek ama bir yandan da panellerde tartışmaya hazırım demek, bu ülke için nimet olduğunu Türkiye’yi temsil ettiğini hatırlatmak vs.

Bu temsil meselesi önemli. Nitekim kendisi yazıda aktardığına göre Amerika’dayken ünlü mimar Frank Llyod’un bir binasını gezmiş. Frank Lloyd Wright zor kişiliğine, tüm huysuzluğuna ve çekilmezliğine rağmen hep el üstünde taşınmış, eserlerinin beğenilsin beğenilmesin bir köşesine dahi dokunulmamış. “Tabi ki bizim coğrafyamızda mimarlığa, önemli “ustalara” böyle değer verilmiyor” diyor. Bu konuda haklı elbette. Ancak hatırlatmamız gerekir ki; yıkılan Karayolları binası, AKM ve daha niceleri için –kendi tabiriyle- anca korumadan, mimari mirastan dem vurup ilerlemenin önünde dikilen kıskanç bir avuç “lümpen”in dışında kimsenin sesi çıkmadı. Demek ki neyi temsil ettiğiniz önemli! İlerleyen, büyüyen, çalışkan, kazanan Türkiye’yi temsil etmiyorsanız kenara çekilebilirsiniz.

Altı sayfalık değerlendirme mimarlık camiasının popüler bir ismine ithafla bitiyor; çünkü ilgili kişi sayın Arolat’ın olay yaratan paylaşımına ilişkin özetle şöyle demiş; “Çok çalışmakta, sabahlamakta beis yok da bunu bu kadar göstermekle de savaş kazanılmıyor”. Anlaşılan burada da fazla mesainin kendisi değil teşhiri problem olarak görülmüş.

Bu topraklarda unuttuğumuz şey takdir etmek, peşinden gitmek değil; hakkıyla eleştiri ve itiraz üretebilmek. Mimarlık eleştirisi kent, politik ekonomi ve hayatın her alanına dair tüm bağlantılarıyla acilen doldurulmayı bekleyen boş bir alan olarak karşımızda duruyor.

Mustafa Koç niye “Hayır” diyemedi?

Bir önceki başlıkta uzun uzadıya irdelediğimiz mevzu popüler bir sosyal medya polemiği değil. İnsanca yaşamanın sınırlarını zorlayan çalışma koşullarını reddebilme, “Hayır” diyebilme gücünü nasıl kendimizde bulabileceğimiz, bunu sorgulamak asıl mesele.

Emre Arolat yazısında ofisindeki yoğun çalışma ortamının bir dayatma değil seçim olduğunu vurguluyor. Oysa ki pek çoğumuz EAA benzeri ve dahil olmak üzere büyük ölçekteki ofislerde çalıştık. Talep edilen işin hacmi ve astronomik performans beklentisi isteseniz de istemeseniz de sizi gece o bilgisayarın başına diker.

Mustafa Koç da denizde, ailesinden, arkadaşlarından uzakta, başvurabileceği kimsesi olmadan bir gemide, belki de “işin doğası bu” zannederek “Hayır” diyemedi.

Ama biz “Hayır” diyoruz, demeliyiz; hiçbir işin doğasında ölüm, sömürü olmamalı. Okul daha önceki şikayetleri de toplayıp esas alarak -ki aynı bölümdeki öğrenci arkadaşların beyanlarından vahim derecedeki stajyer istismarının uzun zamandır devam ettiğini anlıyoruz- bu firmaları teşhir etmeli, öğrencilerini bu firmalardan koruyacak önlemleri almalı, gerekli yasal denetim ve işlemlerin başlatılması için başvuru yapmalıydı.

Firmaların denetlenmesi bireysel şikayet ve itiraz mekanizmalarına bağlandığı için kuralsızlık insan hayatına, işçilerin sağlığına mal oluyor. Denetim ve tespit sorumluluğunu bir işçinin, stajyerin yalnız kaldığı tekil mücadeleden çıkarabildiğimiz, daha çok ve beraber “Hayır” diyebildiğimiz zaman bir kişi daha eksilmeyeceğiz.

İşte bu yüzden işimizi sağlıkla ve hakkıyla -birinci olmadan ikinci hiç olmuyor- yapabilmek için en baş sözümüz; “Seni riske atacak, sağlığını tehlikeye sokacak, istismar içeren her türlü talebi, görevi, iş programını reddet” olmalı. Binlercemiz reddettiğinde ise biliyoruz ki şartları değiştirecek gücümüz olacak.

Yalnız değilsin, yalnız değiliz!

Kaynak: https://uimfblog.wordpress.com/2019/07/31/yaratici-emegi-olumune-savunmak-hadi-mimarlik-konusalim-2/