Volkan Şahin yazdı | Kuşatma altında kültür ve sanat
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz.
18-02-2021 01:56

Volkan Şahin
“Kuşatma” kelimesi, onu okuyan herkesin zihinde askerî bir terim olarak canlanıyor. Bazen bir kent, bazen bir okul, bazen bir ev; içeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü. Kuşatma mutlaka böyle olmak zorunda değil. Öylesi tarihsel anların dışında kuşatma, eski toplum biçimi ile onu bağrında gelişmeye başlayan yenisi arasındaki ilişkiyi de işaret edebilir. Bu ilişki türlü alanlarda türlü şekillerde görülebilir. Bizim yazımız bağlamında bu ilişki kültür ve sanat alanında olacak.
Kültür ve sanat tartışılırken ideoloji hakkında uzun uzadıya serimler yapılması beklenir. Ben de elbette öğrencisi olduğum Türkiye sosyalist hareketinin burjuva ideolojisi-proletarya ideolojisi ikiliğini merkeze aldığımı söyleyerek ilgimizi tamamen pratik sorunlara çekmek istiyorum.
Öyleyse öncelikle “kuşatma” ile ne kastettiğimi açıklamak zorundayım.
Sanatçılar İspanya’da Pablo Hasel, Türkiye’de Grup Yorum ve BEKSAV emekçileri örneğinde olduğu gibi, yani ister demokraside olsun ister ileri demokraside(!) yaşasınlar, devletlerin baskısı altındalar. Bu durum, Ruhi Su’ya, Victor Jara’ya, Nâzım Hikmet’e, Pir Sultan Abdal’a, kim bilir daha nice örneklerle çok daha gerilere götürülebilecek bir gerçeklik. Sanatçılar bunun farkında olarak eser verirler. Dolasıyla “kuşatma altında kültür ve sanat” başlığını attığımda anlatacaklarım bir devrimci sanat tarihi olacaktır. Ama öyle değil.
Tüm dünyada son 10 sene boyunca hızla hayatımıza giren sosyal medya, tedrici bir şekilde günlük alışkanlıklarımızda değişiklik yarattı. Meramımı anlatabilmek için yine biraz seçmeci davranmak zorundayım. Bilişsel, ruhsal hayatı düzenleyen nesnelerle fiziksel temasın kopması bunlardan biri. Ne demek istiyorum? Doğaya gitmenin yerini doğa resimlerine “like” atmanın, arkadaşlarla buluşup hoş beş etmenin, dertleşmenin, dayanışmanın yerini whatsapp gruplarında “geyik yapmanın” almasını vs.i İkincisi sosyal medyada karşılaştığımız her şeyin aslında kendi tercihlerimiz olmadığı gerçeği. Tamam. Platform algoritmaları bizim davranışlarımıza bakıp eğilimimizi belirleyerek bizi oralarda daha fazla vakit harcamamızı sağlayacak gönderilere boğuyor. Ancak dikkat edilirse bu gönderiler bir biçimde en çok reyting alan gönderiler oluyor. Bu da kendi içinde mantıklı mantıklı olmasına da, bütün kültür ve sanat eserlerine ulaşmayı olanaksız hale getiriyor. Özellikle bütçesiz, popüler kültürden uzak üretimler milyonlarca gönderinin arasında kayboluyor. Üçüncü ve son olarak dijital film platformlarıyla da birlikte her türlü kültürel faaliyetin son bulmasının kesinleşmiş olmasını alalım.
Öyleyse şimdi karşımızda biri eski, bir yeni iki ayrı durum var. İlkinde fiziksel temas, kültür ve sanat faaliyetlerini fark edebilme ve ona gitme arzusu; ikincisinde tamamen sanal ilişki, yok sayma (sanma?) ve yoksunluğunu çekmeme.
Eski durumda, yetmişlerden itibaren alırsak, toplumcu edebiyat, tiyatro, sinema, işçi koroları ve devrimci sanatçılar hem proleter kültürün geliştirilip yayılmasında hem de emekçilerin örgütlenmesinde büyük başarılar elde etti. Hem biçim olarak hem içerik olarak öyle gelişti ki, bence ileride sadece bu tarihi yabancı dillerde anlatmak gibi bir ödev bile tanımlayabiliriz. Bu tarihin Grup Yorum’un neredeyse milyona varan bir kitleye verdiği konserlerde zirveye çıktığını da belirtmek gerekir ki, gözümüzde bir görüntü canlansın.
Tüm bu tarih boyunca elde edilen başarının tutsaklıklarla, işkencelerle, Ruhi Su’da olduğu gibi ölüme terk etmelerle dolu olduğunu unutmayalım. Yani ortalık güllük gülistanlık değildi.ii Devrimci hareketin güçlü olduğunda da güçsüz olduğunda da devrimci sanatçılarla halk arasındaki fiziksel bağın hiç kopmadığını diğer bir kanıt olarak alabiliriz.
Günümüzde ise düzen dışı tüm sanatçılarla halk arasında bir kopma söz konusu. İşte başlıkta yer alan “kuşatma” sanatçılarla halkın fiziksel bağlantısını koparan tüm koşulları ifade etmektedir. Her şeyden önce burjuva ideolojisinin kültürel saldırılarını ve yozlaşma zeminini taşıyan sosyal medya bunlardan biridir. Onun yarattığı, insanları genelde toplumsal olandan, özelde teker teker birbirlerinden koparan yeni davranış alışkanlıklarıdır.iii
Henüz on yıllık olan bu ikinci durumda eski duruma ait yöntemlerin işe yaramadığını görmüş bulunuyoruz. Sosyalist hareketin kültür ve sanat alanına bakışını değiştirmesi gerekmektedir. Örneğin kültür merkezleri ister sık sık basılsın, ister bahçelerindeki ağaçların gölgesinde huzurla çay içilsin, ne yazık ki artık halkla buluşma olanağı sağlamıyor. Ünlü sanatçıların davet edildiği etkinlikler onları daha çok ünlü etmekten öte bir işe yaramıyor. Yapılan şarkılar dinlenmiyor. Kitaplar, dergiler zaten okunmuyor.iv
Pandemiyle birlikte ne yazık ki gerçek hayattaki olanaklarımız da ortadan kalktı. İnsanlar kabuklarına daha da çekildiler. Pandemi sonrasında kültür ve sanat hayatı nasıl şekillenecek, insanlar eski hayatlarına dönme arzusuna sahip olacaklar mı? Şimdilik bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey, kültür ve sanatı tek başına düşündüğümüzde iyimser olmamızı gerektirecek hiçbir verinin kalmadığı.
Bu durumda korkunç bir tabloyla karşı karşıya olduğumuz iddia edilebilir. İnsanlar her gün burjuva ideolojisinin, her türlü gericiliğin türlü “etkileşimlerine” maruz kalıyorlar. En bilinçli görebileceğimiz eski bir x dergisi okuru, “büyük resmi görebilmek adına” komplo teorilerine inanabiliyor. Bundan daha vahimi sol görüşlü insanlarımız muhalif kılıklı kimi ekonomistlerin “ilerlemecilik” adına paylaştıkları burjuva ahmaklıkların yayılmasına vesile olabiliyor. Liberal saçmalıklar sola sokulmaya çalışılıyor. Birileri örgütlense, bir protesto olsa “Silivri soğuktur” şakaları ortaya çıkıyor. “Elim kırılaydı da oy vermeseydim” diye röportaj veren emekçi halktan hacı amcalar veya türbanlı kadınlar “az bile çekiyorsunuz, müstahak size” ile “yine gider oy verirsiniz g.. kılları” arasında gidip gelen sosyal linçlere maruz kalıyorlar. İktidarın her hamlesi, goygoya vesile oluyor. Bu goygoylar fenomenlerden sıradan insanlara, oradan örgütlü sosyalistlere sirayet edebiliyor. Burada sayamadıklarımla birlikte tüm bu örnekler diğer koşullarla birlikte düşünüldüğünde, örgütsüz, tweet atma dışında hakkını arama yollarına gözlerini kapamış veya pratik beğenmeyen tipler yaratıyor.
Yazının sonlarına doğru dilimin sertleştiğinin farkındayım. Bir kuşatmadan bahsediyorsak onun olası sonuçlarının hafif olacağını söyleyemeyiz. Belki askeri anlamda kuşatma tarifimi yinelersem daha iyi anlaşılır: “İçeride olanlarla dışarıda olanların uzlaşmazlıklarının bir tarafın yok olmasıyla biteceği son ana dair bir görüntü.” Şimdi bizler sosyalist, devrimci, ilerici, toplumcu, halktan yana sanatçılar olarakv kuşatmanın içindeyiz. Yok olmamayı, kuşatmayı nasıl yarabileceğimizi bir başka yazıda paylaşmak istiyorum.
Sorunun sadece biz sanatçıları ilgilendirmediğini hatırlatarak…
DİPNOTLAR
i Whatsapp gruplarının sessize alınabildiğini unutmayalım
ii İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in konser hakkı için hayatlarını feda ettikleri ölüm orucunu anmamamın nedeni, dönem ayrımı içinde ikincisine denk gelmesi ve yazımızın meramı içinde hakkının yeterince verilemeyeceği kaygısıdır. Yoksa bu direniş Türkiye ölçeğinde değil, dünya ölçeğinde devrimci sanatçılığın doruk noktasını temsil etmektedir.
iii Sosyal medya, hele Twitter, insanların siyasi tepkilerini birbirlerine bağlı kalarak yaymalarına şimdilik müsaade etse de ortada gerçek bir bağ yoktur. Egemenler için bu bağın potansiyeli bile tehlikedir. Etkili olmalarının nedeni başka bir şey değildir. Bunu da not etmiş olalım.
iv İnsanların sosyal medyada hâlâ eski eserleri bulup takip etmeleri de başka bir vakıa. Onlara sorduğunuzda “artık hiçbir şey eskisi gibi değil” diyeceklerdir. Bizler de “doğrudur mesela siz” diye cevap verebilmeliyiz.
v Halkla buluşmayı popülerlik, para gibi kişisel çıkarları geride bırakarak kendine dert edenler, kendilerini nasıl tanımlarlarsa tanımlasınlar, bir olumluluk olarak alıp aynı kategoriye koyuyorum.
İLGİLİ HABERLER
Mehmet Torun yazdı | ‘Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü’ 30. yılında
17-02-2021 10:11

Maden Mühendisi Mehmet Torun
İnsanlık tarihi; ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin, zalimlerle mazlumların, haksızlarla haklıların, kötülerle iyilerin mücadelesinin tarihidir. Ezenler, zalimler, haksızlar, kötüler; zaman içinde geçici üstünlükler sağlamış olsalar da, sonunda kazanan hep insanlık olmuştur ve olacaktır. Çünkü insan varsa umut vardır, yaşam varsa mücadele vardır.
İnsanlık tarihi kadar eski olan madencilik tarihi de aynı zamanda mücadeleler tarihidir.
Özelleştirme-taşeronlaştırma-sendikasızlaştırmanın temellerinin atıldığı 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte “Serbest Piyasa Ekonomisi” uygulamalarına girişildi. Bu uygulamanın eksik yönlerini 12 Eylül iktidarının tamamlaması bekleniyordu. KİT’lerin ıslahıyla başlatılan uygulamalarla gelişen sürecin sonunda, sektörde üretilen değerlerin %80’ini gerçekleştiren madencilik KİT’leri de “devletin küçültülmesi” söylemi ve “özelleştirme–kapatma” dayatmaları ile karşı karşıya bırakıldı. Bağımsızlığın ve devletleştirmenin sembolü EKİ (TTK) “bir verip yedi alan” kurum konumuna düşürüldü. Kömürün nereden olsa alınacağı, stratejik bir maden olmadığı savunularak, “en zararlı KİT’ler” içinde yer alan TTK, özelleştirme ya da tasfiye girişimlerinin başlıca hedefi haline getirildi. Bu plan büyük ölçüde tuttu, TTK “hazineden geçinen bir asalak” olarak görülmeye ve gösterilmeye başlandı.
1980 askeri darbesi ile birlikte ülkenin üzerine çöken sessizlik sonrası; 1986 NETAŞ Grevi ve devamındaki, ‘'1989 Bahar eylemleri'’, dipten gelen büyük bir dalganın habercisidir; 1990 ise, kamu kesimi TİS görüşmelerinin yılıdır. GMİS kurultayında, uzayan TİS sürecinde daha fazla beklemenin anlamsız olduğu düşüncesiyle, madencilerin greve çıkmaları kararı alınır ve 30 Kasım sabahı, ilk grev pankartı Gelik İşletmesi’ne asılır. Üye tabanının tam desteğini alan Genel Başkan Şemsi Denizer, sadece madencilere değil, bütün sınıfa seslenerek genel grev çağrısında bulunur: “Biz madenciler olarak ilk kıvılcımı çaktık. Grevimiz tarihin büyük grevlerinden biridir. Biz üretmiyoruz, Türkiye işçi sınıfı da üretmesin!...”
24 Şubat 1990’da tüm sivil toplum örgütlerinin katılımıyla yapılan büyük miting, daha sonra olacakların da habercisiydi. Maden işçisinin “onurlu ve insanca yaşam” isteyen haklı talebi, 1990 yılı boyunca direniş, toplantı, söyleşi, paneller ve tüm DKÖ’lerin ortak katılımıyla oluşan Temsilciler Kurulu tarafından, “Zonguldak’ın, Türkiye’nin kamburu olmadığı…“ tüm Türkiye’ye duyuruldu. Bu dayanışma, madencinin haklı ücret mücadelesinin yanı sıra, hükümetin gözden çıkarmaya kararlı olduğu TTK ve Zonguldak’ı yaşatma çabasıydı da... Bu nedenle, siyasi farklılıklar kalkmış; Zonguldak halkı birbiri ile kenetlenmişti. Yılların birikimiyle, bilinçli bir “tabanın sesi” hareketine de sahip olan GMİS üyesi 48 bin işçi, TİS görüşmelerinin tıkanması üzerine, 30 Kasım 1990’da greve başlamış, işveren de 4 Aralıkta lokavt ilan etmiştir. Zonguldak halkı da grevi aktif olarak desteklemiştir. Bu destekle, 4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyenler 100 bin kişiye ulaşmıştır. Sadece işçiler ve aileleri değil bir kent bir bütün olarak yürümektedir. Barikat ve tutuklamalarla engellenen ‘Ankara Yürüyüşü’, 08 Ocak 1991’de isteklerin yerine getirileceği sözü alınarak, Mengen barikatında bitirilmiştir. Grevin 57. gününde, 25 Ocak 1991’de “bir koyup üç alma” senaryolarının yazıldığı Körfez Savaşı nedeniyle, grevin 60 gün ertelenmesi kararı alınmış, 6 Şubat 1991’de ise TİS imzalanmıştır. Havzanın iki ay süren ilk grevine giden süreç böylece sonuçlanmış ve ‘Büyük Madenci Grevi’ olarak tanımlanmıştır.
Ülkemizin işçi sınıfı tarihi açısından, 15-16 Haziran Direnişi’nin ardından gelen en büyük mücadele deneyimlerinden biri, “89 Bahar Eylemleri” ve bu eylemlerin bir devamı olan “1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü”dür. Oya işler gibi örgütlenen 1990-91/Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü, 12 Eylül sonrasının en önemli işçi direnişidir. Bu eylemler; ülkemizde demokratik ilerlemenin önünü açmış, toplumsal eşitlik ve özgürlük mücadelesinin yükselmesine neden olmuştur. Emek ve demokrasi mücadelesinde dünyadaki örneklerinin bir benzeri de ülkemizde madencilerin öncülüğünde bir kez daha gerçekleştirilmiş toplumsal, siyasi ve sosyal pek çok değişiklikleri beraberinde getirmiştir.
Sözümüzü saygıyla andığımız sevgili dostumuz, yoldaşımız, madencilerin abisi Serdar Ömer Kaynak’ın tespitleriyle bitirelim;
“Madencilerin bu mücadelesi asla bir yenilgi değildir ve gelinen nokta son kertedir. Buradan sonrasını yüklenecek olanlar sınıfın başka dinamikleridir. Bu dinamiklerin ne olduğunu anlayamayanlar ise, sınıf hareketinin çok gerisinde kalmaya mahkûmdur. Madencilerin şanlı mücadelesi, sınıfın yeni mücadelelerinde, direnişlerinde, eylemlerinde de etkisini göstermiştir. Türkiye’deki işçi eylemlerin çoğunda hedefin “Çankaya” olarak belirlenmesi, Ankara’ya yürümek istenmesi de hep madenci pratiğinin sonucudur. Tarih maddecidir. Madde ise asla kaybolmaz. Tarihte de hiçbir olay kaybolmaz, biçim değiştirip evrilir, dönüşür; doğrudan veya dolaylı da olsa, bir gün mutlaka etkisini gösterir; ya da birikir, ilerleyen süreç içinde yeni ve daha canlı gelişmelere hem gѐrminal, hem de gübre olur”.
Engin Deniz yazdı | Gare 'başarısı'
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
17-02-2021 01:18

Engin Deniz
Günlerce önceden AKP Genel Başkanı tarafından “…Size birçok güzellikler takdim edeceğim” denerek açıklanan Gare Operasyonu malum medya tarafından davulla zurnayla duyuruldu neredeyse. Ama daha sonra bunun bir rehine kurtarma operasyonu olduğunun anlaşılması pek garipsenmedi nedense!
Peki, dünyada eşi benzeri görülmemiş bu rehine kurtarma operasyonuyla, Bahçeli’nin veciz sözüyle sorarsak, ne yapmak nereye varılmak istendi?
Türkiye İşçi Partisi tarafından yapılan açıklamada yer alan şu temel sorular haklı ve yerindedir:
-Kaçırılan kişilerin bulunduğu bölgeye neden operasyon yapılmıştır? Bu operasyonun neden olabileceği kayıplar gözetilmiş midir?
-Esir olan güvenlik görevlileri için 6 yıldır hiçbir girişimde bulunulmuş mudur?
-Aileler ve aracı olabilecek kişilerle bu süreçte iletişim kurulmuş mudur?
-Sorunun diyalog ve barışçıl yöntemlerle çözümü için tüm yollar tüketilmiş midir?
Başka sorular da sorulabilir. Asker indirmesinden önce bölgenin yoğun olarak bombalanması, arazi yapısı, mevsim şartları… Tüm muhalefet operasyonun başarısızlığını tartışıyor ama bu operasyonda gerçekten kesin bir başarı bekleniyor muydu gerçekten? Kırk yıllık savaşta devletin bu kadar tecrübesiz bu kadar öngörüsüz davranması biraz tuhaf değil mi?
Operasyonun amacı ister PKK’nin elindeki güvenlik görevlilerinin kurtarılması, ister ünlü bir PKK liderinin yakalanması olsun planlayanların risk analizi yapmadığını düşünmek biraz saflık olacaktır.
AKP iktidarı ne zaman sıkışsa, bir acil durum planı olarak kapağı açıp o kırmızı düğmeye basıyor hep. Muhalefetin istendiği zaman kilitlenmesini sağlayan bir Kürt düğmesinin olması büyük rahatlık tabii! Ne zaman konu Kürtler olsa muhalefet boncuk gibi diziliyorlar iktidarın arkasına. Bir ellerinde medya gücü diğer ellerinde yargı sopası; bir dönemdir soru sormak bile terörist yaftası yemek için yeterli zaten.
Dışarıda dayak yiyip eve dönünce sağı solu yumruklayan çocuk gibi operasyondan sonra hemen HDP’ye saldırılması sadece öfkeyle açıklanabilir mi peki? Ama HDP’ye saldırmak, seçilmiş Kürtlere hukuksuzluk yapmak için bir bahaneye ihtiyaçları yoktu ki!
“Bu operasyon başarısız olmuştur” demeden önce biraz daha geri çekilip resme bir daha bakmak gerek belki. AKP Genel Başkanı bir süredir seçim çalışmalarına hız vermiş vaziyette. Kongreler, bilinen bilinmeyen görüşmeler… AKP ve MHP arasındaki ilişkilerinin karşılıklı çıkarlar zemininde sürekli yoklandığı ve kırılganlığın giderek arttığı artık sır değil. Makyajlı ekonomik verilerin bile gerçekleri gizlemeye yetmediği bir dönemde iktidarın Ay gösterip Anayasa’dan dem vurması ciddiye alınmasa da zaman kazanma girişimi olarak görülebilir belki.
Ama “devletlü sağ”ın bildiği her zaman işe yaramış bir yöntem daha vardı. Kırk yıldır kanayan bir yaranın biraz daha kanatılmasının ziyanı yoktu. Yoksullar mı? Nihayetinde yoksulun ölüsünün bir kez daha yüceltilmesinin sermayeye ne zararı olacaktı ki! Ve en iyi Kürt ölü Kürt’tür diyenlerin devamcılarının “en yüce yoksul ölü yoksuldur” demesi son derece tutarlıdır.
Ne var ki, bu kez operasyonun başarısızlığı üzerinden de olsa tartışmanın büyümesi inandırıcılıklarının giderek azaldığını gösteriyor. Bu iyi.
Eğer bu operasyon başarılı olsaydı ve PKK’nin elindeki esirler sağ salim alınabilseydi ya da kimilerinin iddia ettiği gibi tanınmış bir-iki PKK’li ele geçirilseydi Cumhur İttifakı toparlanabilir, belki de baskın bir seçimi bile göze alabilirlerdi.
Erdoğan’ın müjde verme heyecanı buna yorulabilir belki. Ama başarı olasılığı düşük bir operasyon olduğu Erdoğan’a söylenmiş midir? MHP ve etkilediği güvenlik bürokrasisinin büyüyen halk huzursuzluğu karşısında Kürt savaşını büyütmeyi bir çıkış yolu olarak seçmiş olması ihtimali de değerlendirilmelidir. Gare operasyonu Erdoğan’ı daha fazla risk almaya zorlayacak bir sürecin başlangıcı olamaz mı?
Eğer durum buysa HDP’nin kapatılması da dahil yeni gelişmeler, farklı provokasyonlar beklenebilir.
Dikkatli olunmalıdır!
Oktay Işıklar yazdı | Boğaziçi Direnişi bize ne anlatıyor?
13-02-2021 09:23

Oktay Işıklar
Tam 40 gündür Boğaziçi öğrencilerinin başını çektiği ama üniversitelerin sınırlarını aşarak toplumun geniş kesimlerine yayılan bir direnişe tanık oluyoruz. 500’ü aşkın gözaltı, onlarca ev hapsi ve tutuklamaya rağmen kırılamayan, etkisini ve gündem yaratma gücünü kaybetmeyen bir direniş…
Öğrenci hareketinin hiç beklenmeyen bir anda yükselmesiyle kitleselleşen bu direnişin, Türkiye’nin siyasi geleceği için bir sonun başlangıcı olduğu ve sosyalist hareket için de bir yeniden kuruluş imkanlarını barındırdığını söyleyebiliriz. Bu iki önemli iddianın altını doldurmak için 40 günlük direniş sürecinin gelişimine biraz daha yakından bakmak gerekiyor.
2021’in ilk günlerinde kendiliğinden bir patlama olarak ortaya çıkan bu hareket, kökünü üniversite öğrencilerinin derinleşen ekonomik krizin gençler üzerinde yarattığı geleceksizlik endişesinden ve OHAL’den beri süregelen demokratik ve sosyal hakların gasbedilmesinin yine gençlik üzerinde yarattığı siyasal özgürlük talebinden alıyor.
Bu hareketin ayak sesleri, 2020’nin başlarında irili ufaklı gerçekleşen üniversite eylemlerinde ve pandemiyle beraber başlayan gençliğin sosyal medya üzerinden harekete geçmesiyle duyulmaya başlamıştı. Tabii bu ayak seslerini, başta sosyalist hareket olmak üzere bütün bir toplumsal muhalefet güçleri duymakta çok eksik kalmıştı. İçinden geçtiğimiz süreçte bu kesimlerin şaşkınlık ve hareketsizlik halinin tam da bu kavrayış eksikliğinden kaynaklandığını söyleyebiliriz.
Saray Rejimi’nin çeşitli hamlelerle toplumsal muhalefetin farklı kesimlerini felç ettiği bir dönemde hem de birçok siyasi partinin 2023 seçimleri üzerinden anket hesabından başka bir siyaset üretememesine rağmen nasıl oldu da gün geçtikçe kitleselleşen, toplumun farklı kesimlerini harekete geçirmeyi başaran bir direniş hattı ortaya çıktı?
Bu soruya verilecek doğru cevap(lar), Saray Rejimi’ne karşı verilmesi gereken mücadele için yol gösterici olacaktır. Lafı hiç uzatmadan sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, Boğaziçi Direnişi'nin başarısının temelinde dayanışma ağı siyaseti yatmaktadır. Geldiğimiz noktada Boğaziçi Dayanışması’nın yarattığı siyasi etki ve süreklilik toplumsal muhalefete yön verdiği gibi mücadelenin diğer üniversitelere taşınmasında da bir kaldıraç etkisi yaratmıştır. Mevcut dayanışma ağlarının güçlenmesinde, henüz kurulmamış olan üniversitelerde ise bu ağların kurulmasında ön açıcı bir etkisi olmuştur.
Peki nedir bu dayanışma ağlarının özelliği ve gücü nereden gelmektedir? Dayanışma ağı siyasetinin iki temel noktasını öne çıkartarak bu soruya cevap verebiliriz. Gezi’den öğrendiğimiz ve kadın hareketinden hala öğrenmekte olduğumuz şey; insanları mücadeleye özne olarak katma, dar bir öncülük tartışmasından çıkıp bireylerin bulundukları dayanışma ağlarındaki kolektif iradeye katkıları üzerinden şekillenen ve bunun sonucunda mücadelelerin geniş kesimlerce sahiplenilmesi… Dayanışma ağlarının itici gücü tam olarak buradan yani kitleleri etkin özneler olarak çağırması ve meşru bir temsiliyet ilişkisi yaratmasından kaynaklanmaktadır.
Yukarıda bahsettiğimiz özneleşme ve temsiliyet meselesi kritik önemde olsa da tek başına eksik ya da yetersiz kalma tehlikesi taşıyor. Bu noktada dayanışma ağlarının siyasi etkisini ortaya çıkaran bir ikili iktidar mantığı yani bulunduğu alanda mevcut iktidara karşı oluşturduğu karşı-hegemonya/karşı-iktidar gücü devreye giriyor. Yaratılan meşru temsiliyet çizgisini tamamlayan nitelikte bir siyasi hat bu karşı-iktidar mekanizmasının oluşabilmesine imkân sağlıyor. Somut duruma geri döndüğümüzde yasalardan ve yönetmeliklerden gücünü alan kayyum rektöre karşı öğrencilerin başını çektiği mücadelenin meşru karşı-iktidar organı olarak Boğaziçi Dayanışması bu denklemde yerini alıyor.
Son söz olarak bu mücadelenin nasıl kazanacağını, sadece kayyum rektör Melih Bulu’ya karşı bir mücadelenin sınırlarını çoktan aşmış olan ve Saray Rejimi’nin kurduğu korku imparatorluğunu dağıtacak potansiyeli taşıyan bu siyasi çizginin nasıl sürdürüleceğine dair birkaç şey söylenebilir. Boğaziçi Dayanışması’nın direnişin başından beri sunduğu perspektif bu sorunun yanıtı niteliğindedir. Ayağını okulun bileşenlerinin haklı mücadelesine ve temsiliyetine basarak mücadeleyi okul sınırlarının dışına taşımaya çalışan, bütün üniversite öğrencilerinin beraber mücadelesini savunan, toplumsal muhalefet güçleri ve demokrasi mücadelesi veren bütün kurumlarla mücadeleyi buluşturmaya çalışan bir siyasi perspektif… Bu perspektifin somut karşılıkları ve pratikleri başka bir yazının konusu olmakla birlikte, gücünü ayağını bastığı zeminden kopartan ya da mücadeleyi tamamen belirli sınırlarına (okul sınırları) hapsedecek bütün yaklaşımlar, bütün iyi niyetlerine rağmen mücadeleye zarar verecek nitelikte olacaktır. Unutulmamalıdır ki; “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir”.
Baran Doğan yazdı | Boğaziçi direnişini kazanmanın yolu
Birlikte çıktığımız yolda yürüdüğümüz yolları ayırdılar. Ya yollarımız birbirini keser birbirimize barikat oluruz ya da yollarımız birleşir daha güçlü yürürüz. Bir yol ayrımında arkadaşlarımızı rehin aldılar. Ve bir kararı hemen vermek zorundayız. Birlikte büyümek mi, ayrılıkla tükenmek mi?
07-02-2021 09:48

Baran Doğan
Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun rektör olarak atanmasıyla birlikte “Boğaziçi Direnişi” başladı. Başta öğrenciler olmak üzere birçok insan bu atamaya karşı çıktı. İlk tepkinin geniş bir kesim tarafından yapılması, gündemde ciddi oranda yer bulması ve direnişin büyüme potansiyeli taşıması hükümeti endişelendirdi. Sadece baskı, şiddet ve tehditlerle bu direnişi durduramayacağını anlayınca klasik stratejilerini devreye soktular: “ ‘Tepki gösterenlerin çoğu Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri değil. Olay çıkarmaya çalışan dışarıdan gelmiş provokatör terör grupları bunlar, bunların derdi başka’ gibi söylemlerle eylemlerin meşruiyetine gölge düşürmek, destek verenlerle eylemciler arasına set örerek direnişin büyümesini engellemek.” Burada sorulması gereken ilk soru şuydu: “Bu sorun sadece Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sorunu mudur?”. Ama biz en baştan başlayalım:
NEDEN REKTÖR ATAMASINA KARŞI ÇIKILMALIDIR?
Hükümet tarafından üniversitelere atama yapılması; üniversitelerin, hâkim siyaset tarafından kontrol altına alınması ve yönetilmesi anlamına gelmektedir. Bilim merkezi olan üniversitelerse siyasi hegemonya kurularak yönlendirilebilecek/yönetilebilecek kurumlar değildir, olmamalıdır. Üniversitelere verilen ödeneklerin oranını iktidara geldiği ilk günden itibaren her yıl azaltmış, fikir kulüpleri kapatmış, YÖK aracılığıyla öğrencilere sayısız soruşturma açmış, üniversitelere polis ordularıyla girmiş, kendisiyle aynı düşünceye sahip olmadığı için binlerce öğrenciye dava açmış, gözaltına aldırmış, tutuklatmış bir hükümet tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanması kabul edilebilir değildir.
Bu gerileme süreci yeni bir gündem değildir. Tabloya biraz geriden baktığımızda iyi bir üniversite için on iki yıl çabaladıktan, emek verdikten sonra “sadece” iş sahibi olabilmek umuduyla üniversitelere gidildiğini biliyoruz. Üniversiteyi bitirenlerin de iş bulma ihtimalinin çok zor olduğunu, milyonlarca öğrencinin işsiz kalma korkusuyla yaşadığını, iş sahibi olsalar da şartların asgari yaşam sınırlarının altında ya da en fazla biraz üzerinde olabildiğini biliyoruz. Bu duruma yıllar içinde gelinmiştir ve bu durum var olan sistemin yarattığı sonuçların bir kısmıdır. Üniversitelerin işlevsiz sertifika kurumlarına dönüştürüldüğü, geleceğin elimizden alındığı bir yaşam biçiminde geleceğimizi yeniden kazanmak için Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyum rektöre karşı çıkmak -hatta elimizden alınanları da yeniden elde etmek- zorundayız.
BOĞAZİÇİ DİRENİŞİNİN İÇİNDE KİMLER OLMALIDIR?
Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan bu atamaya, bilime, geleceğe sahip çıkmak isteyen herkes katılmalıdır. Bu sistemin sonucu olan durumlardan nasibini almış kim varsa çemberde yerini almalıdır. İşsiz kalan da çalışan da, konuşmasına izin verilmeyen de konuştuğu için tutuklanan da… Baskıya, şiddete maruz kalan, ezilen; sindirilmeye, susturulmaya çalışılan herkes var gücüyle karşı çıkmalıdır. Çünkü bu sorun sadece Boğaziçi Üniversitesi’nin sorunu değildir. Boğaziçi Direnişi geleceğimizi kaybetmenin ya da kazanmanın mücadelesidir.
BOĞAZİÇİ DİRENİŞİNDE GERİYE KALAN
Melih Bulu’nun atanmasının sadece Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin sorunuymuş gibi davranılması, böyle bir algı yaratılması bu çemberin dışında kalan insanların hedef gösterilmesi anlamına gelmektedir. İstediğine terörist diyebilmenin çok kolaylaştığı ülkemizde İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tarafından parmakla gösterilerek terör örgütü üyesi olduğumuz iddia edildi. Ve bu talimatı alanlar birkaç gün içinde beş yüz elli civarında insanı gözaltına aldılar. Sonucunda içinde de olduğum yirmi dört kişiye ev hapsi verildi, sekiz arkadaşımız tutuklandı. Yasalarla hiçbir ilgisi olmadan talimatlarla işletilen bu süreç durdurulmazsa geriye doğru gitmeye, kaybetmeye devam ederiz.
NASIL KAZANIRIZ?
Eyleme verilecek desteği engellemek için yapılan bu oyunun farkında olmalı ve bu oyunu bozmak zorundayız. Başta Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olmak üzere herkes “Biz bu oyunu biliyoruz. Arkadaşlarımızı hedef göstererek yalan iddianamelerle ev hapsine mahkûm ettiniz, tutukladınız. Ama bunu durduracağız. O arkadaşlar neredeyse biz de oradaydık. Onlar bizim yaptığımızdan farklı bir şey yapmadılar. Hepsini geri alacağız. Size teslim etmeyeceğiz” demelidir. Bir yol ayrımında arkadaşlarımızı rehin aldılar. Ve bir kararı hemen vermek zorundayız. Birlikte büyümek mi ayrılıkla tükenmek mi?
Av. Eren Gönen yazdı | Saldırı altında adalet pratiği
06-02-2021 12:44

Av. Eren Gönen
Devletin yönetici koltuklarını işgal eden şahısların birçok yalanına bu zamana kadar şahit olduk. Dün ise devletin söylediği yalanların muhatabı olduk. Kameralar önünde doğruları söylememe gafletinde bulunan Ankara Emniyet Müdürlüğü amirlerinin söylediklerini teker teker boşa çıkardık. Ben ve iki meslektaşım emniyetin içerisinde diğer onlarca meslektaşım dışarıda saatlerce savunma hakkının kısıtlanmaması için mücadele ettik.
Pandemi koşulları sebebiyle bütün avukatları binaya alamayacaklarını söylediler. Bahçede bekleriz dedik. Diğer birimlere gelen şüpheliler bize saldırabilirmiş. Böyle bir gerekçe sundular. Emniyet Müdürlüğü'nde şüpheliler birilerine saldıracaksa bu saldırılacak kişilerin avukatlar olmadığı açıktır.
Gözaltına alındıktan sonra henüz daha araçlarda müvekillere bu zamana kadar hiç vermedikleri bir evrak verip bu evrakları imzalamaya mecbur tuttular. Eğer bu evrakları imzalamazlar ise hafta sonunu burada geçireceklerini ve ifadelerinin savcılıkta alınacağını söylemişler. Oysaki savcılığın talimatı açıkça ikmalen! İfadesini al bırak demiş.
Bu evraklarda görüşmek istedikleri avukatların isimleri yazıyormuş ve benim de olduğum 3 avukat eylemciler tarafından talep edilmiş. Oysaki bütün toplumsal gözaltı takibinde eylemciler hangi avukatın geldiğini bilemez ayrıca hiç tanımadığı bir avukat da parti veya başka bir vekalet ilişkisinden kaynaklı olarak gözaltı işlemlerine katılabilir. Müvekkillerin savunma hakkını kısıtlamalarına rağmen ve biz içeride Güvenlik Şube koltuklarında oturuyorken nezarethaneye inip gözaltındakilere utanmadan "Avukatlarınız burada değil. Sizlerin ifadelerine girmek istemiyorlar. Onlar yüzünden mağdur oluyorsunuz" deme cüretini gösterebiliyor.
Bir de biz oradayken ''Ya CMK'den avukat atayacağız ya da avukatsız ifade vereceksiniz'' de diyebiliyorlar. Aynı anda en fazla 3 avukatın içeri alınacağını daha fazlasına müsaade edilmeyeceğini söyleyen amir, ifadeye girmeyecek avukatın kampüs dışına çıkartılıp ifadeye gireceği zaman tekrar tekrar GBT ve kontrolden geçerek gireceğini, birden fazla müvekkili olan avukatın gerekirse saatlerce burada bekleyeceğini söyleyebiliyor. Araya baro yönetimi girdi. Avukat Hakları Merkezi'nden görevli meslektaşlar geldi. Toplumsal davalar ve hukuk araştırmaları merkezinden görevli meslektaşlarımız geldi. Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili ile görüşüldü. Dışarıdaki meslektaşlar hukuksuzları tespit etti. Tutanaklar tutuldu.
Bütün bunlar olurken kanuna aykırı şekilde CMK'den avukat talep eden güvenlik şube amirine, Ankara Barosu tarafından avukatların orada olması gerekçesiyle atama yapılmayacağı bildirildi. Eylemcilerin yarısı ne olduğunu anlamayıp ve kendilerine söylenen yalanların da etkisiyle bizimle görüştürülmeden ve hak ihlallerini tespit etmeden serbest bırakılmışlar. Diğer yarısı ise emniyete giriş esnasında bizi gördüğü için amirlerin yalanlarına inanmamış bizimle görüşmek istemişler. Hatta yanımıza getirildiklerinde de "Avukatlar yüzünden mağdur oluyorsunuz" diyen amire, "Yalan söylüyorsunuz. Sizin yüzünden mağdur oluyoruz" deme cesaretini de kameralar önünde gösterdiler.
Sürekli yukarıdan talimat var, avukatları içeri almayacağız diyen güvenlik şube amiri gerek bizim gerekse de gözaltındakilerin kararlı duruşu neticesinde tam 7 saatin sonunda bütün taleplerimizi kabul etti! Bütün bu hukuk dışı manzaranın tamamen eylemcilere ve müdafiilere zorluk çıkarılmak amacıyla yapıldığı gün gibi ortadadır. Sadece bu ocak ayında her hafta gözaltılar nedeniyle gittiğimiz yer nedense birden bire usul değiştirmek istemiş. Ankara İl Emniyet Müdürlüğü bir yandan bizim de basın yayın organlarında haberler yaptırmamız nedeniyle her şeyin usulünce ilerlediği yönünde bir açıklama yaptı. Bir daha söylüyoruz ki külliyen yalan! (http://www.ankara.pol.tr/05022021-tarihli-basin-aciklamasi)
Bütün bu hukuksuz işlemler avukatlar tarafından ifade tutanaklarına geçirildi. Hukuk dışı işlemler ve uygulanan işkence için elbette suç duyurusunda bulunacağız. Bu konuda herhangi bir tereddütümüz bulunmamaktadır.
Kamera kaydı açılınca şov yapan ve açıkça doğruları söylememe gafletinde bulunan amirlerin yalanlarına karşı bir kısım tutanak ve video da ektedir.
Ne başımızı aşağı eğeceğiz ne de yalanlarınıza geçit vereceğiz. Yine gördük ki dayanışma yaşatır.
- https://www.facebook.com/photo?fbid=10158004646450949&set=a.10151033214825949
- https://www.facebook.com/730515948/videos/10158004403875949/
ÇEVİRİ | Köylülerin Üç Yasa’ya karşı galeyanı: Kavga yalnızca onların değil
Aşağıda okuyacağınız metin, Hindistan’da süregiden köylü eylemlerinin sebeplerini, kökenlerini, hedeflerini ve egemen sınıfın bu harekete karşı duruşunu anlamak için temel bir kılavuz niteliğinde. Mumbai merkezli eleştirel bir iktisadi-toplumsal araştırma kolektifi olan Siyasal İktisat Araştırma Birimi (RUPE) tarafından henüz geçtiğimiz Aralık ayında kaleme alınan metin, dünyanın şu ana dek gördüğü en kitlesel halk hareketlerinden biri olmakla birlikte Türkiye ilerici kamuoyunda hak ettiği ilgi görmeyen Hindistan köylü eylemlerinin içyüzüne ışık tutuyor. Yazının Türkçe yayımlanmasına izin veren değerli Rajani X. Desai’ye sonsuz teşekkürler. -O.Ü.
30-01-2021 01:59

Siyasal İktisat Araştırma Birimi (Hindistan)
Çeviri: Onurcan Ülker
Bu satırları kaleme aldığımız sırada, kadınıyla ve erkeğiyle, genciyle ve çocuğuyla yüz binlerce köylü, mevcut merkezî hükümetin yakın geçmişte ülkeye dayattığı üç çiftlik mevzuatının rafa kaldırılması talebiyle, ülkenin başkentinin giriş noktalarında kamp kurmuş durumdaydı. Ülke, yöneticilerin politikalarına yönelik bu denli ilham verici bir meydan okumaya uzun süredir şahit olmamıştı. Bunun özellikle ilham verici olmasının nedeni, emekçi halkın sınıfsal talepleri temelinde örgütlenmiş olmasıdır.
Başlangıçta sanki karşısında istilacı bir ordu varmışçasına kenti tahkim eden, barışçıl göstericilere tazyikli su sıkan ve biber gazıyla saldıran merkezî hükümet, tutumunu değiştirmeye zorlanmıştır. Göstericileri, koşulsuz görüşmelere davet etmeye mecbur bırakılmıştır. Deneyimlerimiz, bize, bunun olsa olsa taktiksel bir dönüş olduğunu ve yöneticilerin, temel siyasetlerinin esasını değiştirmeye hiç de niyetli olmadıklarını söylemektedir.
Bununla birlikte, yöneticilerin geri adım atmaları bile, köylü galeyanı açısından başlı başına dikkat çekici bir zaferdir. Dahası, yurt genelinde, köylülerin davasına yaygın bir sempati duyulmaktadır.
Aşağıda, galeyanın daha geniş kapsamlı önemine ve bunun temelindeki sorulara ilişkin birkaç noktaya değineceğiz. Söz konusu noktalar özgün olmayabilir gerçi, ancak yine de, bunlara odaklanmak gerektiği kanaatindeyiz.
KÖYLÜLERİN KARŞISINDAKİ TEHDİT
1. Köylü galeyanının acil hedefi, üç çiftlik yasalarının (1) rafa kaldırılmasıdır (ki bu yasalar, Tarımsal Üretim Pazarlama Komitesi [TÜPK] mandilerini -yani pazar alanlarını- baypas etmekte, tarımsal malları stoklamaya getirilen sınırlamaları ortadan kaldırmakta ve sözleşmeli tarımı kolaylaştırmaktadır.) Hükümet, bunun, köylülere mahsullerini istedikleri yerde, istedikleri kişilere satma “özgürlüğü” getirdiğini; el mahkûm mandilerin yolunu tutmak zorunda kalmayacaklarını öne sürmektedir. Aslına bakılırsa, Hindistan’daki pek çok köylü zaten bu “özgürlüğe” sahiptir ve bunun sonucunda da, çok daha katmerli bir sömürüye maruz kalmaktadır. Hükümetin iddiasının tam aksine, köylüler bu düzmece “özgürlüğü” değil, fakat ürünlerinin devlet kuruluşları tarafından asgari destek fiyatı (ADF) üzerinden satın alınması için güvence verilmesini istemektedir. Bazı eyaletlerdeki pirinç ve buğday üreten köylüler, böylesi bir güvenceye sahip olmuşlardı. İşte şimdi bu güvence, köylüleri TÜPK mandilerinden “özgür kılma” perdesi altında, ellerinden alınmaktadır.
Söz konusu yasalar, kurumsal şirketlerin, köylülerin mahsullerini düzenlemeye tabi olmayan fiyatlar üzerinden satın almaları, istifçilik yapmaları ve tarımsal ticareti denetim altına almaları gibi bir duruma yol açacaktır. (Ayrıca, Elektrik Kanunu Değişikliği Tasarısı, tarımsal amaçlı elektrik harcamalarında keskin bir artışa sebep olacak ve köylülerin belini iyice bükecektir. Dolayısıyla köylü örgütleri, bunun rafa kaldırılmasını da talep etmişlerdir.)
Gıda tedarik zinciri, gittikçe daha çok şirketlerin denetimi altına girdikçe, emekçi köylülerin topraklarını şu ya da bu şekilde kaybetme olasılığı da artmaktadır. Çok sayıda ufak-tefek tedarikçiyle uğraşmak yerine birkaç büyük tek tip tedarikçiyle muhatap olmak şirketler açısından daha ekonomik olduğu için, üretim fazlasına sahip eyaletlerdeki küçük köylülerin hayatta kalması giderek güçleşecektir. Küçük köylüler, Pencap’ta bile, çiftçilerin ezici çoğunluğunu meydana getirmektedir. Zaten girdi ve çıktı fiyatları arasındaki makasta mücadele veren bu insanlar, sahip oldukları arazi parçalarını elden çıkarmaya zorlanabilirler. (Ayakta kalmayı başaranlar, üretim sürecinde şirketlerin daha sıkı denetim ve gözetimi altına girebilirler ki, böylece, toprağı kullanım hakları sadece kâğıt üstünde kalabilir.) Daha geniş ölçekli, daha makineleşmiş çiftlikler, daha az işgücüne ihtiyaç duyacaktır. Dolayısıyla, sözünü ettiğimiz galeyan bir “çiftçi” galeyanı olarak adlandırılsa da, bu, esasen bütün “çiftçilerin” değil, daha ziyade yoksul ve orta köylülerin çıkarlarını temsil etmektedir.
İŞİN ÖZÜ: KAMUSAL ALIMLARA VE KAMUSAL DAĞITIM SİSTEMİNE SON VERMEK
2. Delhi’de yeri yerinden oynatanlar emekçi köylüler olsa da, bunlar Hindistan köylülüğünün en ezilen ve en yoksul kesimi olmayabilirler. En ezilmiş kesim, ülkemizin tarımsal olarak geri kalmış bölgelerinde bulunanlardır ve bu insanların mahsulleri hiçbir resmî kurum tarafından asgari destek fiyatı (ADF) üzerinden satın alınmamaktadır. Ne var ki, mevcut köylü galeyanı, bu kesimde yer alan köylülerin de çıkarınadır. (2)
Tekrar etmek gerekirse, köylü galeyanının kalbinde yer alan şey, tahılların ADF üzerinden devlet tarafından satın alınması talebidir ki, bunun da ucu açıktır (örn. satışa sunulan bütün tahılın kamu sektörüne bağlı kurumlarca, ADF üzerinden mandilerde satın alınması). Kamusal dağıtım sistemi (KDS), işte bu satın alma temeline oturmaktadır. Dolayısıyla köylülerin talebinin önemli kılan şey, salt kendi geçimleriyle sınırlı değildir. Asgari destek fiyatı rejimi, yalnızca kamusal alımların söz konusu olduğu ürünler, esas olarak da buğday ve pirinç için geçerli olabilir. TÜPK’leri baypas etmeye olur veren yasa, aslına bakılırsa, tahılda kamusal satın almalara bir son vermeye önayak olmaktadır.
Söz konusu kamusal satın alma ve dağıtım sistemi bir süredir örtük bir saldırı altındadır ve şimdi bu saldırı, 2014’ten beri, yani yeni seçilen Modi hükümetinin, BJP (Hindistan Halk Partisi) lideri Shanta Kumar başkanlığında, Hindistan Gıda Kurumu’nun Rolü ve Yeniden Yapılandırılmasının Yön Değişimine İlişkin Üst Düzey Komite’yi (ÜDK) kurmasıyla beraber gayet açık bir nitelik kazanmıştır. 2015 yılında sunulan Shanta Kumar Komitesi raporu, esasında kamusal alım ve satımların her ikisinin birden kaldırılması ve bunların yerine göz boyayıcı biçimde nakit transferlerinin getirilmesi çağrısında bulunuyordu. Gerçekte ise, nakit transferleri, daha sonra (ayrı bir yazıda) açıklayacağımız üzere, ne köylünün ne de üreticinin zararlarını telafi edecektir.
Satın almalar zayıflatılır ya da yürürlükten kaldırılırsa, kamusal dağıtım sistemi (KDS) iyice elden ayaktan düşecek; bunun ise, yurt genelinde bütün emekçi halk için şiddetli sonuçları olacaktır. Gıdayı daha yüksek fiyattan almak zorunda kalacaklarından reel ücretleri (yani, parasal olarak ücretlerinin satın alabileceği şeyler) azalacaktır. Bu nedenledir ki, yeni köylü karşıtı yasaların rafa kaldırılmasına yönelik mevcut talep, esas olarak, yalnızca tahıl fazlası üreten alanlardaki köylülerin ya da bir bütün olarak köylülüğün değil, fakat Hindistan’daki bütün emekçi halkın acil bir talebidir.
ÜCRETLERDEKİ VE TOPLAM TALEPTEKİ DÜŞÜŞ
3. Sınaî istihdamda bile vaziyet sıkıntılı olduğundan, tarımdan dışarı sürülen köylülerin başka bir sektör tarafından soğrulmaları mümkün değildir. Hindistan’ın işgücü, dikkate değer bir bölümü göç yoluyla soğrulamayacak denli büyüktür ve her halükârda, yurt dışındaki bu tür imkânlar da hızla ortadan kalkmaktadır. Hâliyle yerinden yurdundan edilen köylüler yedek emek ordusuna katılacak ve yedek ordudaki bu büyüme de, çaresiz kalan emekçiler kısıtlı olan iş olanakları için rekabete tutuştukça, genel ücret düzeyini aşağı doğru çekecektir. İstihdamın daralma süreci ve bastırılan ücretler toplam talebi düşürecek, bu ise istihdamı daha da azaltacaktır.
ÜLKENİN EMPERYALİST BASKIYA DAHA AÇIK HÂLE GETİRİLMESİ
4. Gıda güvenliğini sağlayamayan bir ülke, emperyalist güçlerin dayatmaları karşısında kırılgan olmayı sürdürecektir. 1960’ların ortasında Hindistan’da patlak veren gıda krizi esnasında, nakit para sıkıntısı içinde debelenen ülke, gıda yardımı olarak ABD’den yüksek miktarda buğday ithal etmeye zorlanmıştı (ki ABD, o vakitler buğday fazlasını ihraç etmek için canla başla çalışmaktaydı). ABD, bu “yardımı”, Hindistan’a iktisadî ve dış politika dayatmak adına bir kaldıraç misali kullanmıştır.
Shanta Kumar Komitesi raporu, o günlerin artık geride kaldığını kolaylıkla ilân edebilmektedir: iddiası şudur ki, Hindistan muazzam büyüklükte döviz rezervlerine sahiptir ve kılını bile kıpırdatmaksızın büyük miktarda buğday ithalatı yapması mümkündür. Kaldı ki, tahıl üretimi de ihtiyacı için gani gani yeterlidir. Bu sebeple, kamusal alıma, stoklamaya ve tahıl dağıtımına ihtiyaç yoktur; yani Hindistan Gıda Kurumu (FCI) ve kamusal dağıtım sistemi nereden bakılırsa bakılsın tasfiye edilebilir.
Ne var ki, Hindistan’ın döviz rezervleri ihracat fazlasından ileri gelmemektedir ve dolayısıyla da güvenilir değildir. Bunlar, daha ziyade, bütünüyle borçlanma ve diğer yükümlülüklerden meydana gelmektedir ve bunların yaklaşık beşte dördünün, yabancı yatırımcılar tarafından göz açıp kapayıncaya dek geri çekilmesi olasıdır. Bu nedenledir ki, ülkenin merkez bankası eşi benzeri görülmedik döviz rezervlerine sahip olmakla birlikte, Hindistan hükümeti, merkez bankaları arasında acil durumda yararlanılabilecek bir tür borçlanma diyebileceğimiz döviz “takas hatları” (swap lines) kurmak için ABD hükümetiyle kulis çalışmaları yürütegelmektedir. (Şayet ABD, Hindistan’a takas hatları sunacak olsa, stratejik ve iktisadî açıdan bir fatura çıkarırdı.)
Eğer ki Hindistan’ın gıda güvenliği salt sahip olduğu döviz rezervlerinin sallantılı temellerine dayanıyorsa ve elle tutulur tahıl rezervlerinden yoksunsa, dövizde yaşanacak bir bunalımın hızla bir gıda krizine evrilmesi pekâlâ mümkündür. Dahası, Hindistan gibi geniş bir ülke dünya tahıl piyasasına büyük bir ithalatçı olarak dahil olduğunda, uluslararası tahıl fiyatları keskin bir artış gösterecektir. Zaten çok hızlı yabancı sermaye çıkışlarına sahne olan Covid kapanmaları sırasında, bir de Hindistan’ın ciddi miktarda gıda stokuna sahip olmadığını ve ithalat sürecini başlatmak zorunda kaldığını hele bir düşünün.
Hindistan, son yıllarda, tarım piyasalarını açması için sert bir baskıyla karşı karşıya kaldı. Dünya Ticaret Örgütü’nde (DTÖ), Hindistan’ın pirinç, buğday, bakliyat, pamuk ve şekere ilişkin politikalarını DTÖ Tarım Anlaşması’na (TA) aykırı olarak nitelendiren çeşitli ihracatçı ülkelerin eşgüdümlü kampanyalarına hedef oldu. Bu hamlenin başını, Hindistan’ın kendi tarımsal üreticilerine verdiği desteğin TA ile uyumlu olduğu iddialarına karşı çıkan ABD çekmektedir. Hindistan’ın gıda satın alma ve kamusal stoklama programları, 2013 yılında düzenlenen DTÖ’nün Bali konferansında gelişmiş ülkeler tarafından kınanmıştır.
Hindistan, diğer Üçüncü Dünya ülkelerinin desteğiyle geçici bir erteleme, bir “barış hükmü” (peace clause) elde etmiş ve karara varılıncaya dek herhangi bir cezai işleme tabi olmaktan paçayı kurtarmıştır. Ne ki, gelişmiş ülkeler bu meseleyi çözüme kavuşturma konusunda istekli değildir ve bunun yerine, çiftçilerine verdiği desteği geri çekmesi için Hindistan’a baskı yapmayı sürdürmektedir. Bu yılın [2020] 25 Mayıs’ında, yani Covid krizinin tam da en cafcaflı günlerinde gerçekleştirilen sanal bir DTÖ toplantısında, gıda ihracatçısı ülkeler, bazı hükümetlerin krize yanıt olarak çiftçilerine sunduğu yeni destek paketlerini, bunların küresel gıda ticaretini “bozacağı” iddiasıyla eleştirmişlerdir. (3)
Hindistan, her ne kadar DTÖ’de bir muhalefet sergilese de, hükümetin kamusal alımları sonlandırmaya dönük adımları, gerçekte tek yanlı bir biçimde, anlaşmazlığın özünde yatan konuda -gelişmiş ülkelerin yararına- ödün vermektedir. Gelişmiş ülkeler, Hindistan Gıda Kurumu mevcut hâliyle varlığını sürdürmeyi bıraktığı vakit, Hindistan’ın tahılda görünürdeki öz-yeterliliğinin hızla aşınacağını gayet iyi bilmektedir. Dahası, bir silah olarak büyük miktarda fiziksel tahıl emniyet stokuna sahip olmaksızın, hükümet, özel şirketlerin yaptıkları vurgunculuğa müdahale etme konusunda da eli kolu bağlı kalacaktır. Ve tam da bu yüzden, Hindistan tarım ve gıda sisteminin 1965’de karşılaştığı kriz, bugün hâlen daha Hindistan’ı ilgilendiren bir meseledir.
MEKSİKA AYNASINDAN HİNDİSTAN
5. Yukarıdaki uyarılar, spekülasyon veya korku tellallığı değildir. Bunlar, olsa olsa, serbestleşme (liberalizasyon), özelleştirme ve küreselleşmenin tarım üzerindeki etkisine ilişkin dünya ölçeğindeki örüntünün gözlemlenmesinden çıkartılan sonuçlardır. Örneğin, 1990’lardan ve özellikle de 1994’ten (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) beri Meksika tarımına dayatılan model tam olarak budur.
- Meksika’da devletin ticaret kurumu (ki bu, Hindistan Gıda Kurumu’na denktir) dağıtılmıştır.
- Tarımsal üretimi desteklemeye yönelik devletin aldığı bütün tedbirler yavaş yavaş ortadan kalkmıştır.
- Temel gıda maddesine (mısır) yönelik sübvansiyonlar yavaş yavaş azalmıştır ve bunların yerini, köylülere ve tüketicilere yönelik seçici nakit transferleri almıştır.
- ABD’den (darının anayurdu ve dünyanın büyük darı çeşitleri hazinesine sahip olan Meksika’ya) mısır ithalatı üç kat artış göstermiştir.
- Meksika’daki aile çiftliklerinin yarıdan fazlası çökmüştür.
- Toplam tarımsal istihdam keskin bir şekilde düşmüş, fakat diğer sektörlerde, yerinden yurdundan olan köylüleri soğuracak yeterli büyüme sağlanamamıştır.
- Böylece, yurt genelinde işsizlik artmıştır.
- Yoksulluk sınırı altındaki kişi sayısı artmıştır.
- Nüfusun yarıdan fazlası temel ihtiyaçlarını ve beşte biri gıda ihtiyacını giderememektedir.
- Sonuçta talepteki daralma, Meksika’nın GSYİH büyüme oranlarının Latin Amerika söz konusu olduğunda dibe yakın bir konuma gerilemesine sebep olmuştur.
- Çaresiz ve işsiz köylülerin kuzeydeki komşuya [ABD’ye] girmeye çalışmaları, göç oranında yaklaşık %80’lik bir artışa yol açmıştır.
- Temel gıda ürününün (mısırdan yapılan tortilla) fiyatında sert bir artış gerçekleşmiştir.
- Ve bütün bir mısır unu piyasası, yalnızca iki Meksikalı firma tarafından kontrol edilmektedir (Grupo Maseca %85’lik bir denetim oranına sahiptir). Bu, Ambani, Adani ve Walmart firmalarının Hindistan’da sahip olmaya can attıkları bir konumdur. (Bu konunun ayrıntılarını daha sonra başka bir blog girimizde sunacağız.)
REJİMİN STANDART TEPKİSİ: BÖLÜCÜLÜK VE CEMAAT-TEMELLİ FİTNECİLİK
6. Rejim, köylülerin demokratik hareketine yanıt olarak, standart tepkisine başvurmaktadır: halkı bölmek ve cemaat-temelli fitne tohumları ekmek. En geniş köylü eylemci grupları Pencap’tan geldikleri için, yumuşak başlı medya şeflerine, bunu Pencaplıların bir galeyanı, daha özel olarak ise Sihlerin başını çektiği bir galeyan olarak resmetmeleri söylenmiş gibi görünmektedir. BJP’nin (Hindistan Halk Partisi) Bilgi İşlem Birimi başkanı ve Parti’nin Delhi sözcüsü, çiftçi galeyanının Halistan [Kuzey Hindistan’da ayrılıkçı Sihlerin, Pencap eyaletini de içine alacak şekilde bağımsızlık talep ettikleri bölge -çev.] güçleri tarafından yönlendirildiğini ya da Halistan yanlısı bir gündeme sahip olduğunu propaganda etmektedir.
Bu, çabucak yalanlanmıştır. Aslında, pek çok diğer eyaletten, özellikle Haryana’dan da köylüler, galeyana kitleler halinde katılmayı sürdürmektedir. Ancak daha temel olarak, galeyancıların taleplerinden hiçbiri, Pencap’a mahsus değildir; hele hele Sih cemaatinin dinsel kimliğiyle ilgili hiç değildir. Nehir sularının bölüşümü, sınır bölgelerinin denetimi, kutsal mekanların statüsü, dinsel semboller, dinsel kısıtlamalar hakkında tek bir talep bile yoktur; kısacası, galeyanın çarpıtılmış bir resmini sunmaya temel teşkil edecek en ufak bir emare bile söz konusu değildir. Aslına bakılırsa, mevcut seferberliğe önderlik eden en büyük köylü ve tarımsal emek örgütlerinden bazıları, bu tip meseleleri uzunca bir süredir dikkat dağıtıcı olarak adlandırmışlardır.
Yeni yasalar her ne kadar merkezi hükümet tarafından eyaletlere dayatılsa da, köylü galeyanının talepleri merkeze karşı eyaletlerin talepleri şekline bürünmüş değildir. Neticede, temel talep, örneğin tek tek eyaletlerin, merkezi ve diğer eyaletleri hiçe sayarak kendi mahsullerini diğer ülkelere ihraç etme serbestliğine sahip olmaları gerektiği değildir. Aksine, talep, tam da merkezin, bu eyaletlerde üretilen mahsulleri satın almaya ve ulusal ölçekte dağıtmaya devam etmesi gerektiğidir. Yani talepler, tamamıyla sekülerdir, Hindistan’ın çeşitli halklarının ortak talepleridir.
MEVCUT REJİMİN SINAVI
7. Üç Yasa, gökten zembille inmemiştir. Hindistan’ın tarımdaki sözde “reform” sürecini az çok takip eden herkes, bu önlemlerin güçlü çıkarlar tarafından yirmi yılı aşkın süredir dayatıldığını gayet iyi bilmektedir. Birleşik Cephe hükümetinin Maliye Bakanı Chidambaram tarafından 1990’lı yılların sonunda açıklanan “Hedefe Yönelik Kamusal Dağıtım Sistemi”, kamusal dağıtım sistemine (KDS) ilk darbeyi vurmuştur. Kongre’nin (Hindistan Ulusal Kongresi) başını çektiği Birleşik İlerici İttifak (Bİİ) hükümeti de, aynı gündemi sinsice zorlamayı denedi denemesine; ancak bu hükümet, ilgili güçlüklerin son derece farkındaydı ve fazla bir yol katedemedi. Bİİ iktidarının bu niteliğe sahip şirket yanlısı “reformları” sürdürmeyi becerememesinden rahatsızlık duyan egemen sınıflar, özellikle de Hindistan’daki şirketleşmiş kesim, 2014 genel seçimleri öncesinde Modi’den yana ağırlık koydular.
Dolayısıyla bu mesele, mevcut rejim açısından baktığımızda, şirketleşmiş kesimin ve uluslararası sermayenin çıkarlarına hizmet etme bakımından sahip olduğu yeterliliği gösteren bir sınav olma özelliği taşımaktadır.
SINIF MÜCADELESİNİN DEVAM EDEN GEÇERLİLİĞİ
8. Hindistan’ın demokratik kesimleri, geride kalan altı yılda, mevcut rejimin yoğun saldırılarıyla karşı karşıya gelmişlerdir. Bazıları, şu ya da bu eyalet meclisi veya parlamento seçimlerine ve hâliyle de türlü parlamenter ittifaklara, baskının ezici gücü bu yolla durdurulabilir umuduyla yaklaşıp durmuşlardır. Bunların beklentileri, seçim sonuçları umutlarıyla uyumlu olduğunda bile, defalarca kez boşa çıkmıştır.
Yine de, BJP’nin elinde tuttuğu gücün bu şekilde amansızca genişlemesi, sınıf mücadelelerini baş vermekten alıkoyabilmiş değildir. İki yıl önceki bir köylü yürüyüşünden sonra ileri sürdüğümüz üzere, “bir başka deyişle, Modi rejiminin görünürdeki yenilmezliği, seçim siyasetinde ve devletin çeşitli kanatlarında yoğunlaşmış bulunmaktadır. Bunun aksine, sınıf mücadelesi alanında, halkın kendisine karşı ayağa kalkmasını ve hatta yer yer taleplerini kabul ettirmesini engelleyemez vaziyettedir. Bu olgu, çabaların odaklanması gereken noktaya işaret etmelidir.”
Köylüler, türlü farlılıklara sahip Hindistan genelinde, çok çeşitli sorunlara ilişkin çetin mücadeleler veriyorlar. Bu insanlar, pek çok yerde, tefecilerin, girdi satıcılarının, tüccarların ve toprak ağalarının (ki bütün bu özellikler, zaman zaman tek bir kişi bünyesinde toplanmaktadır) sömürüsüyle karşılaşıyorlar; bazı yerlerde tarımsal emek olarak sömürülüyorlar; bazı yerlerde orman memurlarınca sürülüp atılıyorlar; bazı yerlerde yerel memurlar tabakasının özel çıkarları doğrultusunda giriştikleri toplu yolsuzluklara maruz kalıyorlar; bazı yerlerde ortak kaynakları, özel çıkarlar tarafından gasp ediliyor; bazı yerlerde şirketlerin açgözlü projeleri sebebiyle yerinden yurdundan ediliyorlar; yine bazı yerlerde, su kaynakları şu ya da bu şekilde -ki kirlilik de buna dahildir- ellerinden alınıyor. Delhi’de verilmekte olan mücadeleyi, Hindistan’daki emekçi köylülerin bu geniş mücadele akışının bir parçası olarak ele almak gerekmektedir ki bu da, Hindistan toplumu açısından büyük bir özgürleştirici potansiyele sahiptir.
RUPE’nin yayın organı Aspects of India’s Economy’nin 66-67 no’lu sayısından:
Nihayetinde, tarımsal sıkıntıyı ele almaya yönelik bütün egemen sınıf programları, … “tarımı” hâle yola koyma sorununu, bunu gerçekleştiren köylülüğün krizine yanıt verme sorunundan ayrı tutmaktadır. Tarımsal dönüşüm açısından, bir fail olarak köylülüğün kapsamını görmezden geliyorlar; aslına bakılırsa, baskın eğilim, köylülüğü daha ziyade böylesi bir dönüşüm karşısında engel olarak değerlendirmektedir.
Peşine düştükleri dönüşüm göz önüne alınırsa, zaten bunun aksi de beklenemez. Köylülüğü, özellikle de küçük, toplumun dışına sürülmüş/marjinal ve topraksız köylüleri bir başlangıç noktası olarak ele almak ve bu kesimin üretken, örgütsel, kolektif ve dönüştürücü kapasitesini ortaya çıkarmasının önünde duran engelleri tespit etmek, tarımsal krizi farklı bir şekilde ele almak isteyenlerin vazifesidir.
DİPNOTLAR
1. Çiftçilerin Üretim Alım-Satım ve Ticareti (Teşvik ve Kolaylaştırma) Yönetmeliği 2020, Çiftçilerin (Yetkilendirme ve Koruma) Güvence ve Çiftlik Hizmetleri Yönetmeliği 2020 ve Temel Mallar (Değişiklik) Yönetmeliği 2020.
2. İki gerekçeyle: Birincisi, herhangi bir gölgede ADF üzerinden yapılan kamusal alımlar, diğer bölgeler için bir kıstas sunmaktadır ki, bunun yokluğunda söz konusu bölgelerde de fiyatlar çok daha sert bir düşüş gösterecektir. İkinci gerekçe, ilerleyen paragraflarda açıklanmaktadır.
3. DTÖ’nün yayımladığı bir basın metnine göre, “Ayrıca birkaç Cairns Grubu (gıda ihraç eden ülkelerin oluşturduğu bir grup) üyesi, ticareti bozan yurt içi desteklerin azaltılması çağrılarını yinelemişlerdir. Gıda ihraç eden birtakım ülkelerin dile getirdiği piyasaya genişletilmiş erişim arzusu, şimdi bu meseleyi tartışmak için doğru zaman olmadığını dile getiren bazı gelişmekte olan ülkelerin direnciyle karşılaşmıştır.”