Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitapları arasından sizler için derledik. Keyifli okumalar ve iyi pazarlar dileriz.
28-03-2021 00:42

GÖZLERİ TANRI’YI SEYREDİYORDU - ZORA NEALE HURSTON
Toni Morrison’ın zamanımızın en büyük yazarlarından saydığı, antropolog, sinemacı, tiyatro oyunu yazarı, öykücü ve romancı Zora Neale Hurston ateizmiyle, siyah-beyaz toplumsal bütünleşmesine dair görüşleriyle ayrıksı bir isimdi. Yaşadığı dönemde Harlem Rönesansı’nın kilit yazarlarından olsa da yapıtları görmezden gelindi. Ancak Alice Walker’ın 70’lerdeki bir makalesinden sonra ilgi görmeye başladı. Gözleri Tanrı’yı Seyrediyordu günümüzde Afro-Amerikan edebiyatının en çok okunan eserlerinden.
Güzeller güzeli, başına buyruk Janie Crawford büyüklerinin yolundan gitmek istemiyor. Gönlüne göre sevecek, aklına eseni yapacak, istediği biçimde yaşayacak o. Janie tam üç kere evlenecek ve yokluktan zenginliğe, sevgisizlikten aşka yolculuğunda bazen gerçekten zor olsa da burnunun dikine gitmekten asla vazgeçmeyecek.
Zora Neale Hurston’dan Gözleri Tanrı’yı Seyrediyordu, uzun süre kıymeti bilinmeyen bir yazarın başyapıtı, kimsenin merhametine ihtiyacı olmayan bağımsız kadınların romanı.
“Zora Neale Hurston yaşamında tam bir afetti, harika bir yazar, muhteşem bir insandı. Muzip bir mizahı ve akademik bir sağlamlığı vardı: Lezzetli bir karışım.”
Maya Angelou
“Benim için bundan daha önemli bir kitap yok… Geçmişte ya da günümüzde hiçbir romanın yapamadığı şekilde hitap ediyor bana.”
Alice Walker
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Gözleri Tanrı’yı Seyrediyordu, Yazar: Zora Neale Hurston, Çevirmen: Püren Özgören, İthaki Yayınları, 2021, 200 Sayfa
KURTARMA MESAFESİ - SAMANTA SCHWEBLIN
Ben hep en kötü olasılıklara kafa yorarım. Şu an bile kafamda hesap yapıyorum, Nina birden havuza düşerse arabadan çıkıp koşarak ona ulaşmamın ne kadar süreceğini hesaplıyorum. Kızımla aramdaki değişken mesafeye verdiğim isim "kurtarma mesafesi", günlerimin yarısını bunu hesaplayarak geçiriyorum, yine de hep gereksiz riskler alıyorum.
Arjantin taşrasında, tarlalar arasında bir kasaba... Kasabanın kıyısında yeşil renkli, gizemli bir ev... Huzurlu bir tatil hayaliyle kasabaya gelen Amanda ve küçük kızı Nina... Tek amacı kızını korumak olan Amanda'nın önce ona ulaşması lazım, ulaşmak içinse olayları tetikleyen o ânı bulması.
Latin Amerika edebiyatının yükselen temsilcilerinden Samanta Schweblin'in bu ilk romanı 2017 Man Booker Ödülü finalistleri arasındaydı. Kurtarma Mesafesi'ndeki gerilimler ruh ve bireyle olduğu kadar toplum ve çevreyle de alakalı.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kurtarma Mesafesi, Yazar: Samanta Schweblin, Çevirmen: Emrah İmre, Can Yayınları, 2021, 104 Sayfa
TUHAF KUŞ - ROCIO BONILLA
Sözcüklerin gizemi, çocukların yaratıcılığında saklı!
Öpücük Ne Renktir?’in yaratıcısı, sevilen sanatçı Rocio Bonilla, bir benzetme nedeniyle kuşlarla arasında bağ kurmaya çabalayan bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Küçük okurlarını kavramların ve sözcüklerin gizemli dünyasına davet ediyor.
Yetişkinlerin kalıplaşmış benzetmelerine, dilin kullanım olanaklarına, meraklı bir çocuğun gözünden yaklaşıyor.
Komşunun yaptığı bir benzetmeyle kafası karışan bir çocuk, kuşların ve çağrışımların evreninde komik bir maceraya çıkıyor. Soruların, hayal gücünün ve yaratıcılığın değerini yücelten neşeli resimli öykü, her yaştan okura görsel bir şölen sunuyor.
Alvaro, araştırmayı, öğrenmeyi seven, çok meraklı bir çocuktur.
Bir gün, komşu Bayan Manolita onu kuşa benzettiğini söyleyince kafası karışır ve hemen kuşları araştırmaya başlar.
Bir kuş gibi görünmeyi, davranmayı dener.
Ama bir türlü kendini kuşa benzetemez. Yoksa komşu kadın başka bir şeyi mi kastetmiştir?..
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Tuhaf Kuş, Yazar: Rocio Bonilla, Çevirmen: Halil Türkden, Günışığı Kitaplığı, 2021, 36 Sayfa
ÇOCUK SANATÇILAR: ÜNLÜ SANATÇILARIN GERÇEK ÇOCUKLUK HİKAYELERİ - DAVID STABLER
Ünlü sanatçıların başarılarını biliyoruz. Peki, çocuklukları ile ilgili ne kadar bilgi sahibiyiz? Bunu öğrenmek için onların hikâyelerinin başladığı zamana dönüyoruz.
Her çocuk büyünce büyük bir sanatçı olmaz. Ama her büyük sanatçı işe önce çocuk olarak başlar. Ressamlar okulda defterlerine karalamalar yapar. Heykeltıraşlar arka bahçelerindeki çamurla oynar. Bugün illüstratörlük yapanların çoğu en sevdikleri çizgi romanın, bilgisayar oyununun ya da çizgi filmin ismini hâlâ hatırlar.
David Stabler’ın yazdığı Doogie Horner’ın resimlediği kitap sekiz yaş üstü çocuklar kadar yetişkinlere de hitap ediyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Çocuk Sanatçılar: Ünlü Sanatçıların Gerçek Çocukluk Hikayeleri, Yazar: David Stabler, Çevirmen: Onur Kaya, Hep Kitap, 2021, 204 Sayfa
1918 ALMAN DEVRİMİNDE SPARTAKİSTLER - GILBERT BADIA
Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Almanya’da öne çıkan toplumsal dinamikler nelerdi? Sosyal Demokrat Parti’nin bileşenleri bu dinamikler karşısında nasıl konumlandı? İşçiler, askerler ve toplumun farklı kesimlerindeki huzursuzluklar nasıl baş gösterdi? Barış ve ekmek mücadelesi, grevler, genel grev çağrıları, propaganda faaliyetleri, konsey ya da sovyet tipi örgütlenmeler bu süreçte nasıl bir rol oynadı? Alman Devrimi nasıl mayalandı? Ve onun karşısına nasıl oldu da bir karşıdevrim çıkarıldı?
Rosa Luxemburg’un doğumunun 150. yılında yayımladığımız bu önemli kitap yukarıdaki soruların yanıtlarını oluştururken, Luxemburg ve Liebknecht’in başını çektiği Spartakist hareketin öyküsüne yoğunlaşıyor. Bu da doğal olarak sol içi tartışmaları ve ayrışmaları öne çıkarıyor:
Sosyal Demokrat Parti (SPD) içerisindeki sosyal demokratlar ve komünistler arasında başlayan derin yarılma cumhuriyet mücadelesiyle nasıl keskinleşti? Bir süre SPD’den ayrılan Bağımsızlar (USPD) içerisinde yer alan Spartakistler, bu kez 1918’de onlardan neden ayrıldı? Sosyal demokratlar bir burjuva cumhuriyeti ile yetinirken Spartakistler “sosyalist cumhuriyet” için mücadeleyi nasıl yükseltti? Spartakistlerin de ön ayak olduğu işçi ve asker konseyleri sosyalist cumhuriyetin nüvelerini oluştururken, sosyal demokratlar düzeni ve devlet aygıtını korumak için kimlerle işbirliği yaptı?
Bu işbirliğinin neticesinde Spartakist önderler nasıl boğuldu, kalanlar neler yaptı?
Bir yanda Alman Devrimi’nin ve yenilgisinin bize öğrettikleri ile yüzyıl öncesinden bugüne uzanan tarih dersleri… diğer yanda Rosa’nın, Karl’ın ve Spartakistlerin iradesi!
Bu kitap, Almanya’da sosyalizm için ayağa kalkan işçi sınıfının ve komünistlerin verdiği mücadelenin ve sosyal demokrasinin ihanetiyle boğulan devrimin hikâyesini tanıklıklara ve belgelere dayanarak anlatırken, Hitler’in 1933’te iktidara gelmesini mümkün kılan tarihsel arka plana da ışık tutuyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: 1918 Alman Devriminde Spartakistler, Yazar: Gilbert Badia, Çevirmen: Halil Hacıalioğlu, Yordam Kitap, 2021, 256 Sayfa
TOPLUMSAL REFORM YA DA DEVRİM, KİTLE GREVİ - PARTİ VE SENDİKALAR, TEORİ VE PRATİK - ROSA LUXEMBURG
Rosa Luxemburg’un yaşamı ve eseri sermayenin küreselleşmesine karşı özgürleştirici bir seçenek arayışıdır. Rosa, sermayenin kendini sürekli genişletmesini ve dünya üzerindeki yıkıcı etkisini büyük bir yetkinlikle irdelemiş; reformcu uzlaşıya, bürokratik entrikalara ve seçkinci örgütlenme yöntemlerine şiddetle karşı çıkmış; bu yönüyle de sosyalist bir toplum inşa etme çabalarına esin veren en önemli kişiliklerden biri olmuştur.
Bu kitap, onun siyasal yazılarından üçünü –“Toplumsal Reform ya da Devrim”, “Kitle Grevi, Siyasal Parti ve Sendikalar”, “Teori ve Pratik”– okura bir arada sunuyor. “Toplumsal Reform ya da Devrim”, İkinci Enternasyonal içindeki reformcu eğilimlere karşı bir manifesto niteliğindedir; bu metin, "Teori ve Pratik" ile birlikte, kapitalizme ilişkin temel Marksist tezlerin geçerliliğini yitirdiğiden hareketle reformcu bir siyaset öneren anlayışa ve kapitalizmin görünürdeki istikrarının yarattığı illüzyona verilen en yaratıcı yanıttır. “Kitle Grevi, Siyasal Parti ve Sendikalar” ise onun devrimci mücadelede kendiliğindenlik, örgütlenme ve siyasal-toplumsal gelişmişlik sorunlarını derinlemesine çözümlediği bir çalışmadır.
Doğumunun 150. yılında, ne mücadeleden ne polemikten ne de aşktan vazgeçmiş bu büyük devrimcinin anısına, saygıyla...
Rosa, suya hasret kaldığımız zamanlarda bizim taze su kaynağımız olmayı sürdürmektedir.
Eduardo Galeano
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Toplumsal Reform ya da Devrim - Kitle Grevi - Parti ve Sendikalar - Teori ve Pratik, Yazar: Rosa Luxemburg, Çevirmen: Tunç Tayanç, Dipnot Yayınları, 2021, 264 Sayfa
İLGİLİ HABERLER
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitaplarının yanı sıra raflar arasında dikkat çeken ve önerilmeye değer başka kitaplar da bulunuyor bu haftaki vitrinde. Domenico Starnone’nin Türkçede yayımlanan ilk kitabı “Bağlar” Yüz Kitap etiketiyle, Aslı Tohumcu’dan “Taş Uykusu” İletişim Yayıncılık vesilesiyle, Susannah Cahalan imzalı “Deliler Arasında Akıllı Olmak” kitabı Say Yayınları’ndan, Akın Çokuğurluel’in dördüncü romanı “Şimdi Reklamlar” Nota Bene Yayınları ile, Andrey Voznesenski’nin unutulmaz eseri “Oza” yeni basımıyla Ve Yayınevi’nden ve son olarak Ali Akay imzalı “Delilik Gemisi” Ayrıntı Yayınları etiketiyle vitrinimizde yer alıyor. Gittikçe uzayan ve belirsiz pandemi döneminde size eşlik edebilecek altı kıymetli eseri beğenilerinize sunuyoruz. Keyifli okumalar dileriz.
21-02-2021 00:30

BAĞLAR - DOMENICO STARNONE
Cehennem başkalarıdır ve bazen o başkalarıyla aynı evdesinizdir.
Bağlar, İtalya’nın en prestijli edebiyat ödülü Strega sahibi yazar Domenico Starnone’nin Türkçede yayımlanan ilk kitabı.
Roman, on iki yıllık eşi Aldo’nun başka bir kadın için onu terk etmesi üzerine iki çocuğuyla tek başına kalan Vanda’nın mektubuyla açılıyor. İlk bakışta sıradan bir aile hikâyesi izlenimi uyandırsa da, Starnone bu romanda sosyal, ailevi, psikolojik ve ideolojik yapılar çözülürken açığa çıkan ve kahramanları altüst eden hayal kırıklığı, haset, özlem, değersizlik ve hınç duygularını, durum komedisi ve trajedi arası bir kurgu içinde ustalıkla resmediyor.
Özgürlük ile güvenlik arasında bocalayan kahramanlarıyla Bağlar, çarpıcı bir yerini bulamama anlatısı.
"Bağlar, katman katman, ustalıkla inşa edilmiş, bilmece gibi bir roman."
-The New Yorker
"Aile içi ruhsal kıyımlara dair sıkı bir hikâye."
-The Times Literary Supplement
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Bağlar, Yazar: Domenico Starnone, Çevirmen: Meryem Mine Çilingiroğlu, Yüz Kitap
TAŞ UYKUSU - ASLI TOHUMCU
"Hep aynı hikâye, diye düşünüyor. İnsanlar biner, insanlar iner.
Giderim dururum. Kapıları açarım, kapıları kaparım. Tekrar gider, tekrar dururum. Tepem atar, birine kornaya basarım. Birinin tepesi atar, bana kornaya basar. Işık yanar beklerim, ışık yanar giderim. Karşıdan geçen arkadaşa el ederim." Bezgin bir belediye otobüsü şoförü sabahın ilk saatlerinde besmelesini çekip aracını çalıştırıyor. Duraklar geride kaldıkça içerisi balık istifinden hallice oluyor. Binen herkesin derdi, telaşı, meselesi ayrı ama içinde saklı… Bu tuhaf seferin sonunda hayır mı, şer mi olacak, kimse bilmiyor...
Aslı Tohumcu, bir toplu taşıma aracına biniyor, yolcuların yüzlerine yakından bakıp zihinlerini tek tek okuyor. Bir otobüs dolusu insan üzerinden, ülkede yaşananlara, şiddete, hüzne, çaresizliğe,
sevgisizliğe, iletişimsizliğe, duyarsızlığa ve daha nicesine dair çarpıcı bir tablo ortaya koyuyor. Taş Uykusu, görmezden gelinen, unutulan, unutturulmaya çalışılan gerçeklerle bizi yüzleştirecek ve biraz da paranoyaklaştıracak bir yolculuğun romanı...
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Taş Uykusu, Yazar: Aslı Tohumcu, İletişim Yayıncılık, 2021, 100 Sayfa
DELİLER ARASINDA AKILLI OLMAK - SUSANNAH CAHALAN
“Rosenhan, psikiyatrik tanılar koymadaki yöntemlerimizin ve bilgi birikimimizin ne kadar zayıf ve hataya açık olduğunu çok çarpıcı ve etkili biçimde ortaya koyuyor.”
Jeffrey A. Lieberman
1973’te psikolog David Rosenhan “normal” insanların “deli” taklidi yaparak akıl hastanelerine girip giremeyeceğini, girseler bile kendilerine nasıl bir tanı konulacağını araştırmak üzere bir deneye girişti. Rosenhan ve yedi sahte hasta, sahte kimlikler ve sahte hastalıklarla çeşitli akıl hastanelerine girdiler. Acaba doktorlar, sağlıklı insanlara “akıl hastası” teşhisi koyacak kadar yetersiz miydiler? Ya akıl sağlığı sistemi, hastalara nasıl bir ortam ve tedavi imkânı sunuyordu?
Araştırmanın sonuçları kısa bir zaman içinde psikiyatrinin seyrini değiştirdi. Psikiyatrlar “kendilerine göre” tanı koymayı bırakıp bir akıl hastalıkları rehberi olan DSM’yi geliştirerek “bilimsel kriterlere göre” tanı koymaya yöneldiler. Fakat önemli bir sorun vardı: Rosenhan’ın bütün verileri gerçekten doğru muydu?
Nörolojik bir hastalığı varken yanlışlıkla psikiyatri servisine sevk edilen ve bu iki alan arasındaki belirsizliğin kurbanı olmanın eşiğinden dönen araştırmacı-gazeteci Susannah Cahalan, kendi öyküsüyle ilişkilendirdiği Rosenhan’ın peşinden giderek psikiyatrinin en derinlerine iniyor, akıl sağlığı sisteminden ilaç sanayisine, o zamandan bugüne dek yaşananları gün yüzüne çıkarıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Deliler Arasında Akıllı Olmak, Yazar: Susannah Cahalan, Çevirmen: Enes Toplanır, Say Yayınları, 2021, 416 Sayfa
ŞİMDİ REKLAMLAR - AKIN ÇOKUĞURLUEL
Sonra kalktım, gözüm sloganın yazılı olduğu kâğıtta, masanın çevresinde birkaç tur attım. Uzaklaştım, yakınlaştım. Eğilip okudum. Kalktım bir daha okudum. Sonra tuvalete gittim, kâğıdımı da götürdüm yanımda. İşerken baktım. Ellerimi yıkarken lavabonun önüne koydum. Yemek hazırlarken baktım. Bulaşık yıkarken bardak kırdım, elime cam parçası battı. Bardaktan geri kalanları toplarken baktım. Yatmadan önce kanepenin üstüne koydum. Gece yarısı kan ter içinde uyandığımda yine baktım. Yerinde mi diye kontrol ettim. Bir şey bekliyordum kâğıtta yazan slogandan. Kutsal bir emir gibi, oku, diyordu bana.
Evet, muhakkak başka bir şey anlatıyordu bu cümle:
Akın Çokuğurluel, dördüncü romanı Şimdi Reklamlar'da kimsenin bilmediği bir dilin, anlamadığı bir cümlenin peşinden koşan İsmet'in, vicdan azabı, suçluluk ve ölüm üçgeninde dolanan yolculuğunu anlatırken, sanal mutluluklarla, pırıltılı vaatlerle çevrelenmiş yaşantımızda, konuşmanın, anlamanın, anlaşılmanın yerini sorguluyor. Okuru, sahteliklerle dolu sanal dünyadan, sosyal ilişki ağlarından, renkli kutunun kandırmacasından, siyaha boyanmış kısa bir cümle ile çekip çıkararak hayata dair başka bir gerçeğe çağırıyor.
Her acı kendi lisanını doğurur.
Onun acısı bu siyahlığın içinde gizli.
Peki ya, seninki?
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Şimdi Reklamlar, Yazar: Akın Çokuğurluel, Nota Bene Yayınları, 2021, 216 Sayfa
OZA - ANDREY VOZNESENSKI
Ülker İnce'nin muhteşem çevirisi, Özdemir İnce'nin önsözü, Kenan Yücel'in desenleriyle, tümü numaralanmış özel basım. Selam Oza!
"1964 yılında yayımlanan Oza elli yıl sonra çok daha büyük bir şiir olarak çıktı karşıma. Ürperdim. Elli yıl sonra iyice kıskandım. Kıskandım, dehşetli tutkuyla, çünkü Oza sadece dünün ve bugünün şiiri değil aynı zamanda geleceğin şiiri. Kendini durmadan yenileyen bir şiir. Dünyanın bütün şairlerinin, geleceğin şairlerinin çarpışmak zorunda oldukları yaman bir rakip!
Oza, iç içe geçmiş sırılsıklam bir aşk şiiridir. Mayakovski'den sonra Rus şiirinin biçimsel sınırlarını kıran devrimci bir şiirdir. Önem ve büyüklüğünü anlatmak için, bu iki cümle bile yeter!"
Özdemir İnce
"Voznesenski, şiirinde 'sözüm ona ilerleme'ye, çıkarcıların, duygusuzların, göğüslerinde bir yürek taşımayanların eline geçince baskı aracı haline dönüşen 'kahrolası makine'ye karşı sevginin ve özgür insan ruhunun savunusunu üzerine alır. İnsani değerlerin baş koruyucusu olarak şair çıkar karşımıza. Bu eğilim, en çok da Oza adlı uzun şiirde görülür."
Mehmet H. Doğan
Kitaptan tadımlık bir alıntı:
Sen on yedindesin. Soluk soluğa kaldın yaptığın bütün o beden hareketlerinden. Adın ne olursa olsun. Siklotronun adını bile hiç duymuş değilsin.
Budalanın teki, iki merküri lambası dikmiş buraya, deniz kıyısına. Birbirimize doğru yürüyoruz. Birimiz bir lambanın, öbürümüz ötekinin yanından. İkimiz de sürüklüyoruz ardımız sıra bir ışık ışınını.
Sonra ellerimiz kavuşmadan önce gölgelerimiz birleşiyor –ölümcül bir solukluğun çevrelediği canlı, sıcak gölgelerimiz. Hâlâ bana doğru gelirmiş gibi görünüyorsun.
İnsanın ensesi her zaman geçmişe bakar. Zaman arkamızda uzar gider, troleybüs bekleyen insanların oluşturduğu uzun kuyruk gibi. Geçmiş benim arkamdadır –geçmişte omuzlarımda taşıdığım bir sırt çantasıdır. Ama siz geleceği arkanızda bıraktınız –bir paraşüt gibi ses çıkarıyor.
İkimiz birlikteyken, geleceğin senden bana aktığını duyumsuyorum, benden de sana –kum saatiyiz sanki.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Oza, Yazar: Andrey Voznesenski, Çevirmen: Ülker İnce, Ve Yayınevi, 2021, 64 Sayfa
DELİLİK GEMİSİ - ALİ AKAY
Bir vaka analizcisi Michel Foucault’nun 1961 yılında yayımlanan Deliliğin Tarihi eserinin ilk bölümünün yorumlanmasına odaklanan Ali Akay ve öğrencileri eserin neredeyse klasikleşmiş denilebilecek (anti-psikiyatrik çıkış olarak değerlendirilen) okumasının çizdiği sınırların bilhassa dışına taşarak eserdeki sanatsal bakışın içindeki verilerin nasıl kullanılabileceği tartışması üzerine yoğunlaşıyor. Foucault’nun diğer eserlerindeki arkeolojik ve soybilimsel araştırmalarının sonuçlarının da gözetildiği bu soruşturma düşünürün her vakaya göre başka türlü eyleyen, dikişlenemeyen bir tutumunun olduğunu gösteren bir bakış açısından hareket ediyor. Alternatif bir okumaya da imkân veren bu hareket Deliliğin Tarihi’ne edebiyat ve plastik sanat metinleri ilişkisi üzerinden yaklaşarak Türkçe literatürde bu tarz bir yönelimin ilk temsilciliğini üstlenme gibi önemli bir ayrıcalığın ortaya çıkmasını sağlıyor. Akay ve öğrencilerinin “konuşma olanağı” bulduklarında nasıl etkileyici söz deneycileri olduklarını gösteren bu çalışma Stultifera Navis ile sözün yaratıcılığının sularında yol alıyor, elbette tarihin farklı uğraklarına yaptıkları anlık sıçramalarla.
-Kurtul Gülenç
Michel Foucault’nun Klasik Çağda Deliliğin Tarihi kitabına damgasını vurmuş olan Stultifera Navis anlatısından yola çıkıyor Delilik Gemisi. Kitap, başlığındaki “delilik” ve “gemi” kavramlarıyla bir yandan bir öznel deneyime, bir yandan da bu deneyimin kurulması, dönüştürülmesi ve geliştirilmesi için gereken mekânsallaştırmaya gönderme yaparak Batı’ya özgü iktidar ilişkilerinin soybilimini takip ediyor. Mutlak olmayan, tıpkı Deliler Gemisinin üzerinde durduğu Avrupa nehirleri gibi akışkan olan sınırları çizme, sınırlarda durma, sınırın dışına çıkarma ya da içine alma pratiklerinde cisim bulan bu iktidar pratiklerinin analiziyle Ali Akay, Foucault’nun yaklaşık altmış yıl önce yayımlanmış ilk önemli eserinin eleştirel çizgisini günümüze taşıyor.
-Ferda Keskin
Foucault, kuralları her seferinde yeniden yazılacak bir “seksek” oyununun mucidi gibidir; kuralları kemikleşmiş oyunlara alışkın olanlar onda bocalar. Ali Akay, düşünürün bu dinamizmini yalnızca tanımıyor, ona içtenlikle eşlik ederek Deliliğin Tarihi’nin ilk bölümünü sanatsal bir yeniden yaratımla düşünüyor-düşündürüyor. Delilik Gemisi, Foucault yazınına bu yakadan yapılmış ustaca bir katkıdan ibaret değil, aynı zamanda “yeninin diriltilmesi” de.
-Çetin Balanuye
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Delilik Gemisi, Yazar: Ali Akay, Ayrıntı Yayınları, 2021, 160 Sayfa
Vitrin: Yeni Çıkanlar
Haftanın yeni çıkan kitapları arasından sizler için özel bir derleme yaptık. Keyifli okumalar dileriz.
04-10-2020 00:00

MiLAT - LALE MÜLDÜR
"Milat" sergisi, şair Lale Müldür'ün son dönemde üzerinde çalıştığı resimlerini bir araya getiriyor. Müldür'ün şiirlerinde beliren imgelerin izlerini taşıyan bu resimler, şairin dünyasıyla yeni karşılaşmalar öneriyor.
22 Eylül – 31 Ekim 2020 tarihleri arasında gezilebilecek olan "Milat" sergisinde Lale Müldür'ün şiirlerinin davet ettiği imgesel alanın renkleri, jestleri ve figürleri resimsel bir üretim içinde yeniden yorumlanıyor. Sergilenen resimlerde öne çıkan temel öğelerin başında figür geliyor. Bu figürlerin birçoğu şairin dostlarına ait portreler.
Aynı zamanda bu portreler arasında şairin Albrecht Durer gibi ruhsal yakınlık kurduğu sanatçılar da var. Müldür'ün resimleri dostlarına, yakınlarına ithafla başlayan ya da onlara hitaben yazdığı şiirleriyle ortaklık taşıyor. Adını Lale Müldür'ün son kitabı "Tehlikeliydi, Biliyordum"un ilk şiiri Milat'tan alan sergi, sanatçının üretiminde bir kırılma anını düşünmek arzusundan da besleniyor.
Küratörlüğü Yapı Kredi Kültür Sanat Sergiler Direktörü Kevser Güler tarafından üstlenilen "Milat" sergisine çevrimiçi etkinlikler de eşlik edecek. Serginin ayrıca Yapı Kredi Yayınları tarafından basılan bir de sergi kitabı var. Lale Müldür'ün şiirlerinden bir seçki, Fisun Yalçınkaya'nın kendisi ile yaptığı bir röportaj ve Kevser Güler'in bir metninin yer alacağı kitabın tasarımını Ulaş Uğur yaptı.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Milat - Lale Müldür, Yazar: Kolektif, Yapı Kredi Yayınları, 2020, 180 Sayfa
OĞLUMA HİKAYELER - YILMAZ GÜNEY
Yılmaz Güney, Oğluma Hikâyeler adlı kitabında yönetmen, oyuncu ya da senarist kimliğiyle değil, baba kimliğiyle çıkıyor karşımıza. Sade bir dille dostluktan, dayanışmadan ve paylaşmaktan yana olunması gerektiğini anlatıyor. Zor sorular soruyor ve bu zor sorulara bazen çocuk zihninden bazen de büyüklerin dünyasından cevaplar arıyor.
Oğluma Hikâyeler, hayatı tüm gerçekliğiyle kavramak için yola çıkan bir sanatçının ardından gelenler kaybolmasın diye bıraktığı bir ayak izi.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Oğluma Hikayeler, Yazar: Yılmaz Güney, İthaki Yayınları, 2020, 80 Sayfa
ORMANDA BİR BALKON - JULİEN GRACQ
Sivri yapraklı, sık dallı ağaçlarla çevrili bir sığınak, sonbaharla eğilen güneş ışınlarının nemli toprakta bıraktığı tatlı sıcaklık, geride kalan yaz günlerinin hatırasını belleğinde taşıyan, tüm sırları içine hapseden geçit vermez bir orman... Ormanın kalbinde, ağaçlar ve bitki örtüsüyle bütünleşmiş rutubetli, alçak tavanlı, yorgun bir koruganı kendine yuva bellemiş bir asker...
Ormanda Bir Balkon, savaş tüm şiddetiyle ağır ağır yaklaşırken, ölümden ve acıdan arınmış bir başka gerçekliğin; patikada sağlam adımlarla yol alan, ormanın kuytularında soluklanıp hayat bulan Asteğmen Grange'ın hikâyesidir. Grange'ın gözünde yaşam, dört bir yandan hücum eden yangının ortasınd a, gergin bekleyiş sürerken ve ölüm yaklaşırken rüzgârla salınan dalların hışırtısına, kuşların kanat çırpışına, dağların ardında usulca batan güneşin kızılına tutunmaktır.
Savaşı ardında bırakıp kan revan içinde yuvaya dönmeye çalışanların yaşama, yeni güne ve bir ormana inanabilme ihtimali üzerine sarsıcı bir anlatı.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ormanda Bir Balkon, Yazar: Julien Gracq, Çevirmen: İsmet Birkan, Sel Yayıncılık, 2020, 175 Sayfa
KÖTÜLÜK - JULİA SHAW
Kötülük neden insanlara bu kadar korkutucu ama bir o kadar da ilgi uyandırıcı gelir? Örneğin neden seri katillerin hayatlarına ve yaptıklarına merak duyarız? Ya da neden gerçek hayatta karşılaştığımızda kendimizi korumaktan başka bir şey düşünmezken, filmlerde ve dizilerde şiddeti bu kadar ön plana çıkarır, hatta bazen adeta yüceltiriz? Gelmiş geçmiş en kötü insanlardan biri olmasına rağmen Hitler neden hâlâ en popüler tarihi kişiliklerden biridir? Peki ya siz geçmişe gidebilseydiniz, bebek Hitler'i öldürür müydünüz?
İnsan sadece siyah veya beyaz olmayan, grinin her tonunu barındıran bir canlı. Bütün hayatımız boyunca tek bir duygu hissedemeyeceğimiz gibi, sadece "iyi" ya da "kötü" de olamayız. Çoğunluğun iyiliği için bebek Hitler'I öldürmek isteyecek binlerce "iyi" insan bulabiliriz örneğin. Kötülüğe merakımız da işte buradan, eylemlerimizi anlamlandırma isteğinden gelir. Julia Shaw Kötülük'te bu noktadan başlayarak insanlığın yüksek sesle dile getirmeye çekindiği karanlık tarafını inceliyor. Akıl hastalıkları ve cinsel sapkınlıklardan tecavüz "kültürüne", yapay zekâ ve teknoloji ikileminden terörizme, kötülüğü bütün ahlaki ve etik yönleriyle ele alıyor. Kötülük, aydınlatıcı olduğu kadar çarpıcı bir kitap.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kötülük, Yazar: Julia Shaw, Çevirmen: Funda Sezer, Say Yayınları, 2020, 312 Sayfa
SU İNSAN VE ÇEŞMESİ - IVO ROSATİ
Birisi musluğu düzgünce kapatmamıştı ve küçük damlacıklar saatler boyunca yavaş yavaş
lavaboya damlamıştı. Ev sahibi ortada yoktu ve kimse de nerede olduğunu bilmiyordu. Acaba
Fiji Adaları'na mı gitmişti? Yoksa mavi altın madenlerinin olduğu söylenen Afrika'ya şansını
denemeye mi gitmişti?
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Su İnsan ve Çeşmesi, Yazar: Ivo Rosati, Çevirmen: Gülfer Kırbaş, Nota Bene Yayınları, 2020, 32 Sayfa
Vitrin: Yeni çıkanlar
Değerli İleri Kitap takipçileri ve kitap okurları, her hafta yeni çıkan kitapları titizlikle inceliyor ve size özel bir derleme yaparak öneri listemizi sunuyoruz. Bu hafta da birbirinden güçlü kalemler tarafından yazılmış beş kitabı beğeninize sunuyoruz. Keyifli okumalar!
27-09-2020 00:01

ADAK CİLT 1: SÜRGÜN - DENİZ ERBULAK
Nehir Efser, uzaklara sürülmüş genç bir öğretmendi.
Her şeyi geride bırakmış, kendi yolunda yürümüş, genç, capcanlı.
Ama geldiği şehirde kendisini bekleyen karanlığı tahmin etmesi imkânsızdı.
Cinayetlerin arkası kesilmiyordu. Emniyet Müdürü karanlık itikatlarla ilgili söylentilerden bezmişti. Eski Soy’un lideri Arim Alator’sa her şeyin farkındaydı. Yeni gelen öğretmenin, karanlık soyun çocuklarını ayırt etmesi an meselesiydi artık.
Bu şehirde hiçbir şey zannedildiği gibi değildi. Hiçbir şey!
Naci Bey hafif bir endişeyle misafirine baktı:
“Şu geçenlerde öldürülen adam mı?”
“Evet, yaklaşık üç hafta önce,” dedi Arim Alator.
“Adak olarak adandığına emin misiniz? Belki de…”
“Adamı bulduğumda musallat olan hâlâ başındaydı.”
“Ah,” dedi adam. Boğazını temizledi. “Kim musallat etmiş peki?”
“İsmi mühürlenmiş,” dedi Arim Alator.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Adak Cilt 1 – Sürgün, Yazar: Deniz Erbulak, İthaki Yayınları, 2020, 240 Sayfa
CİNSEL NORMALLİĞİN KURULUŞU - EZGİ SARITAŞ
Osmanlı döneminde cinsel yaşamın bugünkünden farklı olduğunu biliriz. Okuduğumuz metinler, karşımıza çıkan imgeler, üstü örtülmek, inkâr ya da "tevil" edilmek istense de bir başkalık olduğunu sezdirir bize. Tarihi bilmenin ilk yararı geçmişin şimdiki gibi olmadığını fark etmemizdir elbette, ama bir başka bakımdan da yararlanırız tarihten: Kanıksadığımız, doğal saydığımız "bugün"ün nasıl şekillendiğini, şimdi'ye nasıl vardığımızı anlarız; bu da şimdi'ye yakıştırdığımız mutlaklığı sarsar. Queer teoride heteroseksüel cinselliğin normal kabul edilmesi süreci üzerine üretilen zengin literatür ve tartışmaların eşliğinde Ezgi Sarıtaş, basmakalıp fikirlerden ve okuma stratejilerinden olabildiğince uzak durarak, düşünmeyi ve nesnesini ciddiye alarak, yani anlamayı ön plana koyarak cinsel modernleşmenin izini sürüyor; edebiyata olduğu kadar hatırat, popüler cinsellik ve tıp metinlerine bakıyor: Geçmişteki normalin ne olduğunu, Geç Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde o normalin nasıl değiştiğini, bugün normal saydığımızın nasıl oluştuğunu ve sürecin içerdiği tutarsızlıkları, istikrarsızlıkları ve çizilen zikzakları araştırıyor.
Queer teoriyle olduğu kadar modernleşme, tarih ve felsefeyle ilgilenen okurlarımızın da zevkle okuyacağına inanıyoruz.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Cinsel Normalliğin Kuruluşu, Yazar: Ezgi Sarıtaş, Metis Yayıncılık, 2020, 376 Sayfa
BU ŞEHRİN MUTFAKLARINDA BIÇAK YOK - HALİD HALİFE
''Şehirler de ölür, tıpkı insanlar gibi.''
Arapça edebiyatın güçlü temsilcilerinden Halid Halife, Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok kitabıyla politik, dinî ve cinsel zorbalığın gölgesi altında yaşayan Suriyeli bir ailenin üç nesle yayılan, ''utanç'' duygusuyla kuşatılmış hikâyesini anlatıyor.
Türkiyeli okurların ilk kez okuma fırsatı bulacakları Halife'nin, 2013 Necib Mahfuz Kitap Ödülü'ne değer görülen romanı, yanı başımızdaki komşu bir ülkenin pek de bilmediğimiz tarihine ve siyasi dalgalanmalarına dair geniş bir vizyon sunuyor.
Özgün dili olan Arapçadan titizlikle çevrilen eser; bireysel ve toplumsal düzeydeki çöküşü, sözünü sakınmayan bir gerçekçilikle ve etkileyici metaforlarla anlatıyor.
Yıllar içinde yıkıcı bir dönüşüme maruz kalan, çoğu kişinin eski günlerini özlemle andığı Halep şehrinin başlı başına bir karakter olarak yer aldığı roman; elli yılı aşkın bir dönemde Suriye'de yaşanan toplumsal parçalanmayı, yıkılan hayalleri, şiddeti, bastırılan acı ve korkuyu sosyal ve psikolojik derinlikle yarattığı çok sayıda karakter aracılığıyla gözler önüne seriyor. Halife, bu şiirsel yapıtında, doğduğu şehrin ruhunu etkileyici bir gözlem gücü ve açıksözlülükle yansıtıyor.
Suriye'deki çatışmanın kökenini daha ''derinden'' anlamak isteyenlerin mutlaka okuma listelerine almaları gereken Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok; sokakları, kokuları, yemekleri, müziğiyle Halep'in kapalı kapılar ardına hapsedilişini ''şaşırtıcı'' yaşam manzaraları üzerinden paylaşıyor.
''Halep, korkunun meşrulaştırıldığı bir şehre dönüştürülmüş, resmen cezalandırılıyordu. Tasmalarını tutanlara karşı sadakatleri dışında hiçbir şeyi doğru düzgün yapamayan bozguncu istihbarat görevlilerinin keyfî istekleri altında ezilen bir şehirdi artık Halep.''
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok, Yazar: Halid Halife, Çevirmen: Hümeyra Rızvanoğlu Süzen, DeliDolu, 2020, 256 Sayfa
ANALARIN HAKKI - SELÇUK BARAN
Selçuk Baran’ın yedi öykü kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan Ceviz Ağacına Kar Yağdı (2008) adıyla tek ciltte toplanmıştı. Bütün öyküleri şimdi gözden geçirilerek, yazar portreli kapaklarla ayrı ayrı basılıyor.
Selçuk Baran’ın ikinci öykü kitabı Anaların Hakkı (1977) 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görülmüştü. Dokuz öyküden oluşan kitapta Selçuk Baran çaresizliklerin, umutsuzlukların, acıların mutluluklarla, umutlarla yan yana yaşadığı, çürümeyle yeşermenin iç içe geçtiği bir toplumda, sınırlarını kendilerinin çizdiği küçük dünyalarında ömür tüketen insanların fırtınalı dünyalarına ustaca sokuluyor.
Yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinde düşsel, şiirli bir hava yaratmakta başarı gösterdiği kabul edilen Selçuk Baran, Behçet Necatigil’den Vedat Günyol’a, Füsun Akatlı’dan Selim İleri’ye, Hulki Aktunç’tan İbrahim Yıldırım’a, İnci Aral’dan Behçet Çelik’e pek çok yazarın övgüyle üstünde durduğu, ancak günümüz okuru tarafından daha fazla keşfedilmeyi bekleyen bir yazar.
“Bir zamanlar pek içli dışlı olduğu gündelik yaşantısı, ondan kopup gitmişti. Ancak yeni öğrendikleriyle biçimlenebilecek, saydam, ağırlıksız bir maddeydi çevre. Üzerine hiçbir şey çizilmemiş kocaman bir cam parçası....”
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Anaların Hakkı, Yazar: Selçuk Baran, Yapı Kredi Yayınları, 2020, 96 Sayfa
BAŞKASI ÜZERİNE DÜŞÜNMEK - TED COHEN
Amerikalı filozof Ted Cohen, Başkası Üzerine Düşünmek adlı küçük dev kitabında, edebiyattan güç alarak yaşama ve ilişkilere bakıyor. Sanata neden değer vermemiz gerektiğini hatırlatırken, hakikatle kurduğumuz bağı da sorgulamamızı sağlıyor. Cohen, felsefenin özündeki tartışmalardan birine daha ulaşıyor böylece: "İnsan neden sanat eserleri yaratır?"
Alıştığımız şekliyle bu soruya verilen ortak cevap, sanatın günlük yaşamı ve ruhsuz toplumu kurtaran bir zarafet olduğu yönünde. Cohen, böylesine yargılayıcı ve üst tondan bir bakışla yaklaşmıyor soruya. Tersine sağlıklı bir insanlık için bilimden ve gerçeklerden daha fazlasına ihtiyaç duyduğumuzu ima ediyor. Kurgunun neden kurgusal olmayan kadar, yani sanattaki gerçekliğin yaşam kadar önemli olduğunu gösteriyor. Başkası Üzerine Düşünmek, sadece sanatın ne yaptığını, Hegel'in tarihselci teorisi gibi neden onu takdir ettiğimizi anlatmıyor, aynı zamanda yaşamı güçlü kılacak etik değerler geliştirmemiz için sanatla uğraşmamız gerektiğini tembihliyor.
Cohen'e göre başkalarını anlama yeteneğimiz metafor yaratma ve kavrama kabiliyetimizle aynı... Metafor yapmanın arkasındaki bilişsel süreç ya da metaforları neden anlayabildiğimiz değil Cohen'in derdi, tersine, "metaforun kalbinde gizem var" sözüne inanmak. Cohen'in metaforla kurduğu ilişki birbirini anlamayı, kendini başkası olarak hayal etmeyi içeriyor. Ona göre metafor yeteneği, bir şeyi başka bir şey olarak düşünmek. Metaforik hayal gücü, sanatla zenginleştirilmiş yaşam, başkalarını anlamaya, böylece etik bir yaşam sürmemize yardım etme kapasitemize katkıda bulunuyor.
Farklı bir kimliğe sahip olmanın, başka bir deneyimle mecazi şekilde özdeşleşmenin nasıl bir şey olduğunu hayal etmek, başkalarının bizi nasıl gördüğüyle veya kendimizi gelecekteki koşullarda nasıl görebileceğimizle ilgili bir kurgu. Kendimizi başkalarının gördüğü gibi hayal etmek, inanılmaz derecede karmaşık bir görev. Yapılması çok zor çünkü kendimizi hem terk etmemiz hem de yanımızda taşımamız gerekir. Kendimizi başka bir kişi olarak hayal etmeliyiz ama sonra gerçek bize dönmeli ve ne gördüğümüzü keşfetmeliyiz.
Sanatın hayati önemi burada Cohen için. Metaforik hayal gücüyle farklı yaşamları denemek için bize ilginç, çeşitli fırsatlar sunuyor edebiyat. Sanatsal yolculuğumuz sayesinde, dünyamızdaki diğer insanlarla nasıl uyumlu iletişim kuracağımız ve yaşayacağımız hakkında daha fazla şey öğreniyoruz.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Başkası Üzerine Düşünmek, Yazar: Ted Cohen, Çevirmen: Umur İda, Nota Bene Yayınları, 2020, 104 Sayfa
Vitrin: Yeni Çıkanlar
Bir haftayı daha geride bırakır ve yeni haftaya başlarken kitap okurlarının ilgisini çekebileceğini düşündüğümüz bir derleme yaptık. Haftanın yeni çıkan kitapları arasından İleri Kitap okurlarına özel hazırladığımız bu seçkiyi beğeneceğinizi umuyor, keyifli okumalar diliyoruz.
20-09-2020 00:01

KADINLAR DİRENİŞ VE DEVRİM - SHEİLA ROWBOTHAM
1600’lerden 1968’e uzanan bir özgürleşme tarihi… Kadınların benlik, kimlik, hak arayışı ve özgürlük mücadelesiyle geçen bu on yıllar boyunca direnç örneği oluşturan, ekmek ve gül mücadelesini yükselten, düşünen ve eyleyen isimler…
Mary Wollstonecraft, Flora Tristan, Margaret Fuller, August Bebel, Eleanor Marx, Olive Schreiner, Sylvia Pankhurst, Emma Goldman, Aleksandra Kollontay, Ding Ling, Han Suyin…
Feminizmin ve feminist yazının tarihinden kilometre taşları… Bir yanda unutulanlar: Edward Carpenter ve Aşkın Yetişkinlik Çağı mesela. Diğer yanda tekrar tekrar okunanlardaki yeni ayrıntılar: Engels ve Ailenin Kökeni örneğin.
Sadece kuramsal kitaplar değil, halk şarkılarındaki, şiirlerdeki, romanlardaki kadın portreleri. Ekmek kavgası verenler, özgür aşk için mücadele edenler ve ikisini birleştirenler… Devrim, sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadelesi ile kadınların kurtuluş mücadelesi arasındaki ilişkiler, gelgitler, gerilimler…
Ve devrimlerin başardıkları ile yarıda bırakıp başaramadıkları… İngiltere’deki oy hakkı mücadelesinde, Fransız Devrimi’nde, Paris Komünü’nde, Rus Devrimi’nde, Çin’de, Vietnam’da, Küba’da, Cezayir’deki kurtuluş mücadelesinde yapılanlar, yapılamayanlar…
Tarihte, düşünürlerde, kitaplarda, makalelerde, şarkılarda, hayatlarda üç yüz elli yıllık olağanüstü bir gezinti… Kadınlar, Direniş ve Devrim
Yaşanan toplumsal devrimler içerisinde kadınların “öteki devrimi”ne odaklanan Sheila Rowbotham’ın bu devrimi anlatan sözleri: “Devrim içinde devrim, kendi gözlerinizle görmek, dış dünyaya kendi ellerinizle dokunmayı öğrenmek, deneyimleri kendi zihninize tercüme etmek, sesleri biçimlendirmek, kendi sözcüklerinizi üretmek ve size zorla kabul ettirilmekle kalmayıp yüzyıllardır başkası tarafından yönetildiğiniz için artık derinize ve içinize işlemiş maskeyi çıkarıp atmak anlamına gelir.”
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kadınlar Direniş ve Devrim, Yazar: Sheila Rowbotham, Çevirmen: Nilgün Şarman, Yordam Kitap, 2020, 320 Sayfa
ÖLÜ DİLDE BİR HAYALPEREST - GRACE PALEY
''Bu hayatı nasıl yaşamalıyız?''
Benzersiz üslubuyla pek çok yazarın hayranlığını kazanmış Grace Paley'den, sıradan insanların ''sıradan'' yaşamlarına ayna tutan sıradışı öyküler: Ölü Dilde Bir Hayalperest.
1995 yılında Pulitzer Ödülü'nde finale kalan Toplu Öyküler seçkisinden derlenerek Türkçede ilk kez yayımlanan bu öyküler; insan ilişkilerine, yalnızlığa, varoluşun getirdiği kaçınılmaz korku ve arzulara dair çarpıcı tespitleriyle zihinlerde uzun süreliğine yer edecek.
Gözlem gücüyle okurunu şaşırtmayı başaran Paley, kendi deyişiyle, yaşadığı ülkenin ve şehrin sakladıklarını gün yüzüne çıkarmaya, anlatılmayanı anlatmaya çalışırken, hayatın iç acıtan keskin yönlerini kendine has iyimserliğiyle yumuşatıyor. Bu son derece gerçekçi ve kimi zaman taşıdıkları dramatik içerikle zıtlaşan eğlenceli diyaloglara dayalı öykülerde, New York'un alt sınıf insanlarının, göçmenlerin, bekâr annelerin, aldatılan karıkocaların yaşamlarına bütün doğallığı içinde tanık oluyoruz.
Kadınlar hakkında yazmanın başlı başına ''politik bir eylem'' olduğunu vurgulayan yazarın; kadın-erkek ilişkilerini, anneliği, evlilik ve cinselliği ele alışındaki eleştirel ve alaycı tavır, gerçekliğin en ağır meselelerini yüzümüze vururken bile elden bırakmadığı mizahi anlatım, onu bütünüyle özel bir yazar hâline getiriyor.
''Bu zamanda âşık olmak için şaşı, camdan dışarıya, oturduğun buz gibi soğuk sokağa bakmak için de kör olman gerekiyor.''
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ölü Dilde Bir Hayalperest, Yazar: Grace Paley, Çevirmen: Püren Özgören, DeliDolu Yayınları, 2020, 208 Sayfa
TÜRBÜLANS - NAİLE DİRE
Be hey ben sevdalanıp ordu kuracağım
Kız gibi bir ordu vahşi değişken
Çekip cenkleşecek kadar ani
Nasıl ki düşer adım dillere hayret
Adım ular kendini esmer kavsine
Buzun suya dönerken çıtırtısı adım
Öfkesi üzerime olsun tanrının be hey
Günahı boynuma ettiklerimin kız gibi!
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Türbülans, Yazar: Naile Dire, İthaki Yayınları, 2020, 56 Sayfa
İSLAM-SOSYALİZM BOLŞEVİK DEVRİMİ VE DİN - OSMAN TİFTİKÇİ
Çalışma Sovyet devriminin Türkiyeli okur tarafından pek bilinmeyen bir yanını, Bolşeviklerin dini alandaki politikalarını ve bu politikaların Müslüman toplumlar üzerindeki etkilerini inceliyor. Bu konuda, İslami kesimden bazı araştırmacıların çalışmaları vardı. Fakat gelişmeleri sol bakışla inceleyen bir çalışma ilk kez yapılıyor.
Kitabın önemli bir özelliği, 1905'ten 1930'lu yıllara kadar olan dönem için birinci el Osmanlıca kaynakları kullanması. Dönemin İslamcı yayın organları olan Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad, İslam Mecmuası ve bazı günlük gazetelerin yanı sıra, dönemin sol yayın organları (İştirak, Kurtuluş, Aydınlık, Yeni Hayat, Emek,vd) bunlar arasında. Bunların yanı sıra çalışmanın ana kaynağını, Bolşevik devriminden sonra Türkiye'ye gelen milliyetçi-İslamcı siyasi liderlerin, aydınların çıkardığı dergiler oluşturuyor. Bu dergiler 1917 Şubat ve Ekim devrimlerinde sorumlu düzeylerde bulunmuş kişiler tarafından çıkarılıyordu. Bu dergilerin ilgi alanı hemen hemen tümüyle Sovyetler Birliği ve Müslümanlardı. Bunlar Sovyet basınını takip ediyor, birinci elden haberler ve yorumlar alıyorlardı. Dolayısıyla bu dergiler Sovyetler Birliği ve Müslümanlar arasındaki gelişmeler için birinci el kaynak durumundaydılar.
Kitapta başlıca iki konu üzerinde duruluyor. İlk olarak İslam dünyasında, İslam ve sosyalizm arasındaki ilişkiye dair düşünceler, tarihi seyri içinde inceleniyor. İslamiyet ile sosyalizmi bağdaştıran görüşlerin esas olarak 1905 Rus devrimi ile birlikte İslam dünyasının gündemine girdiğini görüyoruz. İkinci olarak, Sovyet iktidarlarının din ile mücadeleye yönelik çalışmaları, bu çalışmalara karşı oluşan tepkiler, geri adımlar ve Rusya Müslümanlığındaki değişimler günümüze kadar inceleniyor.
Eser Rusya Müslümanlarının siyasi hareketlerine ve dini yapılanmalarına geniş yer veriyor. Rusya Müslümanları homojen bir yapıya sahip değillerdi. Orta Asya (Türkistan) ve Kuzey Kafkasya (Dağıstan) Müslümanları ile Azeriler, Volga boyu ve Kırım Müslümanları, toplumsal-ekonomik yapı bakımından çok farklıydılar. Bu farklar siyasi ve dini tavırlara da yansıyordu. Bu nedenle Rusya Müslümanları içinde Cedidciler ve Kadimciler mücadelesi ortaya çıkmıştı. Başını Orta Asya Müslümanlarının çektiği Kadimciler (Gelenekçiler) ile, liderliğini Kırım ve Volga boyu Tatarlarının, Azerilerin yaptığı Cedidciler (Yenilikçiler) arasındaki mücadele çalışmada ayrıntılarıyla ele alınıyor. Bu noktada, Cedidci aydınların ve ulemanın sadece Rusya Müslümanları içinde değil, genel olarak İslam dünyasında oynadığı öncü reformist rolü izleyebiliyoruz.
Kitapta Cedidci hareketin Şubat devrimi ve Ekim devrimi karşısındaki farklı tavırları, bunun nedenleri, Cedidci hareketin Bolşevik devrimi sürecinde tarihten silinmesine yol açan iç dinamikleri ayrıntılarıyla tartışılıyor.
Uygulanan ekonomik, siyasi, sosyal ve dini politikalar sonucunda Sovyetler Birliği (Müslüman cumhuriyetler dahil) 1970'li yıllarda dünyadaki en laik, dinin toplum üzerindeki etkisinin en az olduğu ülke haline geldi. Müslüman toplumlardaki dini dönüşüm çalışmada örnekleriyle anlatılıyor. Sovyet sisteminin çöküşü ve kapitalizmin resmen kuruluşuyla birlikte dini gericiliğin nasıl geri geldiği de kitapta örnekleriyle inceleniyor.
Kısacası, kitap bu konudaki tartışmalara yeni bir soluk getiriyor...
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: İslam-Sosyalizm Bolşevik Devrimi ve Din, Yazar: Osman Tiftikçi, Nota Bene Yayınları, 2020, 408 Sayfa
HAZİRAN - SELÇUK BARAN
Selçuk Baran’ın yedi öykü kitabı daha önce Yapı Kredi Yayınları’ndan Ceviz Ağacına Kar Yağdı (2008) adıyla tek ciltte toplanmıştı. Bütün öyküleri şimdi gözden geçirilerek, yazar portreli kapaklarla ayrı ayrı basılıyor.
Selçuk Baran’ın ilk öykü kitabı Haziran (1972) 1973 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’ne değer görülmüştü. “Ceviz Ağacına Kar Yağdı”, “Zambaklı Adam”, “Kavak Dölü” gibi yirmi bir unutulmaz öyküden oluşan kitap çıktığı tarihte güçlü bir yazarın gelişini müjdelemişti.
Yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinde düşsel, şiirli bir hava yaratmakta başarı gösterdiği kabul edilen Selçuk Baran, Behçet Necatigil’den Vedat Günyol’a, Füsun Akatlı’dan Selim İleri’ye, Hulki Aktunç’tan İbrahim Yıldırım’a, İnci Aral’dan Behçet Çelik’e pek çok yazarın övgüyle üstünde durduğu, ancak günümüz okuru tarafından daha fazla keşfedilmeyi bekleyen bir yazar.
“Hayır, baharla gelen bir ruh zayıflığı filan değildi! Ne münasebet! Gerçi gözlerimin hafifçe dolduğunu yadsımıyorum. Bekâr bir kızın çiçek alması dokunur bana. Hepsi bu işte!”
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Haziran, Yazar: Selçuk Baran, Yapı Kredi Yayınları, 2020, 136 Sayfa
Vitrin: Yeni Çıkanlar
Sevgili İleri Kitap takipçileri ve kitap severler, haftanın yeni çıkanları arasından sizler için bir derleme yaptık. Beğeneceğinizi umuyor, keyifli okumalar diliyoruz.
06-09-2020 00:00

ICKABOG – J.K. ROWLING
J.K. Rowling’in Türkiye’deki yayıncısı Yapı Kredi Yayınları‘nın internet adresinden 1 Eylül 2020 ve 16 Ekim 2020 tarihleri arasında dizi şeklinde yayımlanacak olan Ickabog’a 23 Ekim 2020 tarihine kadar http://www.ykykultur.com.tr/ickaboghikaye adresinden ulaşılabilecek. Dizi şeklinde ve ücretsiz olarak yayımlanacak olan Ickabog, J.K. Rowling’in bundan on yıl kadar önce, kendi çocuklarına uykudan önce anlatmak için kaleme aldığı özgün bir masal.
İlk üç bölümü resmî internet sitesinden (www.ickabog.com) ve İngilizce olarak yayımlanan hikâye, ilk kez 26 Mayıs 2020’de okurlarıyla buluştu. Daha sonra ise siteye 10 Temmuz 2020’ye kadar hafta içi her gün yeni bölümler eklendi.
Hayali bir ülkede geçen ve J.K. Rowling’in diğer çalışmalarıyla hiçbir bağı olmayan Ickabog, yazarın metinlerinde sık sık işlenen temaları da içeren tek bir hikâyeden oluşuyor.
Çocuklarının çok sevdiği bu hikayeyi Covid-19 salgını döneminde yaşanan sokağa çıkma kısıtlamaları sırasında paylaşmaya karar veren Rowling, bunu çocukları, anne - babaları ve çocuklarla ilgilenenleri eğlendirmesi için yapmış.
J.K. Rowling, basılı ve e-kitap versiyonları da Aralık ayında yayımlanacak olan Ickabog’un satışından elde edilecek olan teliflerin tamamını İngiltere ve dünyada pandemiden zarar gören kişilere yardım eden projelere bağışlayacak.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ickabog, J.K. Rowling, Yapı Kredi Yayınları, 2020
UÇUCU BEDENLER BEDENSEL BIR FEMINIZME DOĞRU - ELIZABETH GROSZ
Queer kavramının, yurt içinde ve yurt dışında teorik ve pratikte yaptığı sıçramaya ve queer kavramıyla ilişkili var olan ya da ortaya çıkabilecek mikro politikalara temas etmeyi hedefleyen bu seri, queer teoriyi LGBT'lere özgü bir kimlik politikası olmanın ötesine taşıyarak teorileştirmeyi de sorgulamanın peşinde olacaktır. Queer teori ile iktidar, marjinallik, ayrıcalık ve normativiteyi ele alan diğer sosyal ve kültürel teorilerarasındaki ilişkilere ya da anlaşmazlık noktalarına odaklanacak olan bu eserler, eleştirel ırk ve kimlik teorileri, antropoloji, Marksizm, Anarşizm, Postyapısalcı teori,feminist teori, erkeklik çalışmaları, sakatlık çalışmaları, güncel sanat ve görsel kültür teorileri ve queer kavramının kapsamına giren her türden metinle kesişecektir.
Uçucu Bedenler, bedeni, çeperden alıp incelemenin merkezine çekecek ve böylece bedenin öznelliğin ana "maddesi" olarak kavranmasını sağlayacak bir yeniden düşünme çalışmasıdır. Özne, bedenli bir varlık olarak tanındığında, özgüllüklerinin nötrleştirilmesi ve yok sayılması kolaylıkla mümkün olmaz; kadının erkek tanımı içine batırılması sonucunda, kadının başına gelen bu olmuştur. Beden, cinsel farkın müttefikidir ve görünürde tehlikesiz olan, ancak kadınların kültürel ve entelektüel olarak ortadan kaldırılmasını gizleyen, fallus merkezci bir takım kabullerin sorgulanmasında anahtar bir terimdir: hümanizmin evrenselci ve evrenselleştiren kabullerini sorgulamaya yardım eder. Hümanizm kavrayışı üzerinden kadınların —ve tüm başka grupların— özgüllükleri, konumları ve tarihleri geçersiz veya gereksiz kılınmıştır. Beden, öznenin içselliğine bir insan doğası atfetme eğilimine direnir; ve öznelliği birbirini dışlayan iki alana ayıran düalizm eğilimlerine karşı koyar. Ancak, tabii ki, bedenin de müzakere edilmesi ve ilgilenilmesi gereken problemleri, riskleri ve tehlikeleri yok değildir. Bu kitap, aynı zamanda, kendisinin doğrudan tartışmadığı bir şey "hakkında". Bu kaygan ve muğlak terimin tüm zengin titreşimleriyle birlikte, bu kitap cinsellik "üzerine". Bu terimin, kitap kapsamında ilgilenilen meseleler bağlamında geçerli olan en az dört farklı anlamı var. Birincisi, cinsellik, bir özneyi bir nesneye yönelten, bir dürtü, bir impuls veya bir tahrik olma biçimi olarak anlaşılabilir. Psikanaliz, cinselliğin bir dürtü olarak incelendiği büyük bilimdir. İkincisi, cinsellik, bedenleri, organları, hazları ve çoğunlukla ama her zaman olmamak koşuluyla, orgazmı içeren bir edim, bir dizi pratik veya davranış olarak anlaşılabilir. Üçüncüsü, cinsellik bir kimlik bakımından da anlaşılabilir. Bugün yaygın biçimde toplumsal cinsiyet terimiyle tarif edilen bedenlerin cinsiyeti, en az iki farklı biçim önerir, ve genelde kadın-erkek ikili karşıtlığı üzerinden anlaşılır. Ve dördüncüsü, cinsellik çoğunlukla, öznelerin arzularının, farklarının ve bedenlerinin haz arayışlarının belli biçimleri olduğunu belirten bir dizi yönelime, konumlanmaya ve arzuya işaret eder.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Uçucu Bedenler Bedensel Bir Feminizme Doğru, Yazar: Elizabeth Grosz, Çevirmen: Kevser Güler, Nota Bene Yayınları, 2020, 328 Sayfa
KOLEKTIF HAFIZA KITABI
Son otuz yılda beşerî ve sosyal bilimlerde çok az kavram “kolektif hafıza” kadar ilgi konusu oldu. Terim akademinin sınırları dışında, siyaset ve gazetecilikte de sık sık kullanıldı; dünyanın önde gelen gazetelerinin birinci sayfalarında ve iktidar sahiplerinin konuşmalarında kendine yer buldu. Mevcut toplumsal, siyasal ve kültürel durumu anlamak için anahtar bir kavram haline gelen “kolektif hafıza”, farklı ama birbiriyle bağlantılı fenomenleri irdeleyip yerli yerine oturtmada bugün artık kılavuz ilke konumunda.
Gelgelelim, terimin anlamı, kökeni ve içerimi hakkında hâlâ büyük bir kafa karışıklığı var. Kolektif Hafıza Kitabı işte bu kafa karışıklığını giderme yönünde atılmış büyük bir adım. Kolektif hafızayı konu edinen eski ve yeni çalışmaları, çığır açıcı metinlerden bulunması zor klasiklere varıncaya dek, belli başlıklar altında (Öncüler ve Klasikler; Tarih, Hafıza ve Kimlik; İktidar, Siyaset ve Mücadele; Medya ve Aktarım Tarzları; Hafıza, Adalet ve Çağdaş Dönem) bir araya getiren bu eser, alana esaslı bir giriş yapmak isteyen öğrenci ve akademisyenler açısından vazgeçilmez bir kaynak.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kolektif Hafıza Kitabı, Yazar: Jeffrey K. Olick (Derleyen), Vered Vinitzky-Seroussi (Derleyen), Daniel Levy (Derleyen), Çevirmenler: Zehra Can, Ümit Keskin, Tarık Özbek, Dipnot Yayınları, 2020, 364 Sayfa
YENI KARANLIK ÇAĞ TEKNOLOJI VE GELECEĞIN SONU - JAMES BRIDLE
Neyi, nasıl bildiğimiz ve bilemediğimiz hakkında Yeni Karanlık Çağ.
Teknolojinin geçtiğimiz yüzyılda yakaladığı ivme gezegenimizi, yaşadığımız toplumları ve bizleri hızla dönüştürdü, ama bunlara dair kavrayışımızı dönüştüremedi. Bugün teknolojik sistemlere öylesine gömülmüş haldeyiz ki pratiğimizi de düşünce tarzımızı da onlar şekillendiriyor artık. Ne bu sistemlerin dışında durabiliyoruz, ne de onlarsız düşünebiliyoruz.
Karşı karşıya olduğumuz en büyük sorunların bir sorumlusu da sahip olduğumuz teknolojilerdir: İnsanların çoğunu yoksullaştırıp zenginle fakir arasındaki uçurumu her gün biraz daha genişleten zıvanadan çıkmış bir ekonomik sistem; siyasal ve toplumsal mutabakatlardaki çöküş ve bunun sonucu olarak milliyetçiliğin, toplumsal ayrışmaların, etnik çatışmaların ve gölge savaşların tüm dünyada artması; hepimiz için varoluşsal bir tehdit oluşturan küresel ısınma.
Teknolojinin bizi götürdüğü yerde deliye mi döneceğiz, yoksa huzur mu bulacağız; bu sorunun cevabını dünyadaki yerimizi, birbirimizle ve makinelerle ilişkimizi düşünme, kavrama biçimimiz verecek. Benim sözünü ettiğim "karanlık", bir nihilizmin sonucu değil. Mevcut krizin beraberinde getirdiği fırsatla alakalı daha ziyade; önümüzü net biçimde görüp dünyada anlamlı, sorumlu, adaletli bir tavır geliştirmekte yaşadığımız o bariz sıkıntıyla alakalı.
- James Bridle
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Yeni Karanlık Çağ Teknoloji Ve Geleceğin Sonu, Yazar: James Bridle, Çevirmen: Kemal Güleç, Metis Yayıncılık, 2020, 280 Sayfa
Vitrin: Yeni çıkanlar
Geçtiğimiz haftalarda yayın hayatına kazandırılıp raflarda yerini alan kitaplar arasından siz kitap okurları için özenle seçip derledik. Keyifli okumalar ve iyi haftalar dileriz.
16-08-2020 01:01

HAMAMNAME - MURATHAN MUNGAN
Böyle bir kitap yazma düşüncesi, daha ben Ankara’da yaşarken seksenlerde ortaya çıkmıştı. 1995 yılında 40. yaşım için hazırladığım Murathan ‘95 kitabımda yer alan “Ufuk Ayarı” bölümündeki “Ölmeden Önce” başlıklı yazımda okurlarımı bu tasarımdan şöyle haberdar etmiştim: “‘Hamamname’ diye bir kitap yıllardır dönüp duruyor kafamın içinde. Bir gizli tarih romanı. Birkaç, yüzyıl önce bir İstanbul hamamına yerleştikten sonra, çeşitli hamamları gezerek günümüze kadar gelmiş, bir hamam cininin ağzından, İstanbul’un son birkaç, yüzyılını, yalnızca hamamdan görünen yanlarıyla dinlemeyi ve dinletmeyi amaçlıyorum. İstanbul’un hamamlar tarihiyle, gündelik hayat ve bireysel hayatlar arasındaki büyük dolambaçlar, yeraltı tarihleri, külhanlar, su sarnıçları... Osmanlı sanatları ile çağdaş, anlatı teknikleri arasında yeni bir dil arayışı amaçlıyorum.”
Oysa Hamamname’yle ilgili ilk notlar bu bilgilendirmeden çok sonra 26 Haziran 2009 yılından başlayarak kâğıda dökülmeye başlamıştı. Sonrası gene yıllar.
Hamamname, ilk şiir kitabım Osmanlıya dair Hikâyat’tan sonra, Osmanlı malzemesine bu çapta bir yoğunlukla ilk geri dönüşüm sayılabilir.
Bu kitabın harcında başta Reşad Ekrem Koçu olmak üzere, Ebüzziya Tevfik, Ahmet Refik, Enderunlu Vâsıf, Ahmet Rasim, Sermet Muhtar Alus, Semavi Eyice, Hamamcılar kethüdası Derviş Ismail, Enderunlu Fâzıl Bey gibi nice yazarın bıraktığı mirasın hakkı vardır. O mirasın nefesiyle yazılmıştır.
Murathan Mungan
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Hamamname, Yazar: Murathan Mungan, Metis Yayıncılık, 2020, 192 Sayfa
HAYAL KURMAK BEDAVA: ÖZGÜRLÜK HAYALI - FUAT SEVIMAY
"Hayal ederseniz hayattan ne isteyeceğinizi bilirsiniz."
Hayallerinde kâh geçmişe kâh geleceğe giden Kerem ve arkadaşları buna o kadar alışırlar ki evdeyken de hayal kurmaya devam ederler.
Bu seferki yolculukları uzaklara değil kendi tarihlerine doğru uzanır, Milli Mücadele günlerine…
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Hayal Kurmak Bedava - Özgürlük Hayali, Yazar: Fuat Sevimay, Hep Kitap, 2020, 64 Sayfa
KISA İTALYA TARIHI - JEREMY BLACK
İtalya tarihine baktığımızda Eski Roma, Hıristiyanlık, Rönesans sanatı, Akdeniz ticareti, dağlar ile vadiler, volkanik felaketler, salgın hastalıklar, savaşlar, Faşizm, Mafya, siyasal istikrarsızlık gibi başlıklarla karşılaşırız. Bütün bu konular arasındaki bağlantıları açıklamak önemlidir. Siyasal birliğin geç sağlanması, kent ilericiliği ile kır bağnazlığı, kentlerin aşırı gelişip salgın hastalıklara davetiye çıkarması gibi tarihsel özellikler İtalya'nın dağlık coğrafyasıyla ilişkilidir…
Volkanik felaketler dinsel arayışların güçlenmesinde etkili olmuş, Katolikliğin siyasal bir nitelik kazanmasına zemin hazırlamıştır... Kısa İtalya Tarihi bu bağlantıları kurmayı başarıyor, İtalya'yı anlamak ya da görmek isteyenlere mükemmel hareket ve varış noktaları öneriyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kısa İtalya Tarihi, Yazar: Jeremy Black, Çevirmen: Ekin Duru, Say Yayınları, 2020, 312 Sayfa
PLANETARY CILT 1: DÜNYANIN DÖRT BIR YANINDA VE DIĞER ÖYKÜLER - WARREN ELLIS
“Kışkırtıcı ve bağımlılık yaratan bir seri.
Çizgi roman dünyasının en iyilerinden.”
ENTERTAINMENT WEEKLY
Efsane TRANSMETROPOLITAN serisinin yaratıcısı Warren Ellis PLANETARY’de modern süper kahraman geleneğini baştan aşağı değiştirerek tüm zamanların en sıradışı çizgi roman hikâyelerinden birini anlatıyor.
Bu cilt, yüz yaşındaki bir adam, Elijah Snow’un, inanılmaz güçlü ve canı sıkkın bir kadın, Jakita Wagner’in ve makinelerle iletişim kurabilen Davulcu’nun maceralarını içeriyor. Süperinsan faaliyetlerini belirlemekle görevli bu gizem arkeologları diğer evrenlere erişebilen İkinci Dünya Savaşı dönemi süperbilgisayarı, intikamcı bir hayalet ve ölen canavarların olduğu kayıp bir ada gibi bilinmeyen paranormal sırları ve mazileri açığa çıkarıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Planetary Cilt 1 - Dünyanın Dört Bir Yanında ve Diğer Öyküler, Yazar: Warren Ellis, İthaki Yayınları, 2020, 160 Sayfa
ANTZUGI MORTZUG (ERMENICE) - VAHRAM TORKOMYAN
İstanbul Ermenilerinin toplumsal, entelektüel ve dini hayatına dair eşsiz bir tanıklık sunan bu hatırat, araştırmacı-yazar, saray çevrelerinde de tanınan saygın bir hekim olan Dr. Vahram Torkomyan'ın kaleminden 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu başkentindeki yaşamın çok katmanlı yapısını gözler önüne seriyor. Üsküdar'da doğan yazar, ailesini ve yaşadıkları çevreyi, Surp Haç Ermeni Okulu'nda başlayan eğitim hayatını, öğretmenlerini, sınıf arkadaşlarını, mahalledeki toplumsal hareketleri, semtin kilisesini ve orada hizmet veren din görevlilierini anlattıktan sonra, tıp eğitimi almak için Üsküdar'dan çıkıp İstanbul'un diğer semtlerine gidişini, oralarda başından geçenleri renkli bir dille aktarır. Torkomyan'ın macerası İstanbul'la sınırlı kalmayacaktır. Tıp öğrenimine Paris'te devam eden yazar, İzmir ve Marsilya üzerinden Paris'e gidiş gelişlerini, orada yaşadıklarını, Fransa Ermeni toplumu ile ilişkilerini de tasvir eder. Torkomyan, kitap halinde ilk kez yayımlanan hatıratının ikinci kısmında, Mütareke döneminde Ermenistan Cumhuriyeti delegasyonunun İstanbul'da yaptığı görüşmelere dair tanıklıklarını da ayrıntılarıyla paylaşır.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Antzugi Mortzug – Ermenice, Yazar: Vahram Torkomyan, Aras Yayıncılık, 2020, 592 Sayfa
Mehmet Fırat Pürselim ile Sakarmeke’yi konuştuk: 'Umutsuz olmaya hakkımız yok'
Mehmet Fırat Pürselim’in İthaki tarafından yayımlanan son kitabı Sakarmeke geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. İçinden kuşlar geçen öyküleriyle Sakarmeke, 2012 Naim Tirali Öykü Ödülü’nü alan Hayat Apartımanı ve 2017 Orhan Kemal Öykü ve Türkan Saylan Sanat Ödüllerinin sahibi Akılsız Sokrates’ten sonra yazarın üçüncü öykü kitabı.
11-04-2021 01:12

Söyleşi: Dilek Yılmaz
'UMUTSUZ OLMAYA HAKKIMIZIN OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM'
Edebiyatın farklı türlerinde uzun süredir yazan birisin. Sakarmeke’deki öykülerde birkaç belirgin değişim dikkat çekiyor. Öncelikle distopik ve gerçeküstü yanı ağır basan metinlerin varlığı ve daha mühimi, dilin değişimi. Emanetimdeki Hayatlar’da çok üzülmüştük, Akılsız Sokrates havayı biraz dağıtmıştı. Sakarmeke’de ise ironi acının elinden tutuyor, en üzücü öykünün sonunda dahi hüzne düşmüyoruz. Buna dair neler söylemek istersin?
Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri, toplumsal acıların çetelesini tutan bir defterdi. Bu sebeple de yerli drama kayan bir havası, karamsar anlatımı vardı. Yazarken çok üzülmüş ve yıpranmıştım. Okuyanlardan da hırpalandıklarına dair yorumlar almıştım. Bence 90’ların Türkiye’sini anlatırken başka bir dil kullanmanız pek de mümkün değildi. İyi ki yazmışım dedim, diyorum. Ama yazıp bitirdikten sonra bir daha böyle yazmayacağım diye karar aldım. Toplumsal sorunları anlatmaktan vazgeçmeyeceğime göre başka bir anlatım şekli bulmalıyım diye düşündüm. Sakarmeke’de, karamsarlığı dağıtan o ironik dili yakaladım. Bu bir anda olmadı tabii, Akılsız Sokrates’te bir parça vardı. M. Sadık Aslankara’nın da değindiği gibi bu kitabın öncülü olarak sayılabilir. Sakarmeke’deki ironik dille toplumsal sıkıntıları hafif alaysamalı anlattım; yani onları dolaylı anlatıp okura da düşünme, değerlendirme payı veren metinler haline getirmeye çalıştım. Bu dönüşümde Gezi’nin o ironik dilinin katkı sağladığını da söylemeliyim.
Çok da güzel olmuş bu değişim. Güncel edebiyatta kendine sınırlı yer bulduğunu düşündüğüm; öykülerdeki geçim derdi, iş, işsizlik odağını sormak isterim.
Behçet Çelik de Edebiyat ve Çalışma Hayatı başlıklı yazısında kitabın bu yönüne dikkat etmişti. Geçim derdi, kişiyi arkadaşına düşman eden işini kaybetme korkusu, giyotin gibi kırp diye kafanı koparan işten atılma durumu, daha da kötüsü işsizlik… Kâr odaklı, duygulara yer vermeyen kapitalist bir sistemde yaşıyoruz; iş aramaktan umudunu kesmiş genç işsiz nüfusu çok fazla olduğu gibi sistemin kullanıp posasını çıkarttıktan sonra bir kenara attığı kırk yaş üzeri işsiz sayısı da gün geçtikçe artıyor. İşini kaybeden insanların aynı şartlarda, bırakın aynı şartları, yeniden iş bulması gitgide zorlaşıyor.
İşten çıktıktan sonra Kadıköy’de dolaşırken insanların cıvıltısından zevk alır, adeta şarj olurken pandemi döneminde kepenklerle karşılaşmak insanı oldukça etkiliyor. Kapalı dükkânlar, batma noktasına gelen esnaf, işsiz kalan insanlar, çaresizlikten intihar edenler… İşsizlik, evini geçindiremeyen bir anne ya da baba için ölüm kadar kötü; belki de daha beter. Pek çok insan gibi ben de etkileniyorum, içime dert oluyor. Sakarmeke’deki kimi öykülerde ufak tefek dokundum, öte yandan “Ufak bi’ teslimat” absürt bir mizah hikâyesi olarak okunabilirse de alt metninde kocaman bir işsizlik derdi var.
“Ufak bi’ teslimat”tan söz açılmışken bu öykünün dilini özellikle sevdiğimi belirtmek isterim. Bir yanda ölüme hevesle koşan yaşlı bir adam, öte yanda hayata tutunabilmek için çırpınan genç bir adam var ve bahsettiğin zemin beraberinde, odağı görünürde ölüm olan bir öykü. Bu metinden hareketle bir çatışma konusu olarak ölüm; özelde kendi öykülerinde, genelde edebiyatta senin için ne ifade ediyor?
Ölüm, edebiyatın kadim konusu ve senin de dikkat çektiğin gibi beni fazlasıyla çekiyor. Ama sanırım gençken ve ölümden prensipte uzakken daha fazla ölümü düşünürken, şimdi ona doğru zorunlu bir yolda ilerlerken hayat daha kıymetli gelmeye başladı. Muhteşem bir ölümdense güzel yaşanmış bir hayatın daha önemli olduğunun farkına varmaya başladım. Ölüm var, evet ve kaçınılmaz ama hayat da var. Hayatı olabildiğince dolu ve güzel yaşamak; ağaç dikmek, kuşları yemlemek, kitap okumak, denizi seyretmek, güzel bir kampanyaya imza atmak, bağış yapmak bile oldukça kıymetli geliyor. Yazdıklarımda da sanırım bu dönüşüm gerçekleşiyor, sonu ölümle biten öykülerin yerini en azından açık uçlu, okura kahramanla ilgili seçenek sunanlar almaya başladı. Umutsuz olmaya hakkımızın olmadığını düşünüyorum, ölüyü gömmek yerine Güney Marmara’da söyledikleri gibi saklıyorum. Saklananların bir yerlerde yaşadıkları hayata dair hayaller kurabileceğimiz gibi bir gün çıkıp gelmeyeceklerini de bilemeyiz.
'SEYRELTECEĞİZ DERKEN ORTALIĞI KUPKURU METİNLER KAPLADI'
Özellikle karakterleriyle öne çıkan metinler yazıyorsun. Her kitaptan en az birkaç karakterin okurun zihninde yer ettiğini düşünüyorum. Kısa öyküye başından beri pek meyletmemen, uzun öykünün karakteri işlemeye daha elverişli olmasıyla mı ilgili? Senin için hikâye anlatıcısı diyebilir miyiz?
Bunu ben de çok düşündüm. Açıkçası bir soru üzerinden düşünmüştüm, sizin için öyküde en önemli öğe nedir diye sormuşlardı: Konu mu, karakter mi, dil mi? Doğru cevap, üçünün en iyi şekilde karışımıdır aslında. Böyle söylerken, kendime benim doğrumun karakter olduğunu itiraf ettim. Öyküleri karakterler üzerinden kurguladığımı ve kalıcı karakterler bırakmak istediğimi fark ettim. Bunu özel olarak düşünmüyorum, kendiliğinden gelişen bir refleks. Senden geriye yazar mı, öykü mü, kitap mı; ne kalsın, diye soracak olursan yaşayan karakterler kalsın isterim. Fırat saklansın da Serçe kalsın, Turna kalsın isterim. Sorunun devamı açısından, uzun öyküler tabii ki karakter oluşturmaya daha meyyal. Ama öyküyü uzun yazayım, karaktere daha rahat can veririm düşüncesiyle değil; öykünün ruhu bunu istediği için, belki de hikâye anlatmayı sevdiğim için, herkesin anlatılmaya değer bir hikâyesi olduğu için uzun yazıyorum.
Cömert bir anlatıcısın, özellikle de betimleme konusunda elini pek korkak alıştırmadığını biliyoruz. Atmosferi, karakterlerin duygusunu detaylı vermek; okurun da metne çekilmesini kolaylaştırıyor mu? Öyküde seyreltme çok konuşulur, fazlalık denilen şey nedir sana göre metinde?
Biraz geveze anlatıcıyım, seviyorum açıkçası böyle anlatmayı. Yazı atölyeleri bir yanıyla güçlü kalemleri edebiyatımıza kazandırırken bir yanıyla da pek çok yazar adayını tektipleştirerek onları daimî adaylıkta bıraktı. Okumam için zaman zaman metinler geliyor, olumsuz eleştiri getirdiğimde "Ama hocanın en beğendiği metinleri gönderdim." diyorlar. İşte tam da bunun için eleştiriyorum; lisede okuyan öğrenciler benzeri, öğretmenden yüksek not almak için yazıyor gibiler. Kendilerinden bir şey katmadan hocanın beğenisine seslenen, birbirinin aynı metinleri tekrar tekrar yazıyorlar. Öyküde seyreltme elbette lazım, öykü fazlalığını taşıyamaz, hepimizin malumu. Ama seyrelteceğiz derken ortalığı kupkuru metinler kapladı. Yerinde ve biricik betimlemeler öyküye çok fazla şey katar ve asla da fazlalık olarak durmaz. Fazlalık ne mi? Cortazar’a yakıştırılan boks maçı metaforunu geliştirerek cevaplayabilirim. Cortazar, “Roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün maçı nakavtla alması gerekir.” der ya işte roman ağır sıklettir ve fazlalıkları kaldırır, öyküyse tüy sıklettir ve taşıyabileceğinden fazlasını yüklememek gerekir. Ama yerinde bir betimlemenin sağlam bir sol kroşe olduğunu da unutmamak lazım.
Okuma zevkin de mi böyle?
Değişiyor. Nehir romanları, bildungsromanları, yol öykülerini çok severim. Hiçbir şey anlamadığım ama diline meftun olduğum kitapları da severim. Sanırım külliyat okumalarını pek sevmiyorum. Araya başka yazarların kitapları girmeyince en sevdiğim yazar bile sıradanlaşabiliyor. Herkesin okuduğu kitabı hemen alıp okumayı sevmiyorum, biraz sindirilmesini bekliyorum. Aynı anda birkaç kitap okuyorum genellikle; öykü, roman, deneme, yakın tarih, sosyoloji daha ilgili olduğum alanlar.
“En iyi yaptığım şeydi anlamazdan gelmek. Böyle yaparsam karşımdakini kırmam sanıyordum.” Bilmek ve susmak konusunu soracağım.
Anlamazdan gelmek bir noktaya kadar işe yarıyor ama sonunda kırmak istemediğiniz kişiyi çok daha beter parçalıyorsunuz. Bilmek ama susmak, günümüzde toplumsal olarak hayatta kalma yöntemimiz haline geldi. Sosyal medyada "Silivri soğuktur." dendi mi tıp oyunu başlıyor. Böyle olunca da bilenler değil, en çok sesi çıkanlar konuşuyor. Bilenler konuşmaya kalktı mı ağzı burnu kapatılıyor. Suskunluk sarmalı sis gibi etrafımızı kuşatırken buna bile bilgelik payesi yükleniyor. Ama esas bilgelik suskunlukta değil, yeni bir dil geliştirerek bildiğini anlatabilmekte.
'EDEBİYAT DA DEĞİŞİM ATEŞİNİ YAKAN KIVILCIMLARDAN BİRİDİR'
Erektus Kalesi, okurun aşina olduğu öykülerden gerek konusu gerekse anlatımıyla belirgin olarak ayrılıyor. Anlatım tekniğiyle geçmişi referans alan ama gelecekte geçen, okurun da çabasını isteyen bir metin. Bu öykünün derdi nedir, bugün yazılmasının özel bir sebebi var mı?
Yazarken beni de en çok zorlayan metinlerden biriydi Erektus Kalesi, epik anlatım tarzını bulana kadar epeyce cebelleştim. Derdimi okura geçirebilir miyim diye farklı şekillerde yazdım, sildim, baştan yazdım. Derdim ne mi? 289, 350, 405, 421, 409’un sıfır olması. Bu ülkede anıtsayaç var ve öldürülen kadınların en azından adını yaşatmayı amaçlıyor. Bu sayılar da son beş yılda katledilen kadınların sayısı. İstanbul Sözleşmesi’nin etkin şekilde uygulanması istenilirken sözleşmeden çıkılmasının doğurabileceği olumsuzlukların yanı sıra moral bağlamında kadınları daha savunmasız hissettirdi. Böyle zamandaki sığınaklarımızdan biri de edebiyattır. Edebiyat bir işe yarar mı, kadın cinayetlerini durdurabilir mi? Evet, edebiyat yeri gelir cinayetlere karşı kanunlardan daha güçlü bir duruş olabilir. Toplum bir anda değişmez, doğrularını sorgulamaya başlaması değişimin başlangıcıdır. Edebiyat da değişim ateşini yakan kıvılcımlardan biridir.
'FAŞİZM SINIRLARINI DAHA DA GENİŞLETTİ ARTIK FAŞİZM, KİŞİNİN KENDİNE OLAN BAKIŞINDA BAŞLIYOR'
Odasının zamanla kendisine benzediği nenenin hikâyesiyle başlıyor ilk öykü. Öbür öykülerde de dünyasına sığamayan karakterler karşılıyor okuru. Karakterlerin uyumlanamama, başka bir zamanda ve düşlerde yaşama arzularına dair neler söylemek istersin?
"İlginç zamanda yaşayasın.", Çinlilerin bedduasıymış. Bir milyar Çinli bir ağızdan beddua etmiş olmalı ki ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Hayatlarımız düşlerimize küçük geliyor, bu normaldir ama düşlerimizi ya da hayatlarımızı değiştirmek yerine yaşamadığımız hayatları yaşıyormuş gibi yapıyoruz. Sanal bir dünyada yaşıyoruz ve orada hepimiz çok ünlüyüz, çok güzeliz, çok okuyoruz, çok geziyoruz vesaire vesaire. Restoranda gurme, sergide koleksiyoner, yatakta... Neyse... Asgari ücretle çalışırken üç dört ayın alın teriyle aldığımız telefonla paylaşım yapıyoruz ve doğal olarak yaşadığımız dünyayla düşlediğimiz dünyayı bir türlü bütünleştiremiyoruz. Adam deniz kenarında bisiklete bindiği paylaşımı yaparken biz, sokağa çıkma yasağı var falan diyoruz; o da diyor ki sakin ol şampiyon, evimin (Ev dediği yalı elbette.) bahçesindeyim. Hayatımızın sınırı merkez parkıyken Central Park düşleri yüzünden depresyon kuyularına düşüyoruz. Düşlerinden kimse vazgeçmesin elbette ama gerçekleştirmek için yattığı yerden gözlerini kapatıp hayal kurmanın yetmediğini de öğrenmeliyiz artık.
Okurdan en çok ilgi gören öykülerden birinin kahramanı Serçe, evlatlık olmasının dışında şişmanlığını da hayallerinin önünde engel olarak görüyor. Güzellik faşizmi hakkında ne düşünüyorsun?
Bu sorunun cevabını öncekine bağlayabiliriz. Uzun süre görmediğimiz biriyle karşılaştığımızda ilk sözümüz "Kilo mu aldın sen?" oluyor. "Neler yapıyorsun, sağlığın yerinde mi, evdekiler nasıl..." değil. Kilo mu aldın sen? Bilerek ya da bilmeyerek karşımızdakini baskılıyoruz, elbette başkaları da bizi baskılıyor. Sürekli gözümüze sokulan ve dayatılan bir güzellik algısı var. Kızlarımız beli olmayan, oğullarımız kastanadam bebeklerle oynayarak büyüyor. Güzellik algısı olarak defalarca işlemden geçirilmiş sentetik insanları karşımıza çıkartıyorlar ama biz onları gerçek zannedip onlara benzemeye çalışıyoruz. 20’li yaşlarda botokslar, kaş kaldırmalar başlıyor; masada yediğini hemen tuvalete koşup kusuyor; bedeninden yani kendinden nefret ediyor gencecik insanlar. Güzellik faşizminin arkasında muazzam bir sektör var. On, yirmi sene önce yaşlanmayı geciktirme amaçlanırken artık sloganlar gençleştirme üzerine kurulu. Sürekli bir sahnedeyiz ve kendimize kendi gözümüzle değil, başkalarının gözüyle bakıyoruz. Güzelleşmeyi, kilo vermeyi dahi kendimiz için değil; başkalarının gözüne güzel görünmek için yapıyoruz. Öte yandan bu sadece duygusal anlamda işleyen bir düzen de değil, iş hayatındaki başarınızı da etkiliyor. Kariyer basamaklarından güzel olan hızla tırmanırken diğerlerini tık nefes bırakıyor. Yani güzellik faşizmi her tarafı kuşatmış, teslim olmamızı bekliyor. Ingeborg Bachmann, “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz; her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek terörle de başlamaz. İnsanlar arasındaki ilişkilerde başlar. Faşizm, erkekle kadın arasındaki ilişkide başlar.” demişti ya aradan geçen elli yılda faşizm sınırlarını daha da genişletti. Artık faşizm, kişinin kendine olan bakışında başlıyor. Teslim olmak yerine kendimizle barışarak, kendimizi severek karşı koyabiliriz diye düşünüyorum.
KÜNYE: Sakarmeke, Mehmet Fırat Pürselim, İthaki Yayınları, 2020, 165 Sayfa.
Kapitalizm öldürür!
Geçen ay seni görmeye geldiğimde, kapıdan çıkmadan önce bana sordun: “Siyasetle ilgileniyor musun hala?” Hala sözcüğü lisedeki ilk yılıma göndermeydi, aşırı sol bir partiye üye olduğum ve yasa dışı eylemlere katılıp başımı polisle derde sokacağını düşündüğün için seninle tartıştığımız zamanlara. “Evet daha fazla.” diye yanıt verdim sana. Üç-dört saniye bekledin bir şey söylemeden, bana baktın ve sonunda dedin ki: Haklısın. Haklısın, galiba bir devrim şart.
11-04-2021 00:05

Ufuk Akkuş
Arkadaşları ona Édouard demeye başladığında lisedeydi, onlara göre “Eddy” yalnızca Édouard'ın kısaltması olabilirdi. 2013’te lisede kendisine verilen bu "takma ismi" ilk ismi Jean-Luc Lagarce’ın yazdığı “Alt Tarafı Dünyanın Sonu” adlı oyundaki karakterin ve aynı zamanda bir arkadaşının ismi olan Louis'yi soy ismi olarak aldı ve ismini Édouard Louis olarak değiştirdi.
1992 yılında Fransa’nın Amiens kentinde işçi sınıfına mensup bir ailede doğan Louis, ailesinde üniversiteye giden ilk kişi olarak Ecole Normale Superieure’e girdi.
Tiyatro ve sosyal bilimler eğitimi alan Louıs, Ocak 2014’te güçlü bir otobiyografik boyuta sahip olan romanı En Finir avec Eddy Bellegueule’ü (Eddy’nin sonu) yayımladı. Medyada üzerine pek çok yorum yapılan ve yirmiden fazla dile çevrilen kitap, özellikle ailesini ve kendi kökeninin sosyal geçmişini anlatış şekliyle ilgili birçok tartışmaya yol açmıştır. 2016’da Histoire de la Violence’ı (Şiddetin Tarihini) yazan Louıs’in üçüncü eseri, tiyatroya uyarlanan ve yakın zamanlarda ülkemizde oyunu sergilenen “Babamı Kim Öldürdü” adlı kitaptır.
Louis 51 sayfalık romanına Amerikalı entelektüel Ruth Gilmore’un ırkçılık tanımı ile başlar. Gimore’a göre ırkçılık bazı toplulukların erken ölüme maruz bırakılmasıdır. Louis ise bu tanımın eşcinsellere ya da trans bireylere duyulan nefretin yanı sıra, sınıfsal tahkim ile her türlü toplumsal ve siyasi baskı için de geçerli olduğunu söyler. Romanın baş karakteri romanda babasının, ne zaman kadınsı bir şey yapan bir erkek görse onu aşağıladığından bahseder. Oğluna asla bir kadın gibi davranmaması gerektiğini söyler. Fakat eski bir fotoğraf albümünde babasının seksi bir amigo kıyafetli resmini görünce anı defterine şöyle yazar: Senin hayatının tarihini yazmak, benim yokluğumun tarihini yazmaktır.
Kahramanımız beş yaşındayken fabrikada çalışan babasının bir sabah “İşe gidiyorum.” diye evden çıktığını ve bir daha eve dönmediğini hatırlar. Çok içen ve bazı akşamlar alkol yüzünden annesini döven babayı, çocuk bedeninde hapsolmuş acizlik içinde izleyen oğlu, babasının ölüm haberini aldığında gülüp şarkılar söyleyerek bu olayı abartılı bir şeklide kutlar. Şiddete ilişkin zihnindeki “Şiddet şiddetin sonucudur.” cümlesine inanıp sürekli tekrarlamasına rağmen yanıldığını itiraf eder. Babasının şiddeti onu şiddetten kurtarmıştır. Çünkü bu şiddete tanıklığı onda takıntı derecesinde şiddet karşıtlığı yaratmıştır. Asla şiddete başvurmayacağını, çocuklarına asla elini kaldırmayacağını tekrar eder. Ve bunu gerçekleştirir de...
Babası gençliğini sonuna kadar yaşayamayacağını hissettiği için geri kalan hayatı boyunca gençliğini yaşamaya çalışmış, daha doğrusu onu çalmıştır. İnsan çaldığı şeyin gerçekten kendine ait olduğunu bir türlü hissedemez ve o yüzden sonsuza kadar çalmak zorundadır artık onu. Baba da onu tekrar yakalamak, tekrar elde etmek için tekrar çalmak isteyip durmaktadır. Sadece her şeye doğuştan sahip olanlar mülkiyet duygusunu gerçek anlamda tadabilir, sahip olmanın ne anlama geldiğini kavrayabilir. Mülkiyet hissi insanın sonradan edinebileceği bir şey değildir. Baba 5 yıl boyunca var gücüyle genç olmak için uğraşmış; Fransa’nın güneyine yerleşmiş; orada hayatın daha güzel olacağını, tepede güneş parlarken insanı o kadar hırpalayamayacağına kendini inandırmış; mobilet çalmış; uykusuz geceleri sabahlara bağlamış, içebildiği kadar içmiştir. Bunu yaparken de bir şey çaldığını hissetmiştir. Gençlik bazılarına hayatın armağanıdır bazılarınınsa tek çaresi onu çalmaya çalışmaktır.
Parası olmayan, okula gitmeyen, seyahat etmeyen ve düşlerini gerçekleştiremeyen bir baba figürü çizilir ve babanın hayatı ona rağmen hatta ona karşı işleyen olumsuz bir hayat olagelmiştir. Babanın hayatından bahsederken insanın kullanabileceği tek şey dildeki olumsuzluk yapılarıdır. Burada Louis, Sartre’ın “Varlık ve Hiçlik” kitabına göndermede bulunur ve ekler: Yaptığımız şeylerle mi tanımlanırız? Varlığımız, teşebbüs ettiğimiz şeyler üzerinden mi tanımlanır? Kadın ve erkek yaptıkları şeyler midir yoksa kişiliğimizin hakikatiyle eylemlerimiz arasında bir fark, bir mesafe var mıdır? Ve baba için şu yargıda bulunulur: Senin hayatın; bizim, yaptığımız şeyler olmadığımızı kanıtlıyor. Aksine biz yapmamış olduğumuz şeyleriz çünkü dünya ya da toplum bunları yapmamızı engelledi.
Yerde bulduğu telefon nedeniyle hırsızlık suçlamasına maruz kalan oğlunu polislere karşı savunması ve oğluyla gurur duyduğunu söylemesi sevgisini belli edemeyen baba tipolojisini gösterir. Ancak barlarda tanıştığı kişilerin ailesi ile arasının nasıl olduğu sorusuna karşılık (babasını sevdiğini bilmesine rağmen) ondan nefret ettiği cevabını vermesi sevmekten utanma tutumunun oğulda da sürdüğünü gösterir. Baba hakkında hissedilen ve anlatılanlar tabi ki sadece kötü olaylardan ibaret değildir. Babanın şefkatli ve arkadaşça tutumu ile baba-oğul şakalaşmalarından da söz edilir.
Bir gün babanın çalıştığı fabrikadan kötü bir haber gelir. Babanın üzerine bir ağırlık düşmüş ve beli ezilmiştir. Birkaç yıl belki de hiç yürüyemeyecektir. Louis kapitalist sistemin sağlık alanındaki tahribatını babasının hastalığı üzerinden çok güzel vurgular ve sorumluyu işaret eder: 2006 Martı’nda 12 yıldır Fransa Cumhurbaşkanı olan Jacques Chirac’ın hükümeti ve Sağlık Bakanı Xavier Bartrand çok sayıda ilacın artık devlet tarafından karşılanmayacağını açıkladı ki bunlar büyük ölçüde sindirim sorunları ile ilgili ilaçlardı. Kazadan sonra bütün gününü yatakta geçiren baba sindirim sorunları yaşıyordu ve bu ilaçları almak giderek zorlaşıyordu. Chirac ve Bertnard babanın bağırsaklarını yok ediyorlardı. 2007’de cumhurbaşkanı adayı Nicolas Sarkozy “yancılar” adını verdiği ve kendisine göre çalışmadıkları için Fransız halkının parasını çalanlara karşı bir kampanya yürütmeye başladı. Oysa Sarkozy babayı tanımıyordu. Böyle düşünmeye hakkı yoktu. Egemenlerin bu aşağılayıcı tavrı babanın belini daha da ezdi. 2009’da Sarkozy hükümeti ve suç ortağı Marin Hirsch, Asgari Gelir Yardımı’nın (çalışmayanlara verilen asgari yardım) yerine Aktif Dayanışma Yardımı’nı getirdi. Bu geçiş hükümetin ifadesine göre çalışmaya dönüşü teşvik amacı taşıyordu. Bu, şu anlamaya geliyordu. Babanın içler acısı sağlık durumuna, onu bu hale getiren fabrikaya rağmen yine işe koşulacak ve hırpalanacaktı. Üstelik önerilen iş, yarı zamanlı yorucu, fiziksel efor gerektiren, evden 40 km ötedeki işlerdi. Başka çare kalmayınca da başka şehirdeki çöpçülük işini kabul etmek zorunda kalan baba ayda 700 euroya başkalarının atıklarını toplamak için bütün gün eğilip durdu harap olmuş beline rağmen. Sarkozy ve Hirsch, babanın belini eziyorlardı. Ve sonunda baba siyasetin kendisi için bir ölüm kalım meselesi olduğunu anlamıştı. 2016 Ağustos'unda Francoıs Hollande Cumhurbaşkanlığında Çalışma Bakanı Myriam El Khomri ve Başbakan Manuel Valls’ın desteğini alarak adına “Çalışma Yasası” denen yasayı yürürlüğe soktu. Bu yasa işten çıkarmaları kolaylaştırıyor ve patronlara çalıştırdıkları insanları daha fazla çalıştırma hakkı tanıyordu. Hollande, Khomri ve Valls babanın nefesini kestiler. Ağustos 2017’de Emmanuel Macron hükümeti Fransa’daki yoksul insanlardan 5 euro kesiyor, Fransa’nın en yoksulları kiralarını ödeyebilsinler diye verilen sosyal yardımın 5 eurosunu geri alıyordu ve aynı günlerde Fransa’nın en zenginleri için vergi indirimi getiriyordu. Macron babanın boğazındaki lokmayı da alıyordu.
Louıs’in isabetli tespitiyle: Hollande, Valls, El Khomri, Hirsch, Sarkozy, Macron, Berrand, Chirac... Babasının acısının tarihinde isimleri yazılı olanlar. Babanın yaşamının ve bedeninin tarihi onu yok etmek için birbirinin yerine geçen bu insanların tarihidir. Bedenin tarihi, siyasi tarihi suçluyor.
Ömrü boyunca Fransa’nın tek sorununun yabancılar ve eşcinseller olduğunu tekrar eden baba artık Fransa’daki ırkçılığı eleştirmekte, oğluna sevdiği adamdan bahsetmesini istemektedir. Oğlunun çıkan kitaplarını almakta ve arkadaşlarına hediye etmektedir. O adam gitmiş ve yerine başka bir adam gelmiştir. Ebeveynler çocuklarını değiştirmez, çocuklar ebeveynlerini değiştirirler.
Edouard Louıs, “Babamı Kim Öldürdü” kitabında baba-oğulun daha çok gerilim ve şiddet dolu öte yandan kısmen de şefkatli ve sevecen ilişkileri çerçevesinde, yaşadığı ülkenin sosyoekonomik sorunları, yabancı ve eşcinsel düşmanlığı konuları etrafında kişisel ilişkilerle kamusal yaşamı harmanlayarak kısa ama yoğun ve bir anlatı sergiliyor. Fransa’da küreselleşme uygulamalarının yoksullar üzerindeki yıkıcı etkileri, acımasız kapitalist sistemin kadrine en fazla uğrayan işçi sınıfı mensubu olan babanın iş kazası geçirdikten sonraki hayatının (getirilen yasalarla emekçiler üzerindeki baskının daha da artmasıyla) yıkıma doğru gitmesi ve tüm bu gelişmeler ve oğlunun etkisiyle babanın düşünce dünyasındaki evrilme yetkin bir çeviri ile çarpıcı bir şekilde veriliyor. Irkçılığı, homofobikliği, egemenlerin zorbalığını, işçi sınıfını ve sosyal eşitsizliği odağına alan Louis’in diğer kitaplarının da dilimize çevrileceğini umuyoruz.
Not: Bu yazar ve kitaplarından haberdar olmamı sağlayan sevgili kızım İdil Akkuş’a çok teşekkür ediyorum.
KÜNYE: Babamı Kim Öldürdü, Edouard Louis, Çev. Ayberk Erkay, 2020, Can Çağdaş, 51 Sayfa.
Kaygı ve umut üzerine bir eser: Empedokles’in Dostları
Hayal kırıklığı içeren bu satırları yazarken hikayenin sonuna geldiğim izlemindeyim. Geldiler, üstünlük kurdular, dünyada hem kaygı hem de umut rüzgarları estirdiler, sonra da gittiler.
11-04-2021 00:03

Emrullah Gümüş
Atlas Okyanusu kıyısındaki küçük Antioche adasının yalnızca iki sakini vardır: Orta yaşın verdiği olgunlukla sesiz bir hayat sürmek isteyen Alec ile yazdığı ilk romanının yakaladığı başarı sonrası her şeyi arkada bırakan esrarengiz Eve. Birbirlerinden uzakta kırılgan yalnızlıklarının tadını çıkaran bu insanların yolu bir gün elektriğin, telefonların, televizyon yayınlarının, internetin, kısacası her tür iletişim aracının etkisiz hale gelmesiyle kesişir.
Dünya bir nükleer felaketin eşiğindedir ve Amerika küresel ölçekte bir terör saldırısına maruz kalmıştır. İnsanlığın hayatını kolaylaştıran teknolojik gelişmeler artık insanlığın sonunu getirmektedir…
Tüm dünya bu söylentilerle çalkanırken, kendilerine Empedokles’in Dostları diyen, bir grup gizemli insan bu karmaşaya son vermek adına çıkagelir. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Günce tarzında yazılan bu roman Amin Maalouf’un geleceğe yönelik kurgu yaptığı ilk romanıdır. Çünkü yazar, önceki romanlarının hepsini tarihi olaylardan esinlenerek kurgulamıştır. Bu nedenle Şubat 2021’de çıkan roman, büyük bir ilgi ve merakla karşılanmış; okunmuştur.
Kitaba adını veren Empedokles, Yunan efsanesine göre kendisini tanrı ilan etmiş ve bunu kanıtlamak için de Etna Yanardağı’nın kraterine atlamış bir filozoftur. Evrende gördüğümüz her şeyin, dört elementten var edildiğini söylemiş. Su, ateş, hava ve toprak felsefesini ilk ortaya koyan Empedokles olmuştur. Romandaki karakterlerin çoğuna da mitolojik isimler vermiş Maalouf.
Çağımızın önemli yazarlarından olan Amin Maalouf, dünyadaki sonu gelmez nükleer silah yarışlarına dikkat çekmekle birlikte bu yarışın tüm dünyanın sonu olacağını anlatmaya çalışmış, Empedokles’in Dostları’nda.
“Tek düşmanınızın ölüm olduğunu kabul etmeye hazır mısınız? Evet, ölüm, sadece ölüm. Rakip güçler, başka halklar, başka ırklar değil. Biz değil. Sadece ölüm. Savaşmaya, peşine düşmeye, mağlup etmeye değer tek düşman. Önceliklerinizi yeniden gözden geçirmeye ve hem bizimle hem de kendi aranızda yeni bir sayfa açmaya hazır mısınız?”
Yeri geldiğinde hayal kırıklıkları, yeri geldiğinde de umut içeren bu satırlar aslında dünyadaki tüm tehlikeli gerçekleri gözler önüne sermekte. Diktatörlüklerini sürdürmek isteyen devletler sonsuz bir güçlenme ve silah yarışı içerisindeler. Ancak durum bu kadar basit değil. Çünkü bu rekabet bir gün gelecek ve kendi sonumuz olacak. İşte o zaman ne diktatörlükle yönetilen devletler kalacak ne de diktatörlüklerini, ‘demokrasi’ adı altında ilan eden devletler.
Peki kendi sonumuzu, bu yüksek teknolojilerle neden kendimiz hazırlıyoruz? Ulaşmak istediğimiz şey nedir? Tanrı’ya “Yönetim sende değil, tamamıyla bizde!” mi demek istiyoruz?
“Hiç keşfedilmemiş bir dünyanın kıyısında duruyorum, en ön localardayım, tarihte eşi benzeri olmayan bir hadisenin ayrıcalıklı tanığıyım, baş aktörlerle doğrudan temas içindeyim ve elimden olanı biteni alık alık seyretmekten başka bir şey gelmiyor. Ağaç elimin altında ama benim tek yaptığım yere düşmüş meyveleri uyuşuk uyuşuk toplamak.”
Herkesi, bu satırlarla, Platon’un mağarasından çıkıp tek düşmanları ölüm olan Empedokles’in Dostları’yla tanışmaya davet ediyoruz.
KÜNYE: Empedokles’in Dostları, Amin Maalouf, Çeviri: Ali Berktay, Yapı Kredi Yayınları, Şubat 2021, 210 sayfa.
Hatırlamanın ve unutmanın politikası üzerine
O halde geçmişte yaşanan bir felaketi anlamak için sormamız gereken asıl soru, onun bugündeki tezahürlerinin ne olduğu ve bugün nasıl yaşandığıdır. Bu nedenle dehşeti nasıl hatırladığımız ve onun şimdideki mevcudiyetine nasıl bir yanıt vereceğimiz, geleceğimizi de şekillendirecektir. Oysa Schindler’in Listesi suçu/kötülüğü Nazi subayında cisimleştirerek ve seyirciye özdeşleşebileceği suçtan muaf pozisyonlar inşa ederek (kahraman/kurtarıcı Alman) Holokost’la ilgili günümüze dair etik muhakemeleri baypas eder. Korunaklı bir tanıklık inşa eden film, seyircisinin yaşananlar karşısında sorumluluk duymasına değil; masumiyetine duyduğu inancı sürdürmesine yol açan bir suç ortaklığına dönüşür.
11-04-2021 00:03

Nursel Çelen
Mart 2021’de Pınar Yıldız’ın kaleme aldığı “Kayıp Hafızanın İzinde – Sinemada Geçmişle Yüzleşme Yas ve İnkar” adlı yeni kitabı Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabını, 2016 yılında tamamladığı Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Radyo Televizyon ve Sinema Ana Bilim Dalı'nda savunduğu doktora tezinden üretmiştir.
Yıldız, bu kitapta inandığımız hikayelerin sarsıldığı, yeniden yazıldığı ve farklı anlatıların ortaya çıktığı 2000’li yıllar Türkiye'sini sinema yoluyla anlamaya, tarihsel öznelliğimizi ve her birimizi bir kimliğin üyesi yapan etik-politik kararları belirleyen duygu ve düşünce dünyasını filmler aracılığıyla görünür kılmaya çalışmıştır.
Kitap dört bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde geçmişle kurulan ilişkinin estetik ve etik-politik bir mesele olduğu iddiasından yola çıkarak travmatik bir geçmişi anlatmanın yol açtığı “temsil krizi”ne yer vermiştir. Büyük felaketleri edebiyat ve sinema yoluyla anlatmanın yol açtığı girdaplar üzerine tartışma yürütülmüştür. “Estetiğin Politikası” diye adlandırılan kısımda Gece ve Sis, Shoah ve Schindler’in Listesi filmleri ile sinema perdesinin etik-politik bir mecra olarak nasıl okunabileceğine dair bir çerçeve çizmiştir.
İkinci bölümde, Türklüğün nasıl bir hatırlama politikasıyla malul olduğu tartışılıyor. Hikâyesi; yara alan Türklükle malul öznelerin/kimliklerin içine düştüğü “Türklük krizi”, Atatürk filmleri (Mustafa, Veda ve Dersimiz: Atatürk) üzerinden anlatılmaya çalışılmıştır. Yıldız, öncelikle “Bizi bir arada tutan nedir? sorusuyla başlıyor. 2000’li yıllar Türkiye'sinin toplumsal-siyasal bağlamını tartışmak için önemli görüyor ve peşine düşüyor. Öncelikle Kemalist modernleşme anlatısının, her ulusal anlatı gibi kolektif bir geçmiş, şimdi ve gelecek tahayyülü etrafında bir araya gelerek “biz”in kim olduğu sorusuna cevap veren bir geçmiş anlatısının yani kolektif hafıza inşasının olduğunu belirtiyor. Kemalist modernleşme anlatısının, kayıpları telafi eden bir anlatı olarak yeni bir yurt (modern/ Batılı) bir kimlik ve yüceltilmiş bir geçmiş kurgusu etrafında şekillendiğini anlatıyor. Yeni bir kimlik tahayyülü, var olanın ve geçmişin inkarıyla, başka bir deyişle hafıza kaybıyla, mümkün olmuştur. Yıldız, yaklaşık son yirmi yıldır Türklüğün farklı damarlardan gelen meydan okumalar karşısında giderek yoğunlaşan bir kriz içine girdiğinden bahseder. 1990’larda AB adaylığı süreciyle başlayan görece demokratikleşme ortamıyla birlikte Türklüğü var eden fiziksel ve sembolik şiddetle yüzleşmeye dair talepler güçlü biçimde seslendirilmeye başlamıştır. Kürtlerin anadilde eğitim ve eşit yurttaşlık gibi demokratik hak taleplerine dönük mücadeleleri, 1996 yılında kurulan Agos gazetesiyle birlikte 1915 ve Ermenilerin uğradığı hak ihlalleri gündeme gelmeye başlamıştır. 2000’lerde ise Aleviler, kadınlar, LGBTİ+ gibi farklı kimliklerin de dahil olduğu ayrımcılığa ve baskıya karşı kamusal bir ses oluşmaya başlamıştır. Öncelikle eleştirel söylemlerin çoğu, Kemalist modernleşmeye ve onun temsilcisi CHP’ye yönelik olmuştur. Yıldız, hegemonik olarak Kemalizm’in gücü ve itibarını kaybetmesinin ardından AKP’nin özellikle meşruiyetini sağlamlaştırdığı ve kurumları ele geçirdiği 2009 yılından itibaren “Yeni Osmanlıcılık” olarak adlandırılan bir söylemle bizi biz yapan yeni anlatı repertuvarını inşa etmeye başladığından bahsetmektedir. Kemalist öznenin benlik imgesini kuran Atatürk miti yerinden edilmiştir. Kendilerini var eden hikayelerin yara almasıyla birlikte bu durum Kemalist Türkler için derin bir krize dönüşmüştür. Yıldız, Türklüğün sığınak alanlarından birinin de Atatürk filmleri olduğunu düşünmektedir. Türklük krizine yanıt olarak bizi bir arada tutanın ne olduğunu hatırla(t)mak, tekrar anlatmak ve kitleleri bu anlatıya yeniden ikna etmek için sahnede olduğunu söylemektedir. Türklüğün Gerçekleşemeyen Arzusu: Atatürk Filmleri adlı kısımda ise 2000’li yıllarda çekilen Atatürk filmlerinden önce Atatürk’ü anlatan film yapma arzusunun 1980’lere kadar her defasında “uygun imge” endişesiyle nasıl engellendiğinden bahsediyor. Çünkü devletin sıkı kontrolü altında inşa edilen anlatılarda korku, zaaf, cinsellik, ölüm, arzu ya da çelişkilere yer yoktur. 2000’li yıllardan sonra çekilen Atatürk filmleri karşısında da sıklıkla “Neden iyi bir Atatürk filmi çekemiyoruz?” gibi benzer sorular seslendirilmişdir. Yıldız, Atatürk’ün ölümünün 70. yıldönümü için Can Dündar’ın hazırladığı Mustafa adlı belgeselin resmi anlatıdan görece farklı kurgulandığı için Atatürk imgesi neredeyse linç edildiğinden ve Dündar’a, Atatürk’e hakaret suçundan dava açıldığından bahseder. Belgeselde kronolojik olarak 1914 Balkan Göçü, İstanbul’un işgali, Çanakkale Savaşı, 30 Ağustos Meydan Muharebesi, Sarıkamış faciası, “Ermeni Tehciri” ve Cumhuriyet’in ilanı yer alır. Yıldız, bu belgeselin öfke ve hayal kırıklığı yaratması sebebinin bizi ötekinin bilgisine maruz bırakması ve kimi kayıpların inkarıyla kurulduğumuzu sezdiriyor olmasından kaynaklandığını söylemektedir. Belgesel ötekinin kaybının görünür olduğu ama sahiplenilmediği melankolik bir girdaba dönüşmüştür. Mustafa belgeselinden iki yıl sonra Zülfü Livaneli, Mustafa Kemal’in “adını karalamak, küçük düşürmek isteyenlere karşı bir direniş” (2010) filmi olarak tanımladığı Veda filmini çekmiştir. Mustafa filminin “zedelediği” Atatürk mitini onarma gayretiyle sahnelenmiştir. Yıldız, filmin Mustafa belgeseli gibi Mustafa Kemal’in kişisel başarılarından, halkın desteğiyle zafere ulaştığı milli mücadele anlatısı üzerine kurulu olduğunu söyler. Ancak filmde Mustafa belgeselinde yer alan “Ermeni Tehciri” çerçeve dışı bırakılarak yok sayılıp yer almamıştır. Filmde, geçmişin suç ve sorumluğu “dışarıya” atılarak masumiyete ve mağduriyete dayalı nostaljik bir geçmiş anlatısı inşa edilmiştir. Fakat yine de Mustafa filminin neden olduğu hayal kırıklığını Veda filmi de giderememiş, “doğru imge”nin bir türlü inşa edilememesi Atatürk filmi yapma arzusunu başladığı yere döndürmüştür. Yıldız, Mustafa filmine yönelik oldukça yoğun eleştirilerde bulunan Turgut Özakman’ın da bir senaryo kalema aldığını ve Mustafa filminden iki yıl sonra Dersimiz: Atatürk filminin Hamdi Alkan yönetmenliğinde çekildiğini anlatır. Mustafa ve Veda filmlerinden farklı olarak Dersimiz: Atatürk’te bizi biz yapan hikayeye herhangi bir kaybın, yenilginin ve elbette hüznün sızmasına izin verilmemiştir. Böylece Türklüğün hikayesi galibiyet, “başarı” ve “kahramanlık”’tan ibaret kalmıştır. Yıldız, bu filmlerin özneleri kolektif görme, bilme ve duygulanma etrafında bir arada tutmak için “icat edilmiş” ulusal anlatıların sahnesi olduğu kadar bu anlatının kırılganlığının ve tutarsızlıklarının da sahnesi olduğunu söylemektedir. Söz konusu filmlerde geçmiş anlatısının; bugünün bütün marazları, eleştirileri ve ötekinin sesini yok sayan Türklük bakışıyla kurulduğu anlatılır.
Üçüncü bölümde ise Atatürk filmlerinde görünmez kılınan Ermeni Soykırımı filmleri analiz edilmiştir. Ermeni Soykırımı’nın 100. yılında 1915’e dair sessizliği bozan Fatih Akın’ın Türklük perdesine attığı Kesik (2014) filmine Atom Egoyan’nın Ararat (2002) filmini de dahil ederek yüzyıllardır inkar edilen bir felaketi temsil etmenin etik-politik sorumluluğu tartışılmıştır. Yıldız, ötekinin felaketine sessiz kaldığımız ve sorumluluğumuzu inkar ettiğimiz yerde masumiyetimizden söz edilemeyeceğini vurgular. Bu nedenle kendi üzerimize bir düşünüş sağlanmadığı sürece adalet talebine yanıt veren bir yüzleşme gerçekleşememiştir. Yıldız, Akın’ın Kesik’inin de böyle bir yüzleşmeye imkan vermediğini anlatır. Filmin geçmişe dönük sorumluluk duygusuyla yapıldığı ancak suçluluk hissettirilmediğini belirtir. Ararat için ise 1915’in inkar edilmesinin, inkar edeni de inkar edileni de nasıl hala kurmaya devam ettiğini söyler. İnkarın toplumsal/kişisel öznellikleri şekillendirmeye devam ettiğini ve ötekinin sesini reddeden etik bir konumun mümkün olamayacağını anlatır bize.
Dördüncü bölümde bu kez aynı çerçeve içinde Dersim 1938 belgesellerini sorgulamaktadır. Dersim Tertelesi hakkında yakın bir zamana kadar devam eden kolektif suskunluğu bozan belgeseller yapılmıştır. Dersim 38 (Çayan Demirel, 2006), İki Tutam Saç: Dersim’in Kayıp Kızları (Nezahat Gündoğan, 2010), Kara Vagon (Özgür Fındık, 2011), Hay Way Zaman (Nezahat Gündoğan, 2013) belgeselleri tanıklar aracılığıyla Tertele’ye dair bir hafıza kurmaya çalışmışlardır. Hay Way Zaman belgeselinin gösteriminin ardından Türkan Saylan’ın gelini Nuray Çetinkaya Örge yönetmene dönerek şu sözleri söyler: “Biz Atatürk’ün çocukları ve torunları olarak bu acıları bilmiyorduk, yaşanan bu acılardan ötürü Atatürk’ün çocukları olarak sizlerden özür diliyorum.” Dersim Tertelesi’ne dair bilgisizliğin dile getirildiği bu cümle çok önemlidir. Yıldız, belgeseller aracılığıyla tanık olduğumuz anlatıların, bakışların ve yüzlerin, ulusal anlatının gizlediği şiddeti ortaya çıkardıkça masumiyetten imal edilmiş Türklük çerçevesinin de yerinden edildiğini söylemektedir.
Son olarak bu çalışma geçmişin suçları, adaletsizlikleri ve bu adaletsizlikleri mümkün kılan tarihsel öznelliğimiz üzerinedir. İnkar ettiğimiz ya da yok saydığımız tarihsel hakikatler ortalığa saçılmaya devam ettikçe masumiyete dayalı anlatıları sürdürmek giderek zorlaşmaktadır. Ancak felaketleri duymazdan, bilmezden gelmeye devam ettiğimiz sürece yeni felaketler de yaşanmaya devam edecektir.
KÜNYE: Kayıp Hafızanın İzinde-Sinemada Geçmişle Yüzleşme Yas ve İnkar, Pınar Yıldız, Metis Yayınları, 2021, 236 Sayfa.
Vitrin: Yeni çıkanlar
Haftanin yeni çıkan kitaplarını sizler için derledik. Keyifli okumalar ve iyi pazarlar dileriz..
11-04-2021 00:02

BAŞKOMSER NEVZAT 3: DAVULCU DAVUT’U KİM ÖLDÜRDÜ? - AHMET ÜMİT
Bir Usta Yazar, İki Usta Çizer, Üç Çarpıcı Çizgi Roman
Ahmet Ümit okurlarının zihinlerinde canlandırdığı dünyası bu kez çizgi dünyamızın iki ustası İsmail Gülgeç'le Aptülika'nın kareleriyle hayat buluyor. Ümit'in polisiye roman ve öykülerinin efsanevi kahramanı Başkomser Nevzat, bizi bu üç çarpıcı macerada, yardımcıları Komiser Ali ve Kriminolog Zeynep'le beraber İstanbul'un kadim semtlerinden farklı toplumsal yaşantıların dünyasına, insanın aşk ve onurunu korumak için neler yapabileceği ile yüz yüze getiriyor.
Ne garip değil mi polis?
Ben sahte peygamberlerden medet umdum, satanist kardeşim şeytandan medet.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Başkomser Nevzat 3 - Davulcu Davut’u Kim Öldürdü?, Yazar: Ahmet Ümit, Yapı Kredi Yayınları, 2021, 72 Sayfa
SERİ KATİLLER: ÇARPICI GERÇEK SUÇ ÖYKÜLERİ - MITZI SZERETO
"Seri katil" denilince çoğumuzun aklına genellikle Amerikan yapımı televizyon dizilerinden bildiğimiz Ted Bundy, John Wayne Gacy ve Jeffrey Dahmer gibi yirminci yüzyılın en vahşi Amerikalı seri katilleri gelir. Bunlar kurbanlarına tarif edilemez acılar çektirmiş, hiçbir insani yönü bulunmayan eylemler gerçekleştirmiş canavarlardır. Ama dünya sadece Amerikalı seri katillere ev sahipliği yapmaz. Örneğin Japonya'da, Avustralya'da, Brezilya'da, İtalya'da veya Makedonya'da Amerikalı benzerlerini aratmayacak caniler bulmak mümkündür. Üstelik bazıları ‒toplumdaki genel algıyı yıkacak şekilde‒ kadındır.
Seri Katiller'de, on altı farklı yazarın farklı zaman dilimlerinde kaleme aldığı yaşanmış olayları bulacaksınız. Bu gerçek hikâyelerde dünyanın dört bir yanındaki farklı cinsiyetlerden, farklı yaş ve meslek gruplarından insanların en karanlık eylemlerini, yaşamöykülerini ve nasıl yakalandıklarını okuyacaksınız.
"Seri katiller hakkında okuduğum açık ara en iyi kitap. Her yazarın özgün bir içgörüsü var; bunun sebebi bazen tasvir ettikleri katille bizzat karşılaşmış olmaları ama aynı zamanda duyarlılıkları sayesinde katillerin akıl sır ermez zihinlerine girebilmeleridir. Ürpertici, çok dokunaklı ama hepsinden önemlisi, okunması gereken bir kitap."
—Peter Guttridge, eleştirmen ve cinayet romanı yazarı
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Seri Katiller - Çarpıcı Gerçek Suç Öyküleri, Yazar: Mitzi Szereto, Çevirmen: Nurdan Soysal, Say Yayınları, 2021, 304 Sayfa
BÜYÜKANNEMİN SARI KEÇİSİ - ŞAFAK OKDEMİR
Yörükler. Dağlarda konargöçerler. Bütün yolları bilirler. Keçileriyle birlikte yürürler. Çan sesleri şarkı olur, gökyüzüne tırmanır.
Şafak Okdemir, dağların ve suların sesini duyanların etkileyici hikâyesini anlatıyor. Bir bebek ve bir oğlağın sarılıp uyuduğu Toroslar, Şafak Okdemir’in resimleriyle gerçeğin ta kendisi oluyor.
Büyükannemin Sarı Keçisi, doğanın ve yaşamın hakkını verenlerin kitabı.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Büyükannemin Sarı Keçisi, Yazar: Şafak Okdemir, Çınar Yayınları, 2021, 40 Sayfa
SENİN SEÇİMİN: SENİN HAYALİN - PIPPA GOODHART
Dünyada Bir Milyondan Fazla Satan Senin Seçimin Serisi
Fare kadar küçük ya da bir ev kadar büyük olmak nasıl olurdu?
Okyanusun derinliklerini keşfettiğini, yeraltına tünel kazdığını ya da geleceğe seyahat ettiğini hayal et.
Harika ihtimallerle dolu bu hayal gücü festivalinde istediğin her şey olabilirsin.
Haydi... Sadece Hayal Et
Pippa Goodhart’ın (kendisi Laura Owen mahlasıyla Sakar Cadı Vini serisinin de yazarı) dünyada 1 milyondan fazla satan Senin Seçimin serisi, 3-7 yaş arası çocuklara kendi öykülerini uydurmalarını sağlayacak bir alet çantası sunuyor. İçindeki yüzlerce görsel ve yönlendiren ama kısıtlamayan basit sorular sayesinde çocuklar her açtığında yepyeni masallar, maceralar, hikâyeler hayal ediyorlar.
“Konuşmayı ve dinlemeyi geliştirmek için harika.”
Times Eğitim Eki
“Çocukları hayal etmeye, düşünmeye ve kendi hikâyelerini yaratmaya itiyor.”
-BookTrust
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Senin Seçimin - Senin Hayalin, Yazar: Pippa Goodhart, Çevirmen: Çağla Vera Kılıçarslan, Domingo Yayınevi, 2021, 32 Sayfa
KÜRESEL İKTİSADİ TARİHÇE 1980 – 2009 - OKTAR TÜREL
Elinizdeki kitap, küresel iktisadın neoliberal ideoloji güdümünde geçen 1980-2009 dönemini betimlemek ve irdelemek amacı ile yazılmış olup, giriş ve sonuç bölümleri dışında, başlıca üç kısımdan oluşmaktadır.
Bu üç kısımda, anılan dönemdeki küresel iktisadi yönetişim mekanizması, uygulanan belli başlı iktisat politikaları ve dönemin iktisadi başarımı sırayla incelenmiştir.
Birinci kısmın ilk bölümünde neoliberalizmin gelişmiş ve gelişmekte olan ülke gruplarında ekonomiyi dönüştürme patikaları özetlenmekte, küresel iktisadi yönetişimin kurumsal çerçevesi tanıtılmaktadır. Bu kurumsal çerçevenin iki önemli bileşeni olan uluslararası para ve finans sistemi ile dünya ticaretini düzenleyen ve yönlendiren örgütlenmeler, izleyen bölümlerde ele alınmıştır.
İkinci kısım, kaynak tahsisini etkileyen iktisat politikalarının (bu bağlamda sanayi, tarım ve çevre politikalarının) incelenmesiyle başlamakta, bunu dış ticaret, talep yönetimi ve bölüşüm politikaları üzerindeki değerlendirmeler ve ödemeler dengesi sermaye hesabının yönetimine ilişkin tartışmalar izlemektedir. Bu kısımda iktisat politikalarının ülke grupları ve/veya ülkeler itibarıyla nasıl farklılaştığına ve politika önceliklerinin zaman içinde nasıl evrildiğine de değinilmiştir.
Küresel iktisadi başarımın incelenmesine ayrılan üçüncü ve son kısmın ilk iki bölümünde iktisadi gelişmenin genel görünümü ve küresel gelir bölüşümü öncelikle ele alınmıştır. Üçüncü kısmı ve kitabı sonlandıran bölümde dünya ekonomisinin finansallaşması ve "Neoliberal Çağ"daki finansal krizler üzerinde durulmuştur. Görece ayrıntılı olan bu bölüm, yazarın şu kanısını yansıtmaktadır: Geçmişten artakalan söylem ve uygulamalar kısmen sürdürülse bile, 2007-9 finansal krizinden sonraki dünya, artık başka bir dünya olacaktır.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Küresel İktisadi Tarihçe 1980 – 2009, Yazar: Oktar Türel, Yordam Kitap, 2021, 480 Sayfa
YARATICILIK VE YENİLİKÇİLİK - HARUN AYKUT GÖKER
Bu denemede, kendi ilgi ve uğraş alanımda edinebildiğim deneyimin, kendi tanıklık ve gözlemlerimin özel bir ağırlığı olacaktır. Hareket noktamı bu deneyim, tanıklık ve gözlemler oluşturuyor. Ama, bir yanıt bulmaya uğraştığım meselenin sistemsel bir bütünün parçası olduğu ve binlerce yıllık bir toplumsal geçmişe dayandığının her zaman farkında oldum. Çünkü, “Niçin yeterince yenilikçi ve yaratıcı olamadık” derken, hakkında bir hükme vararak bunun niçin böyle olduğunu sorguladığımız, toplumumuzun kendisidir; içinde yaşadığımız toplumdur. Hangi toplumu ya da toplumsal meseleyi o toplumun tarihsel geçmişinden ve içinde bulunduğu iktisadi-siyasi sistem gerçeğinden soyutlayarak ele alabiliriz ki... Bu mümkün değil. Hele de mesele, toplumun doğrudan bilimde, teknolojide, başta sanayi olmak üzere üretimde gelebildiği düzeyle ilgiliyse...
Aykut Göker
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Yaratıcılık ve Yenilikçilik, Yazar: Harun Aykut Göker, Ayrıntı Yayınları, 2021, 496 Sayfa
Göç, savaş, empati ve Dönme Dolap
Her yaştan okura iki farklı dünyayı yan yana okuma şansı sunan Dönme Dolap, savaş ve göç konusunda empatiyi güçlendirmeyi hedeflerken farklı bir yönteme başvuruyor.
11-04-2021 00:02

Burcu Adıgüzel
Kitapta en çok ilgimi çeken şey, kitabın sağ ve sol tarafında iki farklı öykünün akması. Bu iki farklı öykü, ayrılıklar ve aynılıklar barındırıyor. Bu yönteme "kiasmik" deniyor. Çocuk edebiyatında bulabileceğimiz bir seçim olsa da bunu ustaca yapmanın bu yöntemi az görmemize yol açtığını söyleyebilirim.
Bir anne ile oğul ve bir baba kız eş zamanlı olarak yola çıkarlar. Anne-oğul lunaparka gitmek; baba-kız, savaşı ardında bırakıp başka bir ülkeye göç etmek için yolculuğa düşer. Bu yolculuk öyküleri, birbirinden tamamen farklı ve bağımsız gibi görünse de dünyada hiçbir şeyin tek başına ve etkisiz olmaması gibi bağımsız da değildir. İki ailenin yolculuğundaki benzerlikler, yolda karşılaşılanlara karşı çocukların verdiği benzer tepkiler bu bağı güçlendirirken çocukların birbiriyle yer değiştirdiğini okuyucuya hissettirmek bence yazarın en etkin başarısı.
Bu iki yolculuk aynı zamanda okuyucuyu da içsel bir yolculuğa davet ediyor ve kendinizi yola çıkmış buluyorsunuz. Çocuklarla o yolu birlikte yürümek; göç, savaş, mülteciler ve hayatın zorlu yüzünü konuşmak ya da onların düşünmesini sağlamak için de iyi bir seçim. Özellikle de empatinin. Bireyselliği korumakla bencil olmak arasında sandığımızdan daha kalın bir çizgi var ve bazen bunu anlamak için bir çocuk kitabı yetebilir. Dönme Dolap, tezgâhını "buraya" kurmuş bir kitap.
Yazar Tülin Közikoğlu, bu konuyu seçme nedeni olarak sokakta kızıyla yürümenin zor olduğu bir gün, "Ne bu hengame, sokakta mıyız, savaşta mı?" dediğini ve bu serzenişin şımarıkça olduğunu fark ettikten sonra Dönme Dolap fikrinin zihnini meşgul etmeye başladığını söylüyor. Sosyal medyada da sıkça gördüğümüz ve bence bazen yerinde de olan "Savaşta mıyız?" esprisi, başka bir hayatın çocukları için espri malzemesi olamayacak kadar gerçek. Evet, gerçekten savaştalar; savaştaydılar ve savaş, insanın ve bilhassa çocukların içinde olmaması gereken en insanlık dışı yıkım.
Kitabın çizeri Hüseyin Sönmezay’dan da mutlaka bahsetmeliyiz. Kitapta kullanılan balık, dönme dolap gibi semboller çizimlerle de öyle iyi ifade edilmiş ki çizimler sayesinde empati yapmaya hızlıca başlıyorsunuz.
Yazar, böylesine zorlu ve hassas bir konuyu umut vadetmeden sonlandırmayı seçmemiş. İyi ki... Son olarak dünyadaki bütün çocukların en temel ihtiyaçlarından biri, oyun; yetişkinlerin ise umut.
"Ne olursa olsun oyun hep var, umut hep var."
KÜNYE: Dönme Dolap, Tülin Közikoğlu, Doğan Egmont Yayıncılık, 2020, 40 Sayfa.