Vitrin: Yeni çıkanlar
Değerli İleri Kitap takipçileri ve kitap severler, haftanın yeni çıkan kitapları arasından sizler için derleme yaptık. Beğeneceğinizi umuyor, keyifli okumalar ve iyi hafta sonları diliyoruz.
10-01-2021 01:01

BEN VE GINNIE - HERMAN RAUCHER
Ben, yazma eylemiyle boğuşan bir yazar adayı; Ginnie ise titiz bir dansçıdır. 1951’de birbirlerine aşık olmuş ve her ne olursa olsun birbirlerine tutunmaya karar vermiş iki ürkek çocukturlar. Dünya ikisinin de önünde keşfedilmeyi bekliyordur...
Bir yanda 1950’lerin New York’unun büyüleyici cazibesi, diğer yanda Hollywood’un yıldızlarla parlayan neşeli şov dünyası: Ben ve Ginnie neon ışıklar arasında birbirlerine duydukları saf, yoğun ve kusursuz aşkı sürdürmeyi başarmışlardır. Bu aşk sonsuza kadar sürmeli, şimdiye kadar yazılmış tüm kitaplarda ve peri masallarında anlatıldığı gibi romantizm ve tutkuyla harlanmalıdır. Ne var ki, aşkları sahiden de sonsuza kadar sürebilecek midir ya da bu aşk ikisinin de fark edemediği beklenmedik bir kırılma nedeniyle sallantıdan kurtulabilecek midir?
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Ben ve Ginnie, Yazar: Herman Raucher, Çevirmen: Belkıs Çorakçı Dişbudak, Ayrıntı Yayınları, 2020 Aralık, 560 Sayfa
SİCİLYA'DA BİR AŞK HİKAYESİ - ANN RADCLIFFE
Ölçüsüz tutkular, dehşet verici eylemlere yol açar.
Sicilya’nın ıssız kıyılarında, benzersiz bir doğa manzarasının ortasındaki muhteşem bir şato, karanlık sırların yatağı olabilir mi? Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi, sakin ve durgun görünen hayatları apansız bir çalkantıyla bulandırıyor. Şatonun dolambaçlı koridorlarında, insanı bir kez kendine çektikten sonra girdabından dışarı bırakmayan, kaynağı belirsiz bir korkuyu, günlük hayata istikrarla sızan bir psikolojik dehşete dönüştürüyor.
Ann Radcliffe’in erken dönem yapıtlarından Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi, gotik romanı romantik unsurlarla besleyen yetkin bir örnek. Radcliffe dehşetin anlatımını kendine özgü lirik bir üsluba bağlarken, korkuya da sıcak, çekici bir yön kazandırıyor: Haz ile dehşet arasındaki her an kopmaya hazır o ince çizgi ortadan kalkıyor.
Sicilya’da Bir Aşk Hikâyesi, 18. yüzyıldan günümüze gotik adını alan korku ve dehşet edebiyatının klasiklerinden biri.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi - Klasik Kadınlar, Yazar: Ann Radcliffe, Çevirmen: Duygu Akın, Can Yayınları, 2021, 228 Sayfa
KAN TER VE PİKSELLER: VİDEO OYUN YAPIMCILIĞININ ARKASINDAKİ ÇALKANTILI VE ZAFER DOLU HİKAYELER - JASON SCHREIER
“Birçok geliştirici ve stüdyonun iyi ve kötü günlerine dair son ayrıntısına kadar araştırılmış, yer yer acı veren, ustalıkla yazılmış bir kitap.”
Cliff Bleszinski, Gears of War’un yaratıcısı
“Okunması gereken bir kitap... Sonuna geldiğinizde, keşke daha uzun olsaydı diyeceksiniz.”
Forbes.com
Video oyunları geliştirmek… Kahramanca bir yolculuk mu yoksa aptalca bir çaba mı? Jason Schreier, Kan, Ter ve Pikseller’de oyun geliştiriciliğinin perde arkasını gösteriyor ve okurlarını, yaratıcıların bazen uzun saatler çalıştırılan altı yüz kişilik ekiplerden, bazen de yalnız bir bilgisayar dâhisinden oluştuğu sularda heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor.
Yakın zamanda çıkmış, en popüler ve en çok satan oyunlardan bazılarını ele alan Schreier, RPG stüdyosu BioWare’in Dragon Age: Inquisition’ı yapmak için imkânsız bir iş takviminin ve sayısız teknik kâbusun üstesinden gelme mücadelesini, bağımsız geliştirici Eric Barone’un yalnız bir adamın hayali olan bir köy yaşamı RPG’sini multimilyon dolarlık bir fikrî mülke çevirmek için tek başına gösterdiği çabaları, Bungie’nin Star Wars ya da Yüzüklerin Efendisi kadar popüler olacağını umduğu, yepyeni bir evrende geçen Destiny’yi yaratmak için stüdyonun sonunu getirmek pahasına Microsoft’tan ayrılışı gibi konulara değinerek okurlarını oyun geliştiriciliğinin cehennem alevlerine çekiyor.
Gün boyu süren fazla mesaileri, yorgunluktan kızaran gözleri ve son dakika kurtarışlarını belgeleyen Kan, Ter ve Pikseller, hem oyun geliştiriciliği dünyasında çıkılan bir yolculuk hem de olabilecek en iyi oyunu yaratmak için dağ gibi engelleri aşan, isimsiz kahramanlara bir övgü niteliğinde.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Kan Ter ve Pikseller: Video Oyun Yapımcılığının Arkasındaki Çalkantılı ve Zafer Dolu Hikayeler, Yazar: Jason Schreier, Çevirmen: M. İhsan Tatari, İthaki Yayınları, 2021, 280 Sayfa
MİTOLOJİ: KAHRAMANIN YOLCULUĞU - DAVID ADAMS LEEMING
Mitoloji: Kahramanın Yolculuğu, birçok kültürün mitlerindeki evrensel temalara vurgu yaparak mitoloji konusuna farklı ve etkili bir yaklaşım sunuyor. James Frazer, C. G. Jung, Karl Kerényi ve alanın önde gelen isimlerinin, mitlerin evrensel anlam arayışımızda bütün toplumlara nasıl hizmet ettiğini gösteren metinlerine yer veren bu antoloji, kahramanın doğumundan sınav ve arayışlarına, düşüş ve yükselişine, ölümüne ve yeniden doğumuna uzanan geniş kapsamlı bir mit araştırmasıdır.
Anlatımına gerçek karakterleri de dahil ederek mitlerin fiziksel olarak gerçek olduğu ve gerçek hayata uygulanabileceği teorisinin altını çizen Leeming, kadın kahraman mitlerinin yanı sıra Navajo, Endonezya, Hint, Çin ve Afrika masallarından örnekler sunuyor ve şöyle diyor: “Mitler, insanlığın hayalleri olarak da adlandırılabilir.”
Mitoloji: Kahramanın Yolculuğu, yalnızca bu engin konu hakkındaki bilgilerini pekiştirmek isteyenler için değil, insan ruhunu daha iyi anlamak isteyenler için de temel bir kaynak niteliğinde.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Mitoloji: Kahramanın Yolculuğu, Yazar: David Adams Leeming, Çevirmen: Ilgın Yıldız, Say Yayınları, 2020 Aralık, 408 Sayfa
YAŞANMAZ BİR DÜNYA: ISINMA SONRASINDA HAYAT - DAVID WALLACE-WELLS
Durum çok kötü, sandığınızdan da beter. İklim değişikliğinin yavaş ilerlediği hikâyesi bir peri masalı, aslında hiç olmadığını anlatan masal kadar habis belki de. Ve eğer siz sadece deniz seviyesinin yükselmesinden endişeleniyorsanız, buzdağının yalnızca ucunu görüyorsunuz demektir.
Artan sıcaklıklar, kıtlık, sel baskınları, salgın hastalıklar, ormansızlaşma, buzulların erimesi, ekonomik gerileme ve bunların beraberinde getireceği yıkım... İşte başımıza geleceklerin kısa bir özeti. Ve hepsi de sandığımızdan daha hızlı gerçekleşecek. Eğer milyarca insanın yaşam şeklinde devrim niteliğinde bir değişiklik yapmazsak, içinde bulunduğumuz yüzyılın sonunda gezegenin çok büyük bir kesimi yaşanmaz hale gelecek, kalanında ise yaşam koşulları oldukça zorlayıcı olacak.
David Wallace-Wells, Guardian gazetesinin “çağı tanımlayan kitap” olarak nitelediği Yaşanmaz Bir Dünya’da son bilimsel çalışmalardan faydalanarak bizleri yakın geleceğimizle tanıştırıyor. O geleceğin, içinde yaşayanlara nasıl görüneceği –ısınmanın küresel politikayı nasıl dönüştüreceği, böyle bir dünyada teknolojinin ve doğanın ne anlama geleceği, kapitalizmin sürdürülebilirliği ve insanın ilerleyişinin tuttuğu yol– üzerine kafa yoruyor.
Yaşanmaz Bir Dünya aynı zamanda bir harekete geçme çağrısı. Dünya tarihi boyunca salınmış toplam karbon miktarının yarısından fazlasını son otuz yılda atmosfere bıraktığımızı düşünürsek, sadece bir kuşak içinde gezegeni bu hale getirmişiz demektir. Ve tüm bu felaketleri önleme sorumluluğu yine tek bir kuşağın omuzlarında. O kuşak, bizim kuşağımız.
"Çağı tanımlayan kitap.” Matt Haig, Guardian
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Yaşanmaz Bir Dünya - Isınma Sonrasında Hayat, Yazar: David Wallace-Wells, Çevirmen: Ebru Kılıç, Domingo Yayınevi, 2020 Aralık, 336 Sayfa
SANAT DÜNYAMIZ SAYI 180
Sanat Dünyamız dergisinin 180. sayısı çıktı. Dergi, sezonun öne çıkan sergileri üzerine derinlikli eleştiri yazılarını, gündemdeki konulara dair söyleşileri sayfalarına taşıyor ve sanat ekseninde gerçekleşen güncel tartışmaları yansıtan yazılara yer veriyor.
Sanat Dünyamız 180. sayısında kapağına 26 Şubat- 9 Mayıs 2021 tarihlerinde Güney Kore’de gerçekleşecek 13. Gwangju Bienali’ni taşıyor. Merve Ünsal, bienalin araştırma sürecini, çevrimiçi yayınlarını ve kamusal programlarını, Natasha Ginwala ile birlikte bienalin bu edisyonunun sanat direktörlüğünü üstlenen Defne Ayas ve kamusal programlar küratörü Özge Ersoy ile konuştu.
Begüm Özden Fırat’ın Pera Müzesi’nde 17 Ocak 2021’e dek süren “Minyatür 2.0” sergisi üzerine yazdığı bir deneme geleneksel sanatların yansımalarını kapsamlı biçimde ele alıyor. Sevil Tunaboylu’nun Depo İstanbul’da yer alan “Bitmez Tükenmez Dönüşe Geçtiler” sergisi üzerine Fatih Özgüven’in yazısı, Aylin Zaptçıoğlu’nun Galeri x-ist’te devam eden “in situ/ex situ” sergisi üzerine Seçil Epik’in yazısı ve Nilbar Güreş’in Galerist’te süren sergisi “The Sea Said Okey” üzerine Gencay Altay’ın yazısı dergide yer buluyor.
20 yılı geride bırakan Bayburt’taki Baksı Müzesi’nin yolculuğunu sivilleşme ve özne kavramlarıyla ele alan Hüsamettin Koçan’la gerçekleşen bir söyleşi de okurları bekliyor.
Bora Başkan’ın Öktem Aykut’ta gerçekleşen üçüncü kişisel sergisini ve “Ufku Olmayan Günler” adlı yeni video çalışmasını anlattığı söyleşisi, sanatçının pratiğine yakından bakmak için bir fırsat sunuyor.
Bu sayıda Açıklaya Açıklaya Sanat’ın beşinci yazısını kaleme alan Süreyyya Evren, “Sanatın özgür olmasını istiyor muyuz buna ihtiyacımız var mı gerçekten?” diye soruyor. Süreyyya Evren’in yazısında referans verdiği Alman yazar Hanno Rauterberg’in “Sanat Ne Kadar Özgür?” başlıklı yazısı da dergide yer alıyor.
Eleştiri dizisinde ise Semih Fırıncıoğlu özne ve matris kavramlarını ele alarak yeni soruları gündeme getiriyor.
Sanat İnisiyatifleri Söyleşileri’nde TAPA, Sanat Kütüphaneleri’nde ise İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Kütüphanesi derginin konuğu. Pandemi şartlarında sahnesini ormana taşıyan DotOrmanda’nın macerasını ise Murat Daltaban anlatıyor.
Son olarak Kasım ayında gerçekleşen ve genç sanatçıların üretimleri için bir alan açan Base’in izleri de dergide + “İz” bölümünde okurları bekliyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sanat Dünyamız Sayı 180, Yazar: Kolektif, Yapı Kredi Yayınları, 2021
İLGİLİ HABERLER
İnsani atık ve atık insanlar
Cezaevleri diğer pek çok toplumsal kurum gibi; atıkların geri dönüşüm işlevini bırakmış, tasfiyesine yönelmiştir. Modernitenin küresel zaferinin ve gezegenin bu yeni sıkışıklığının atık tasfiye sanayisinde yarattığı krizle savaşta ön saftaki yerini almıştır. Tüm atıkların potansiyel olarak zehirli ya da atık sınıfına girdikleri için bulaşıcı ve rahatsız edici oldukları, eşyanın düzenini bozdukları düşünülür. Geri dönüşüm artık bir yarar sağlamıyorsa ve randımanlı olmayacaksa, atıkla başa çıkmanın yolu onun “biyolojik bozunması”nı ve çürümesini hızlandırmak, bir yandan da onu sıradan yurttaşların yaşamından uzak tutmaktır.
10-01-2021 01:28

Ufuk Akkuş
İçinde yaşadığımız kapitalist sistem sermaye birikiminin sürekli geliştirilmesine dayanır. Başka bir deyişle sistemin tek amacı kar ederek tekrar yatırım döngüsü sağlamaktır. Burada söz konusu olan ekonomik büyüme, karlılığın ve sermaye birikiminin duraksamaksızın büyümesidir. Bunun için de birikimin büyümesine yönelik idari, hukuki ve teknik düzenlemelere başvurulur. İnsan ihtiyacının giderilmesi ve üretilenlerin adilce paylaşılması yerine birikimin nimetlerinin büyük bölümü sistemin doğası gereği yine sermayedara gider. Tüketimi artırmak amacıyla yapılan bu üretim döngüsünü sağlarken bu süreçte doğaya verilen zararlar ve tüketim mallarının tüketilmesi sonucunda oluşan atıklar sermayenin ilgi alanına girmez. Üretim esnasındaki çevre tahribatını azaltıcı önlemler ancak o ülkede hukuki yaptırımlar varsa ve kararlı bir şekilde uygulanıyorsa zorunlu olarak uyulması gereken kurallar kapsamında değerlendirilir. Tüketim sonucu oluşan atıklar da bir şekilde toplatılarak yeniden üretime sokulabilir ancak bu da atıkların genişleyerek çoğalması anlamına gelir.
Zygmunt Bauman, “Iskarta Hayatlar Modernite ve Safraları” kitabında gezegeni tehdit etme derecesine gelen atık meselesine odaklanıyor. Bauman, tüketim maddeleri atığı ile “atık insan” dünyasının benzerliğine değinerek iki yakıcı sorunu iç içe ele alıyor. Bauman’ın anlatımında “Atık insan”ı harcanmış insan olarak niteleniyor ve ihtiyaç fazlası ya da ıskarta insan olarak görülüyor. Atık insan, zorunlu nedenlerle ya da bilerek/isteyerek kayıt dışı bırakılan kalkınmasına izin verilmeyen insanları kapsıyor. Bauman’a göre; üretim ve tüketimin nerdeyse tümü piyasa ve pazarlar aracılığı ile gerçekleşiyor. Metalaşma, ticarileşme, parasallaşma süreçleri yerkürenin en ücra köşelerinde tedavüle giriyor. Bu gelişme sürdükçe, yerel sorunlara küresel çözüm getirmek, ya da yerel atıklara küresel çöplük bulmak imkansızlaşıyor. Tersine yerel yönetimler, modernitenin küresel zaferinin sonuçlarına katlanmak zorundalar. Şimdi küresel sorunlara yerel çözümler bulmaları gerekiyor, ancak bunu başarmaları da kolay gözükmüyor. Bauman, çağdaş hayatın günümüzdeki manzarasını anlatan bu sorunlara modernite/modernleşmenin yol açtığını öne sürüyor. Aslında tüm bu sorunlar kapitalist sisteme özgü olup, aşılmasının da doğaya saygılı ve israfa yol açmayan tarzda üretim planlamasının uygulanacağı toplumsal altüst oluşla mümkün olduğunu düşünüyoruz. Atık insan meselesinin de sınırların kalktığı ve özgür insanların bireyselliklerini yaşayabileceği bir dünyada çözümleneceğini söyleyebiliriz.
Bauman’a göre; insani atıkların ve atık insanların tasfiyesi sorunları, bireyselleşmenin akışkan, modern, tüketici kültürü üzerinde her zamankinden fazla baskı yapıyor. Toplumsal hayatın en önemli veçhelerini esir alıyor, hayat stratejilerini ele geçiriyor, onları kendi atıklarını (başlamadan biten, yetersiz, sakat ya da yürümeyen, harcanmaya mahkum insan ilişkileri) üretmeye sevk ediyor. Iskartaya çıkmayı günümüzün en yakıcı sorunlarından biri olan işsizlikten de aşağı konumda gören Bauman, işsizin tıpkı sağlıksız, rahatsız gibi yoksunluk takısı almış bir sözcük olduğunu ve normun dışına çıktığını vurguluyor. Iskartaya çıkmak ise süreğenliği çağrıştırıyor ve durumun sıradanlığını ima ediyor. Bir karşı durumu değil bir hali tanımlıyor. Iskartaya çıkmak lüzumsuzluğu, gereksizliği, kullanım dışılığı anlatıyor. Başkalarının size ihtiyacı yoktur, siz olmadan işlerini eskisinden daha iyi bile yapabilirler. Iskartaya çıkmak deyimi ihtiyaç fazlası, hurda, defolu, çöp, atık gibi sözcüklerle aynı anlam dünyasını paylaşır. İşsizin, “emek ordusunun yedek askeri”nin geleceği, yeniden hizmet saflarına çağrılmaktı. Hurdanın geleceği ise, diğer hurdaların yanına çöplüğe atılmaktır. Bauman, ıskartaya çıkarılmanın sosyal açıdan bir yersiz yurtsuzluğa, dolayısıyla bir özgüven yitimi, hayatını amacının yitirilmesi gibi duygulara yol açacağı hissi veya bu durumla hiç karşılaşmamışlarsa bile her an karşılaşabilecekleri kuşkusu, kendileri de büyük ıstıraplar çekmiş “X kuşağı”na mahsus bir deneyim olduğunu savunur.
Iskarta insan birikiminin patlamaya yol açacağı korkusuyla 19. yüzyılda nüfusun sorunlu kesimini kitleler halinde yurt dışına yollayarak sosyal sorunların üstesinden gelinmek istenmişti. Kentlerde meydana gelen taşkınlıklar, yöneticileri göreve çağırıyordu. 1848 Haziran’ından sonra Paris’in kenar mahalleleri asi sefillerden temizlenmiş, “ayaktakımı” yığınları deniz ötesine Cezayir’e gönderilmişti.1871’de Paris Komünü sonrasında aynı işlem tekrarlandı, ancak bu kez istikamet Yeni Kaledonya idi. İhtiyaç fazlası ya da marjinal insanlar; tanımlanmış bir sosyal statüleri olmayan, maddi ve entelektüel üretim açısından ihtiyaç dışı kabul edilen kendilerini de öyle gören değer kaybetmiş bireyler olarak görülür. Örgütlü toplum onlara bedavacı, davetsiz misafir, muamelesi yapar ve çoğu kez onları her türlü kötülüğün kaynağı, suçun kenarında dolaşan, sosyal dokuyu sömüren kimseler olarak görür, en azından tembelliğe kılıf uydurmakla suçlar. Varsılların değer verdiği ama yoksulları perişan eden yol ve yöntemleri açıkça reddeder, saygı göstermezlerse bu da kamuoyunun başından beri söylediğinin -ihtiyaç fazlaları sadece yabancı bir doku değil, toplum sağlığını tehdit eden kanserli bir hücre, yaşam biçimimizin ve savunduğumuz her şeyin yeminli düşmanı olduklarının- kanıtı olarak algılanır.
Bauman; mültecileri, yerinden edilenleri, sığınmacıları, muhacirleri, kaçak göçmenleri küreselleşmenin atıkları olarak görür. Aynı zamanda modern üretimin bir yan çıktısı olan geleneksel sanayi atıklarının da çoğaldığını söyler. Bu atıkların tasfiyesi, atık insanların tasfiyesi kadar büyük, korkutucu bir sorun olup ikisinin nedeni de aynıdır: tıka basa dolan gezegenimizin en ücra köşelerine kadar yayılan, tüketim toplumu dışındaki tüm yaşam biçimlerini ezip geçen ekonomik ilerleme. Zehirli atıklar da ekonomik sathın en az direnç gösterdiği yerlerde daima en aşağıya sızar. Çin’in bir elektronik aletler çöplüğüne dönen Guiyu köyünden ve ekonomik ilerleme treninden düşen eski köylülerin yaşadığı Hindistan, Vietnam, Singapur ya da Pakistan gibi ülkelerde Batı’nın elektronik atıkları “geri dönüştürülür”.
Bauman’a göre modernitenin küresel zaferinin en vahim sonuçlarından biri insan atıklarının tasfiyesindeki ağır krizdir. Mevcut yönetim kapasitesinin giderek artan atık hacmiyle başa çıkamaması modern dünyamızın ne yeniden kazanabildiği ne de yok edebildiği kendi atıklarında boğulması ihtimalini güçlendiriyor. Biriken atıklardaki zehir oranının hızla arttığına dair işaretler var. Endüstriyel ve ev atıklarının gezegenin ekolojik dengesini bozması yoğun endişelere neden oluyor ama sayıları gittikçe artan “atık insanlar”ın gezegende bir arada yaşayabilmemizin ön koşulu olan siyasi denge ve toplumsal istikrar üzerindeki etkilerini tüm berraklığıyla anlamaktan çok uzağız. Iskarta insan yığınlarının giderek kalıcı hale gelmesi ayrımcı siyasetlerin daha da katılaşması ve olağanüstü güvenlik önlemlerini gerektirir ki toplumun sağlığı, sosyal sistemin “normal işleyişi” tehlikeye girmesin. Talcott Parsons’a göre her sistemin kendi varlığı için elzem olan “gerilim yönetimi” ile örüntünün sürdürülmesi, bugün atık insanları toplumun geri kalanından kesin çizgilerle ayırmaya, yasal çerçeveden soyutlanmalarına ve etkisizleştirilmelerine indirgenmiştir. “Atık insanlar”ı uzaktaki tasfiye alanlarına göndermek artık mümkün görünmemektedir. Bu yüzden bu insanlar sıkı gözetim ve denetim altında tutulmalıdır. Sosyal devlet adım adım ısrarla ve acımasızca bir karakol devletine dönüştürülmüştür.
İnsani atıkların ve atık insanların küreselleşmenin ve tüketim toplumunun yaygınlaşması ile geliştiği ve modern topluma ait olgular olduğunun altını çizen Bauman, bu konunun giderek yakıcı bir soruna dönüştüğünü ve insanlar arası ilişkileri de olumsuz etkilediğini örneklerle ortaya koyarak değişik bir bakış açısı sunuyor okuyucularına.
Künye: “Iskarta Hayatlar, Modernite ve Safraları”, Zygmunt Bauman, Çev. Osman Yener, Can Sanat Yayınları, 2020, 155 Sayfa.
’Düşünen hekimden' COVID-19 salgınının medikopolitiği
İnsanlık bu hastalıkla ve virüsle karşılaştığı ilk günden bu yana hakkında tıbbi, moleküler biyolojik, sosyolojik, psikolojik, felsefi birçok bilgi/fikir üretti, üretiyor da... Şüphesiz tarihin böyle kırılma anlarını anlamaya çalışmak çok değerli. Özen B. Demir de bu fikir üretimi ve her boyutuyla anlamaya, aydınlatmaya çalışma işini üstleniyor ve ‘’kendisini yayımlanan aktüel bilimsel/kuramsal metinler kümesi üzerinden kuran, onlardan beslenerek irileşen ‘obur’ bir metin tasarlamayı’’ hedefleyerek "Pandemi: Salgının Medikopolitiği" eserini yaratıyor.
10-01-2021 00:49

Zilan Yıldırım
Eminim birçoğumuz ‘’geçtiğimiz yılın (2019) Aralık ayında, Çin’in Hubei bölgesindeki Wuhan kentinde…’’ diye başlayan ya da kapağında maske , ismi de "Pandemi" olan bir kitaba ön yargılı yaklaşırız şu dönemde. ‘’Şu başımızın belası virüsle kuşatılmışız zaten, bir de oturup hakkında yazılmış kitaplar mı okuyacağız?’’ diyeceksiniz haklı olarak. Ancak virologların, moleküler biyologların ve doktorların sosyal medyada hızla artan ‘’takipçiler’’inden ya da artık aşı için üçüncü faz çalışmalarının sonuçlarını bekleme gibi teknik bilgi gerektiren kriterlerimiz olmasından da tahmin edileceği üzere ne kadar korkup kaçsak da belirsizliğin ve öngörülemezliğin tedirginliği; hepimizi pandemiye, koronavirüse, aşılara ve önümüzü az da olsa aydınlatacak insanlara çekiyor.
İnsanlık bu hastalıkla ve virüsle karşılaştığı ilk günden bu yana hakkında tıbbi, moleküler biyolojik, sosyolojik, psikolojik, felsefi birçok bilgi/fikir üretti, üretiyor da... Şüphesiz tarihin böyle kırılma anlarını anlamaya çalışmak herkes için olduğu kadar benim için de çok değerli. Maskeyle, sosyal mesafeyle belki de yeni bir kültürün doğumuna sahne oluyoruz, kim bilir? Özen B. Demir de bu fikir üretimi ve her boyutuyla anlamaya, aydınlatmaya çalışma işini üstleniyor ve "Pandemi: Salgının Medikopolitiği" eserini yaratıyor.
Özen B. Demir aynı zamanda doktorluk mesleğini icra eden; Kaos GL, Birikim, Doğu Batı, Bilim ve Gelecek gibi birçok platformda metinleri yayınlanan ve çeviriler de yapan üretken bir teorisyen, yazardır. NotaBene Yayınları tarafından yayınlanan Pandemi: Salgının Medikopolitiği eseri dışında Hekim ve Heybesi: Tıp, Bilim, İdeoloji (NotaBene, 2017); Beden, Tıp ve Felsefe (Adem Yıldırım ile NotaBene Yayınları, 2018) ve Biyopolitika ve Queer: AIDS Krizi, Bağışıklık ve Ötesi (Nika Yayınları) kitaplarının yazarıdır.
Demir, pandeminin başından bu yana birçok dijital platform ve dergide pandemi, karantina, virüs, kaygı ve korku bahislerinde yazılar yazmış ve devirdiğimiz bu bir yıl için çokça veri toplamıştır. Bu verileri konuya dair tüm detaylarıyla ve her kavramı titizlikle irdeleyen, akademik makalelerden tutun da WHO yetkililerinin konuşmalarına, hükümet yetkililerin açıklamalarına, konuya dair film ve belgesellere, ekonomist reflekslere, sosyal medyadaki insan hareketliliğine ve hatta TV reklamlarındaki pandemi başlıklı kurgulara kadar konuyla uzaktan yakından alakalı her şeyi tarihsel süreciyle beraber irdeliyor ve okuyucuya bir bütün halinde sunuyor. Pandemi üzerine tüm bir bakışı derinlemesine inceleyip buna tıbbi biyolojiyi, psikolojiyi, felsefeyi, sosyolojiyi dahil ederek okuyucuya yeni bir perspektif sunuyor bu eserde.
Bir söyleşisinde Demir eserin adındaki "medikopolitik" sözcüğünü şöyle açıklıyor: ‘’(…) muhteşem bir entelektüel ufuk olarak ‘biyopolitika’ kavramı, artık olur-olmaz kullanımla harcıâlem bir hale bürünmüş, deyim yerindeyse sırrı dökülmüş bir cep aynasına dökülmüş durumda. Ne olursa olsun, ‘medikopolitik’ gibi belirlenimi olmayan, henüz kavramlaşmamış bir sözcüğü tercih etmiş olmam, bu minvalde bir ihtiyata dayanıyor.’’
Aynı şekilde bir başka söyleşisinde ise eser için ‘’(…) kendisini yayımlanan aktüel bilimsel/kuramsal metinler kümesi üzerinden kuran, onlardan beslenerek irileşen ‘obur’ bir metin tasarımı idi (…) ‘’ yorumunu yapıyor.
Eserde ‘’meselenin amorf doğası gereği baştan sona insicamlı (tutarlık) bir argümantasyon silsilesini takip etmediğini’’ belirten yazar, kısaca belirsizlik motifini tutarlı bir dizgede yoklamakla yetindiğini söylüyor.
Pandeminin yarattığı belirsizliğin ve öngörülmezliğin yaşamın olağan akışını tedirgin ettiği ölçüde tehlikeli bir potansiyele sahip olduğunu belirten yazar bağıntı ve nedensellik köprüsünün yıkıldığı bu durumda devletlerin imdadına olasılıklar/şansların girdiğini ve dört kolla istatistiksel bilgiye sarıldıklarını belirtiyor.
Ne ki yeni tip bir ajanın sebep olduğu hastalığın, bireyler üzerinde etkisi ve korunmanın bireyler ve toplumun üzerinde müthiş bir baskı, tereddüt ve belirsizlik yarattığı aşikardır. Demir de bu vaka ve mevcut bir virüsün yeni bir kimlikle yeryüzü gündemine girmiş olmasının her an her şeyin olabileceğini çağrıştırdığını ve belirsizliğin yarattığı tedirginliğin bu çağrışıma sebebiyet verdiğini belirtiyor. Bu belirsiz düşmana, salgına karşı yanıt olarak ‘’kanıta dayalı’’ bir müdahale sistematiği inşa etme yönündeki çabaların, toplumsal-kurumsal altyapılar ile gerekli araçların temin edilmesine yönelik yatırımlarla birlikte gözetim-kontrol teknolojilerinin inceltilmesine sahne olduğunu söylüyor.
İnsanların gündelik hayatlarında karşılaştıkları her şeyin enfeksiyon barındırdığı hissi yaygınlaştıkça, sıradan etkinliklerin muazzam bir kaygı kaynağı haline geldiğini söyleyen yazar bu korkunun toplumun ayrıcalıksız kesimlerini çok daha kötü etkilediğini de belirtiyor. Dünyanın bir yerindeki insanların sadece oturduğu yerde rahatını bozan bir şeyin; dünyanın başka bir ucunda can kaybına, psikolojik problemlere ve sefalete sebep olabileceği gerçeğinin üzerinde duruyor.
Benim gibi genç okuyucular için bir uyarıda da bulunmak istiyorum. Şüphesiz ki tüm teorik yazınlarda karşı karşıya kaldığımız, virgüllerle bir nakış gibi birbirine işlenen ve uzadıkça anlaşılması zorlaşan cümlelerle ve hayatınızda hiç duymadığınız ilginç, aynı zamanda -tabiri caizse- nokta atışı kavramlarla bolca karşı karşıya kalacağınız bir eserdir elinizdeki. Birçok kavram için sözlük karıştıracağınıza ve birçok yeni kavramla bu vesileyle tanışacağınıza eminim. Tabi bu durumun okuyucuyu yorup sıkmak yerine okuyucuda sanatsal bir etki bırakması ve didaktik yönü de dikkate değer kısmı.
Yazıyı ise kitaptan bir alıntıyla sonlandırarak yazarın kalemini ve sanatını da tattırmak istiyorum:
‘’Gündelik yaşam, ‘teori’ ile üstesinden gelinemeyecek bilişsel tuzaklar (bias), yanlılıklar ve mantıksal safsatalarla (fallacy) doludur; entelektüel literatiye servis edilen lezzeti tam da oradan ileri gelir belki de. Sahada çalışırken, hemen her hekimin en çok işittiği soru şu değil miydi: ‘Bende de var mı hocam, COVID-19 olmuş olabilir miyim, burada da var mı, vaka görüldü mü’ şeklinde sürüp giden bu tedirgin merak, kendisini toplumsal gövdeden bağımsızlaştıran bir fâil tasarımının gölgelerini içermiyor mu? Burada peşinde olunan, yaşanılan bölgenin sağlık durumundan, epidemiyolojik göstergelerinden ve salgının daha ne kadar sürebileceğinden ziyade, zaten ‘var olmayan’ toplumdan özerkleşmiş neoliberal öznelliğin nesnesini arayan o helezonik risk algısının tatminini sağlamak, bir bakıma. Dolayısıyla şunu belletmek olanaksızlaşıyor: Gayemiz tek tek kaç vakanın olduğunu (kaba istatistik kumkumalığının simetrik yüzeyi olan) dedektiflik koşullanmasıyla saptamak değil, insanların enfekte olmaması değil, ‘sizi’ tek tek korumak hiç değil, toplumun bir üyesi olarak sizin mümkün mertebe geç enfekte olmanız…’’
Künye: Pandemi: Salgının Medikopolitiği COVID-19 Kronikleri, Özen B. Demir, NotaBene Yayınları, 2020, 464 sayfa.
Devrimin izinde İran: İslam Cumhuriyeti’nde 40 Yıl
Dünyada, Türkiye’de ve İran’da yayımlanmış paha biçilmez bir İran İslam Cumhuriyeti çalışmaları birikimi olduğunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak İran çalışmalarına yeni başlayan öğrenciler ve İran’ı anlama ve yorumlama çabasındaki okurlar için çalışmaların çokluğuna karşın çeşitliliği, anlaşılırlığı ve derinliği konusunda sorunlar olduğu da kabul edilmelidir. (Önsöz’den)
10-01-2021 00:45

Berat Çelikoğlu
İran İslam Cumhuriyeti, kuşkusuz sadece Orta Doğu ile sınırlı kalmayan ve hem doğrudan hem de dolaylı etkileri bölgesel çapını oldukça aşan bir stratejik ve politik etkiye sahip olan bir ülke. Bölgede hiç dinmeyen bir ateşin ortasında çok güçlü bir aktör olarak yer alması, ABD ile sürekli olarak yaşadığı bire bir gerilimler ve bölge ülkeleriyle diplomatik ilişkileri/anlaşmazlıkları ve tüm bunlarla birlikte iç dünyası ile İran İslam Cumhuriyeti, başlı başına bir mercekle gözlemlenmeyi hak ediyor. Doç. Dr. Hakan Güneş ile Dr. Öğr. Üyesi Özüm Sezin Uzun’un birlikte hazırladığı, 19 yazarın katkılarıyla oluşan ve Tarih Vakfı Yurt Yayınları aracılığıyla okurlarıyla buluşan İslam Cumhuriyeti’nde 40 Yıl: İran’da Toplum, Siyaset ve Değişim ise okura devrimin izinde İran’a çeşitli pencerelerden bir bakış denemesi.
İRAN İSLAM CUMHURİYETİ: NEDİR, NE DEĞİLDİR?
Kitabın giriş bölümünde Güneş ve Uzun, bir ikililiğe dikkat çekiyor: Ülkemizde İran ile ilgili hatırı sayılabilir ölçüde çalışma mevcut ancak bu çalışmalar gün geçtikçe birbirinin tekrarına dönüşüyor, güncelden yola çıkarak İran’a dönük yaklaşımlar üretmekte yetersizleşiyor. Üstelik Türkçe kaynakların erişilebilirliği de başka bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. İşte iki yazar da bu durumdan hareketle kitabın ortaya çıkışını 1979’a kadar uzanan İran Devrimi ve ardından kurulan İslam Cumhuriyeti hakkında güncele de dokunan, alışılmış ezberlerin dışında güncel kanıtlarıyla desteklenen bir yapıt ortaya koyma ihtiyacına dayandırıyor.
Kitap sırasıyla beş farklı bölümden, 19 yazıdan oluşuyor: Birinci bölümde İran’da siyasal yapı ve kurumlar; ikincisinde İran’da ekonomik ve toplumsal değişim; üçüncüsünde siyasi akımlar ve düşünsel gelenekler; dördüncüsünde kültür, sanat ve siyaset incelenirken beşinci bölümde ise İran dış siyaseti ve uluslararası ilişkileri ele alınıyor.
Azam Ahmadi’nin İran tarihinin kısa ama oldukça doyurucu özeti ile başlayan kitapta yazarlar 1979’a ve sonrasına, yani İslam Cumhuriyeti’ne odaklanıyor olsa da her yazıda '79 öncesine dönük atıflara ve tarihsel bir dizgiye rastlamak mümkün. Kitabın yapısı da bu tarihsel dizginin ele alınan her konu için ayrı ayrı olarak İran’ın yaşadığı temel dönüşümler paralelinde işlenmesine uygun bir şekilde organize edilmiş.
İçinde yer aldığı yazılar itibarıyla kitabın İran hakkında genel düzeyde hemen hemen her konuya değindiği ancak elbette konuyu bu kadar geniş ele alıyor olması sebebiyle konuların detaylarına inilemediği söylenebilir. Yine de bu noktada amacın hasıl olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, bir yazıda Başak Alpan İran’da futbolun ülkenin içinde bulunduğu siyasi atmosfer ve toplumsal dönüşümün seyri ile nasıl bir ilişki halinde şekillendiğini etraflıca anlatırken başka bir yazıda Hajar Kabiri İran’da kadın hareketlerini ele alıp inceleyebiliyor. Dolayısıyla bu kitap için ne detaylarda boğulmuş ne de genel düzleme saplanıp kalmış demek pek de mümkün değil ve bu noktada kitabın İran veya İran ile bağlantılı bir konuyu incelerken iyi bir kaynak teşkil edebileceğini düşünüyoruz.
SİS PERDESİNİ ARALAMAK
Ben, Orta Doğu’da güncel siyaseti ve uluslararası ilişkileri takip etmeye çalışan, ancak daha önce İran hakkında bütünlüklü bir okuma yapmamış biri oluşumu avantaja çevirmeye çalışarak, kitabı hep bunu düşünerek okumaya çalıştım. İran’ın iç yaşamının dışa kapalılığı, ülkenin dışarıya verdiği adeta bir kapalı kutu gibi ışıksız ve ışıltısız görüntü kuşkusuz İran hakkında öğrenmeyi hatta kimi zaman İran’ı merak etmeyi zor kılıyor. Bu dezavantajı da göz önünde bulundurarak İran’da toplumsal yaşama yönelik çok yönlü bu çalışmanın merakı tümden gidermek için olmasa bile merakı uyandırmak, sisi parçalamasa bile en azından perdeyi aralamak konusunda önemli derecede etkili olacağını düşünüyorum. Yazının başında sözünü ettiğimiz “alışılmış ezberlerin” önemli bir kısmı farkında olmadan da olsa çoğumuzda mevcut oysa bu ezberler aslında mesele hiç de göründüğü gibi olmadığı için yıkılmaya mecbur.
İslam Cumhuriyeti’nde 40 Yıl, laf her lafı açtığında kitaplıktan tekrar indirilip gönül rahatlığıyla göz atılabilecek değerli bir yapıt. Bu nedenle birbirinden değerli 19 yazarın bizim gibi zifiri karanlıkta bir sızıntı arayanlara doğrulttuğu ışık hüzmesi ve peşinden gidilmeyi hak ediyor.
Künye: İslam Cumhuriyeti’nde 40 Yıl: İran’da Toplum, Siyaset ve Değişim, Hazırlayanlar: Özüm Sezin Uzun-Hakan Güneş, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2020,
Çocuklar 'sınıf radyosu'ndan sesleniyor: Duygu Okulu Serisi
Duygular da insanlar kadar çeşitli, rengarenk, farklı ve elbette içinde olumsuzluklar barındırıyor. Çocuklarımızın bu çeşitlilikte kendilerini bulmaları, duygularını tanımaları, neden ve nasıl sorularına cevap aramaları oldukça değerli. Duygu Okulu, çocuklarımızla birlikte, onların gözünden duygularımız üzerine eğiliyor…
10-01-2021 00:41

Umut Dağlar
Duygularımız zaman zaman baş edilmez bir biçimde hayatlarımızın tam ortasında yerlerini alabiliyor. Özellikle yönetemediğimiz, anlamlandıramadığımız, biçimlendirmediğimiz sürece oldukça da can sıkıcı olabiliyor. İyi - kötü, olumlu - olumsuz birçok duygu için bu geçerli. Özellikle sahip olduğumuz olumsuz duygular - bu çok olağan olmakla birlikte - yaşamlarımızın kilit noktaları haline gelebiliyor.
Yaşımız kaç olursa olsun bulunduğumuz duygu durumlarımız elbette ki bireysel bir tarihimiz, toplumsal koşullar ve kişilik özelliklerimizden kaynaklı olarak sahneye çıkıyor. Yetişkin insanların duyguları ve davranışlarının yorumlanması, değiştirilmesi veya anlatılması oldukça geniş yelpazeli bir alanı kapsıyor. Peki ya çocuklar? Onların duyguları yaşaması, duygularını ifade etmesi, başkalarının duygularını anlaması ve gerekli iletişimi kurabilmesi nasıl olacak? Ebeveynler ve yetişkinler, çocukları duygularını yaşarken onların bu sürecine nasıl destek olacaklar?
Çok soyut bir kavram olarak “iletişim” kelimesini başa koymakla birlikte bahsettiğimiz iletişimi çocukların duygularında ve dünyalarında var etmek zor bir mesele. Çünkü çocuklar, dünyayı yetişkinlerden biraz daha farklı algılıyor, yorumluyorlar ve yaşıyorlar. Ve elbette buna ek olarak öğreniyorlar:. Duygularını nasıl yaşayabileceklerini, nasıl tepki verebileceklerini, duygularını nasıl yönetebileceklerini... Bu noktada iletişim diye bahsettiğimiz kavramı da elbette dış dünyayı gözlemleyerek, deneyip yanılarak, bazen üzülüp hayal kırıklığına uğrayarak, bazen de olumlu edinimlerle kazanıyorlar. Bunun yanında üstünde durmamız gereken en önemli şeylerden biri, iletişimle birlikte duyguları yaşama biçimi ve davranışlarını bulundukları çevreden model alarak yaşadıkları karşımıza çıkıyor.
Onların kişisel gelişim süreçlerine elbette ki çok farklı yöntemlerle destek olabiliriz. Çocukların duygularına ilişkin birçok kitap mevcut olmakla beraber Uyurgezer Kitaptan çıkan “Duygu Okulu” tam da yukarıda bahsettiğimiz tabloda bizlere yardımcı olabilecek kitaplardan. “Simone Artık Arkadaşlarını Sevmiyor!”, “Emma Kıskançlık Yapıyor!”, “Edgar Kavga Ediyor!”, “Leon Kaba Konuşuyor!” isimli dört kitaptan oluşan serimiz; çocukların özellikle olumsuz davranışlarına yönelik inceleyeceğimiz kitaplar arasında raflarda yerini alıyor. Kitapların isimlerinden de anlaşıldığı üzere çocuklarda sıkça görülen olumsuz davranış ve duygular üzerine eğiliyor hikayelerimiz. Bu duygu ve davranışları onların gözünden irdeliyor, tanıtıyor, araştırıyor ve hatta onların cümleleriyle adeta hissettiriyor.
Çocukların özellikle yaşadığı ve sergilediği olumsuz duygu ve davranışları hakkında konuşurken bu davranışların sadece yapılmaması gerektiğini söyleyip geçmiyor çocuklarımıza. Duygularımızın ve davranışlarımızın çeşitli olabileceğini, tüm bunları farklı biçimlerde yaşayıp sergileyebileceğimizi, neden tüm bunları hissettiğimizi ve tabi en önemlisi tüm bunlar karşısında neler yapabileceğimizi anlatıyor onlara.
Serimizin kahramanları, “Duygu Okulu”nun her bir kitabında farklı bir problem ile hikayenin içinde yer alırken bunları çözmek için "sınıf radyosu"nda yerlerini alıyor. Yaşadıkları ve hissettiklerini yine hep birlikte konuşuyor, birbirlerine soruyor, fikirlerini dinliyor ve çözümler üretiyorlar. Seride tüm bunlar farklı farklı anlatılırken birlikte yaşamak ve iletişim kavramları üzerinde sıkça duruluyor. Aynı zamanda yaşanılan hikayelerle birlikte burayı doğuran ve temellerinden veya sonucunda ortaya çıkabilecek durumlar üzerine de bol bol örneklendiriliyor.
“Duygu Okulu” ebeveynlerin ve yetişkinlerin birlikte okuyabileceği, çocuklarda karşılaştığımız olumsuz durum ve davranışlara yönelik temel başlıkları konu edinen bir seri. Aynı zamanda hikayeler dizilirken satırlara, çocukların hissettiği her şeye onların gözünden bakabilmeyi, onlarmışçasına hissedebilmeyi, elbette birlikte bir yaşamı ve iletişimi görebiliyoruz.
Duygularımız bize ait şeyler, onları durup dururken yok edemeyiz, kaldırıp çöpe atamayız veya istediğimiz anda edinemeyiz. Keza davranışlarımız da yine aynı şekilde. Fakat buraya dair atacağımız adımlar, yapabileceğimiz birçok şey var. Duygularımıza ve çocuklarımıza sımsıkı sarılabilmek adına…
KÜNYELER
Emma Kıskançlık Yapıyor!, Pakita, Res.Marygriboille, ÇEv. Nadiye Çobanoğlu, Uyurgezer Kitap, 2018, 32 Sayfa.
Edgar Kavga Ediyor!, Pakita, Res.Marygriboille, ÇEv. Nadiye Çobanoğlu, Uyurgezer Kitap, 2018, 32 Sayfa.
Simone Artık Arkadaşlarını Sevmiyor!, Pakita, Res.Marygriboille, ÇEv. Nadiye Çobanoğlu, Uyurgezer Kitap, 2019, 32 Sayfa.
Leon Kaba Konuşuyor!, Pakita, Res.Marygriboille, ÇEv. Nadiye Çobanoğlu, Uyurgezer Kitap, 2019, 32 Sayfa.
Bir okuma denemesi: Maddeci bir feminizm mümkün mü?
Kadın mücadelesi için kadınların ezilmesinin maddeci bir tahlilini geliştirmek, maddeci bir feminizmin temellerini araştırmak dün olduğu gibi bugün de önemini koruyan kritik başlıklardan biri. Kadınlarla erkekler arasındaki nesnel, maddi çıkar çatışmasını tespit etmek, kadınların harcadıkları emeği görünmez olmaktan kurtarmak ve adını koymak ise önemli bir görev olarak önümüzde duruyor.
10-01-2021 00:36

Şilan Geçgel
1970'lerde Batılı feministlerin uğraştıkları en temel sorunlardan biri, kadın emeğinin görünür olmamasıydı. Yıllar boyunca kadınların ücretli bir işçi olarak çalıştığı işler dışında, kendi evlerinde aile ve sevgi bağı sarmalı içerisinde yaptıkları işler harcadıkları karşılıksız bir emeğin tezahürü olagelmişti. Kadının evde harcadığı ve kayda geçmeyen bu emeğin kutsal annelik, ideal eşlik ve kadının doğası ile ilişkilendirilmesi; bununla birlikte bu emeğin genellikle sevgi, aşk, şefkat gibi duygulara dayandırılıyor oluşu, bir mesai aralığının ve mola saatinin olmayışı da emeğin görünürlüğü açısından meselenin kavranmasını zorlaştıran etmenlerden.
Üretim ilişkileri esas alındığında sadece bir artı değer sağlamadığı için görünmez kılınan bu kadın emeği, aslında yeniden üretimin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Kapitalizm için olmazsa olmaz kabul edilen emek sömürüsünün devamı ve istikrarı aslında dolaylı olarak emeğin yeniden üretimi ve görünmeyen emeğin kayda geçmemesinden doğrudan beslenmektedir. Kapitalizm emek gücünün maliyetini sınırlandırmayı hedeflerken en büyük desteğini yeniden üretimin maliyetsizliğinden alır.
Kadın mücadelesi için kadınların ezilmesinin maddeci bir tahlilini geliştirmek, maddeci bir feminizmin temellerini araştırmak dün olduğu gibi bugün de önemini koruyan kritik başlıklardan biri. Kadınlarla erkekler arasındaki nesnel, maddi çıkar çatışmasını tespit etmek, kadınların harcadıkları emeği görünmez olmaktan kurtarmak ve adını koymak ise önemli bir görev olarak önümüzde duruyor.
Gülnur Acar-Savran ve Nesrin Tuna Demiryontan’ın hazırlayıcısı olduğu “Kadının Görünmeyen Emeği- Maddeci Bir Feminizm Üzerine” isimli derleme kitabın Yordam Yayınları tarafından yapılan ilk baskısı 2008 yılındadır. Bu derleme eserde yer alan makaleler, bugün hala maddeci bir feminizm meselesinde önemli referans metinler olarak güncelliğini koruyor: Erkek egemenliğinin tarihsel kökenleri, üretim - yeniden üretim, ev emeği, patriyarka, partriyarka ile kapitalizm arasındaki ilişki gibi çeşitli başlıkların kavramsal olarak öne çıktığı bu makaleler, temel tartışmalara dair bir çerçeve çiziyor.
Kitapta, “Sınıflı ve Devletli Toplumların Kökenindeki Mülkiyet Biçimleri, Politik İktidar ve Kadın Emeği” makalesi Stehanie Coontz ve Peta Henderson tarafından işlenirken; “Baş Düşman” ’ı Christine Delphy, “Ev Emeği Tartışması ve Ötesi”ni Maxime Molyneux ve “Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği” makalesini Heidi Hartman kaleme almıştır.
Coontz ve Henderson, cinsiyete dayalı bir iş bölümünü yaratan toplumsal nedenlere işaret ederken akrabalık bağına dayanan mülkiyet ilişkileri, bunların toplumsal çıktıları, sermaye birikimi ve sivil devlette toplumsal cinsiyet ve sınıf ilişkilerini incelemiştir. Köken tartışması özel olarak bu metinde kendine geniş yer bulur. Kadının durumunun, her toplumda, toplumsal ve ekonomik farklılaşma ile doğrudan ilintili olduğu; üst sınıftan kadınların erkek varis doğurma yarışına girerken alt sınıftan kadınların kamusal alanın dışında kalarak ev emeği başlığında emeğinin görünmez kılındığı tespiti kendine yer bulmuştur. "Cinsel eşitsizlik sosyoekonomik tabakalaşmanın önemli bir dayanağıdır." tespitini yapan yazarlar, makalenin sonuç kısmını şöyle noktalamaktadır: “Aynı zamanda, kapitalizmin politik ve yasal cinsel eşitlik vaatlerini karşılayamamasıyla da görüldüğü gibi, ekonomik eşitsizliğe ve sınıflı toplumun politik yapılarına saldırmaksızın patriarkayı kökünden söküp atmak da olanaksızdır.”
Christine Delphy ise "Baş Düşman"da ev içi üretimi değerlendirmiştir. Ev içi üretimi esas alarak kadını, ekonomik ve toplumsal olarak ayrı bir sınıf olarak tanımlamış: “Sosyalist toplumlar da dâhil olmak üzere mevcut tüm toplumlar, çocukların yetiştirilmesi ve ev içi hizmetlerinde kadınların karşılıksız emeğine dayanırlar.” tespitini yapmıştır. Delphy’nin politik perspektifler başlığı ile makalesinin sonunda yer verdiği maddeler, esasında makalede kafa karışıklığı yaratan bulanık kimi noktaları daha anlaşılır kılmaktadır. Diğer tüm makalelerde yer aldığı gibi patriarka ve patriarka ile kapitalizm arasındaki ilişki bu politik perspektifler kısmında, çerçevesi belirlenen kavramlar olarak önümüze çıkar. Buna göre; patriarka ve kapitalizmi ikili sistem olarak tarif eden Delphy, toplumda iki üretim tarzının varlığından bahseder:
“1. Metaların büyük bir bölümü sınai tarzda üretiliyor;
2. Ev içi hizmetleri, çocuk bakımı ve bazı metalar, aile üretim tarzıyla üretiliyor.
Birinci üretim tarzı kapitalist sömürüye yol açıyor. İkinci tarz ise aile sömürüsüne, daha doğrusu patriarkal sömürüye yol açıyor.”
Delphy, kadınların içinde yer aldıkları üretim ilişkilerini değerlendirirken aileye ve evlilik ilişkisine mercek tutar. Buradan hareketle patriarkal üretim tarzı ve kapitalist üretim tarzı birbirinden tamamen farklı iki şeydir. Bu nedenle yazara göre ilk somut çözüm patriarkal üretim ve yeniden - üretim sisteminin yıkılmasıdır. Aksi takdirde kadınların kurtuluşu söz konusu değildir.
Delphy’nin, Marksistlerin geleneksel olarak, kadınların ezilmesini proletaryanın sermaye tarafından ezilmesi olarak gördüğü ve bu nedenle bu meseleyi ikincil bir konuma ittiği tespiti Maxime Molyneux tarafından reddedilir.
“Ev Emeği Tartışması ve Ötesi” isimli makalesinde Delphy’ye atıfta bulunan Molyneux, Delphy’nin Marksist teoriyi ele alış biçimini eleştirir. Birçok Marksist feministin aştığı bazı tartışmaları Delphy’nin yanlış bir okuma ile irdelediğinin altını çizer: “Yazar, bir yandan kadın hareketinin 'önünde bir engel' oluşturduğu gerekçesiyle bu teoriye saldırırken (Marksist teori) öte yandan da çok önemli yönlerini gözden geçirmek amacıyla da olsa bu teorinin dilini ve kavramlarını kendi teorisine özümlemeye çalışıyor.”
Molyneux aynı zamanda "Kadınların sınıfı var mıdır; ev işi ve kapitalizmle olan ilişkisi, ev içi üretim tarzı mümkün müdür?" gibi birçok soruyu ve sorunu alt başlıklarla irdelediği makalesinde güncel kadın mücadelesine dair de kimi tespitlerini sıralar. Bunlardan en dikkat çekeni sosyalistlere yönelik olanıdır. Yazar, Ortodoks sosyalist tavrın kadınları dışarıya - yani politika alanlarına - çekmekle yetinip, ev içi alandaki düzenlemeleri ihmal etmesini eleştirirken nihai kurtuluşun hem kamusal hem özel alanda ortak ve uyumlu bir mücadele ile olabileceğini savunur.
Derlemenin son makalesini ise Heidi Hartmann’ın kaleme aldığı “Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği” oluşturmaktadır. Özellikle patriarka ve patriarkal kapitalizm gibi meselelere eğilen Hartmann pek çok Marksist'in, feminizmi sınıf mücadelesinden daha önemsiz görür durumda olduğunu savunur:
“Marksist çözümleme, tarihsel gelişim yasalarına ve özellikle sermaye yasalarına ilişkin temel bir içgörü sağlarken Marksizmin kategorileri cinsiyet körüdür. Erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkilerin sistematik niteliğini özgül olarak yalnızca feminist çözümleme ortaya koyar. Gene de feminist çözümleme tek başına yetersizdir çünkü feminist çözümleme tarih körüdür ve yeterince maddeci olmamıştır.”
Tek başına Marksizm'i elverişsiz, radikal feminizmi ise yetersiz bulan Hartmann; feminizm ve sınıf mücadelesi arasındaki bağı kurarken sıklıkla Marksist yönteme başvurur. Delphy’nin aksine partiarka ve kapitalizmi birbirinden bağımsız başlıklar olarak görmeyen yazar, Marksist okumaya ek olarak, kapitalist toplum tahlilinin feminist bir okuma ile zenginleştirilmesi gerektiğini savunur. Kendini sosyalist feminist olarak tanımlayan Hartmann, hem patriarka hem kapitalizme karşı mücadeleyi hedefleyen bir pratik yaratmayı önemli bulduğunu ifade eder.
KÜNYE: Kadının Görünmeyen Emeği, Gülnur Acar Savran - Nesrin Tura Demiryontan, 2008, Yordam Yayınları, 206 Sayfa.
Karadut, Çebiş ve Canuşka…
Dünyanın en yanık, en bitirici ve en üretken aşklarından birine, Mari - Bedri aşkına, tanıklık etmemizi sağlayan Karadut romanının yazarları Müjgan Tekin Hasbal ve Vildan Tekin’le Karadut’a, Mari Gerekmezyan’a, Bedri Rahmi Eyüboğlu’na, Eren (Ernestine) Eyuboğlu’na ve bu aşklara, sanatlara; insanlığın yüzkarası savaşa, yokluğa, yoksulluğa; her zaman olduğu gibi güzel günlere duyulan umuda ev sahipliği yapmış dönemin önemli sanatçılarına dair konuştuk.
03-01-2021 00:03

Zübeyde Dizdar
Müjgan Tekin Hasbal ve Vildan Tekin kardeşlerin geçtiğimiz ay Mari Gerekmezyan’ın, Bedri Rahmi Eyuboğlu ile tanıştığı gün başlayıp öldüğü gün biten yaklaşık 5 yıllık hayatını konu alan Karadut romanı, A7 Kitap aracılığı ile okuruyla buluştu. Özenli bir çalışmanın ürünü olduğu her diyaloğuna, anlatıcının söylediklerine yansıyan kitap okurunu da Bedri Rahmi gibi, Mari gibi, Eren gibi arafta bırakıyor. Mari’ye mi, Bedri Rahmi’ye mi, Eren’e mi üzüleceğini, imreneceğini, kızacağını bilemiyor insan. Anlatıcı da durumun farkında aslında, “Boş verin ona buna hüküm vermeyi. Reddetmenin mümkün olamayacağı büyük bir, yok iki, aşk yaşanmış işte ve bu aşklardan sanata, edebiyata çok özel eserler kalmış.” diyor. Demiyor da okuyucu anlıyor öyle demek istediğini. Uzun bir taramanın, tasnifin sonuçlarını, gerçekten zor bir işin üstesinden gelerek yargısızca ve sonsuz bir anlama gücüyle aktarmışlar okuyucuya Müjgan ve Vildan Tekin kardeşler.
Yazarlarımızla sohbete başlamadan önce hem sözünü ettiğim bu çabayı hem de yazarlarımızın anlatımındaki etkililiği de paylaşmak istediğim için romandan tadımlık birkaç alıntı yapmak istiyorum:
“Eren’i seviyordu Bedri, bunu biliyordu Mari. Söylemesine gerek yoktu. Ama başka bir duygu ile kuşatılmışlardı.” (sayfa 88)
“Artık kaybedecek lüksü yoktu. Nefesi Bedri ve Bedri’den sulanan, beslenen elleriydi. Turnalar havalanırken parmaklarından, durmak ihanet olurdu yaşadığı hayata.” (sayfa 170)
“Eren’in üzüldüğünü düşündükçe bir yılan Bedri’nin boynuna dolanıyor, nefes almasına izin vermiyordu. Mari’nin üzüldüğünü düşündükçe aynı yılan mıdır bilinmez bir yılan bu defa ellerine dolanıyor, parmakları fırça tutamaz oluyordu. Nefessiz yaşayamazdı, parmakları olmadansa resim yapamazdı, şiir yazamazdı.” (sayfa 178)
“İnsanlığın tükürüğünde boğulan ne Hitler ne Musolini olmuştu. Bay Krikor, (Mari’nin babası Krikor Gerekmezyan – Z.D.) bütün İstanbul adına tükürmüştü Mari’ye. Madem böylesi büyük bir günahtı Mari’nin günahı, madem inceldiği yerden kopmuştu, o vakit şimdi günahkar ellerinden şiddetli bir istek ile yoğrulmalıydı Bedri (Bedri Rahmi büstünü yapmaya karar verdiği günler – Z.D.)” (sayfa 254)
Merhaba, romanı gerçekten büyük bir keyifle okudum. Daha önce iki yazarlı bir roman hiç okumamıştım ama iki yazarlı olduğunu da hiç hissetmedim. Çok yazarlı kuramsal kitaplara alışığız ama çok yazarlı kurgusal kitaba pek rastlamayız. Bu nedenle ilk sorumu bunun üzerine sormak istiyorum. Bir romanı iki kişi yazmaya nasıl ve neden karar verdiniz ve nasıl bir süreç yaşadınız? İki kişinin roman yazması nasıl mümkün olabildi?
M.T: Merhaba, öncelikle Karadut’un iki yazarlı olduğunu hissetmeden okumuş olman kendi payıma beni çok mutlu etti. Romana başlarken bu kaygıyı ben içimde hiç taşımıyordum. Sanırım Vildan, tüm tecrübelerimize rağmen biraz tereddütlüydü. Karadut’tan önce de Vildan ile sayısız ortak metin kaleme aldık. Ve tüm o senaryo, hikâye vb. metinlerde yazım bittikten bir süre sonra geriye dönüp baktığımızda hangi cümle hangimizin ayırt edemedik. Yazarken kendi varlığımızı koruyarak üçüncü bir kişi oluyoruz bence. Vildan ve Müjgan’ın kaleminin birleşimi üçüncü bir kalem. Bildiğim kesin bir şey varsa bunu Vildan’dan başkası ile yapmam mümkün değil. Kardeşlikten öte Vildan’ın yaşı kadar dostluğumuz var. Böylesi bir yakınlık mümkün kıldı birlikte roman yazmayı. Hayatı yorumlayış yöntemlerimiz ve biçimimiz birbirine çok yakın. Karadut, çok yakıcı, evet çok hüzünlü bir hikâye ama biz yazmaya başlarken iki önemli nokta belirledik kendimize. İkimizin de bu iki noktada tavrı netleşince birlikte yazmak çok daha keyifli hale geldi. Mari’nin hikayesi, yaşandığı dönemin toplumsal ve siyasal mücadelesinin can alıcı sorunlarından ayrılmayacak. Diğer bir nokta da senin de söylediğin gibi yanık ve bitirici bir hikâye olmasına rağmen, üretken tarafından bakılacak ve karamsarlık sanatın pratiği gibi yüceltilmeyecekti… Tavrımız netleşince, iki kişi bir roman yazıyor gibi değil de iki kişi birleşip, birikimlerini birbirine katıp üçüncü bir kişi olmak daha kolay oldu. Nasıl karar verdik süreci ise Karadut aynı anda, aynı mekânda, aynı zaman diliminde önce birbirimize söylemeden düşüvermiş aklımıza. 2015 yılında, “Biz Mektup Yazardık” sergisine Vildan davet etmişti beni. Gittik. Bir iki saat içinde çıkarız diye düşünürken sergi kapanana kadar sergide kaldık. Bildiğimiz bir hikâye, ilk kez sergilenen heykeller, mektuplarla başka türlü etkiledi bizi. Sergiden ayrılırken Vildan’ın da benim de aklımda aynı şey varmış. Mari’nin nezdinde bu dönem, sanatın bir dalı ile anlatılmalı… Birlikte, kalemimizin döndüğü kadar anlatmaya çabaladık…
V.T: Aslında Müjgan ile birlikte 2015 yılında İş Kültür’de “Biz Mektup Yazardık” sergisini ziyaret ettiğimiz gün Mari Gerekmezyan’ın hikayesini yazma düşüncesi içimize düşmüştü. Daha önce de beraber dizi ve film senaryoları yazdığımız için Karadut’u da ilk olarak senaryo şeklinde tasarladık. Ama sinema sektöründeki zorluklar ve çevremizden aldığımız “Siz bu hikâyeyi roman olarak yazmalısınız” geri bildirimleri sayesinde böyle bir yola girdik. Tabii Müjgan’ın daha önce yayımlanmış üç romanı bulunuyordu ama benim edebiyatla alakam sadece okur düzeyindeydi. O nedenle başlarken çok tereddüt ettim. “İki kişi roman yazmak” fikri hayli düşündürücü bir konu bana kalırsa. Çünkü “yazarın üslubu” meselesi de devreye giriyor bu noktada. Ama bunu yapan ilk kişiler biz değiliz tabii ki. Kurmaca edebiyata ya da öykü yazarlığına baktığımızda ortak yazarlı kitaplar mevcut. Örneğin Borges’in, Arjantinli öykü yazarı Adolfo Bioy Casares ile ortak öyküler yazdığını biliyoruz. Ya da Melih Cevdet Anday ve Arif Damar’ın birlikte yazdıkları “Yağmurlu Sokak” romanı bu topraklardan bir örnek olarak verilebilir. Çok yazarlı öykü ya da romanların yazarlarına baktığımızda, genellikle “çok iyi dost” oldukları için birlikte yazabildiklerini söylediklerini görürüz. Bizdeki durum bunun bir adım ötesi gibi. Kardeş olduğumuz için aynı koşullarda büyüdük. Marx’a atıfla “İnsan, toplumsal koşulların ürünü”yse eğer -ki öyledir- biz tam olarak aynı koşulların ürünüyüz diyebiliriz. J Elbette kendi özgün farklılıklarımız da var. Ama her şeyden önce hayata bakışımız aynı yerden. Bu bize ortak bir roman yazma konusunda cesaret veren bir şey. Diğer taraftan aynı kitapları okuyarak, aynı müzikleri dinleyerek büyüdük. Birimizin keşfettiği bir yazarı ya da bir sanatsal üretimi diğeri de tanımış oluyordu kardeşliğin doğal sonucu olarak. Bu demek değildir ki bütün eserlere aynı şekilde yaklaşıyoruz. Bazen birimizin iyi bulduğunu diğerimiz eleştirebiliyor ya da tam tersi. Ama söylemeye çalıştığım şey şu; bu anlamda birbirimizi hep besledik. Sanırım bu yüzden de ortak bir roman yazmak çok zor olmadı bizim için. Başta söylediğim üslup konusuna dönersek ben aslında Müjgan’ın daha önce de roman yazmış olmasının verdiği tecrübe ile oluşturduğu üsluba yol arkadaşlığı etmeye çalıştım diyebilirim. Romanın yazım sürecinde aynı zamanda doktora tezimi yazmaya da devam ediyordum. Tezimde kültür ve felsefe ilişkisine bakmaya gayret ediyorum ve Mari’nin de Güzel Sanatlar Akademisi’nde okurken diğer taraftan da felsefe eğitimine devam etmiş olması bana cesaret veren unsurlardan bir diğeri.
Bu tip romanları yazmak ciddi bir sorumluluğu da beraberinde getiriyordur, kişileriniz gerçek insanlar ve romanda da kendi adlarıyla yer almışlar. Dönemin toplumsal ve siyasi gelişmeleri sohbetlerle ya da iç seslerle verilmeye çalışılmış okura. Bunların ne kadarı sizin kurgunuz? Ya da şöyle diyelim: kişilerin konuşmalarının içeriklerine, üsluplarına nasıl karar verdiniz?
V.T: Bu konu, üzerinde en çok düşündüğümüz meselelerden biriydi gerçekten. Bu kararları, temelde döneme dair yaptığımız çalışmalar şekillendirdi diyebiliriz bence. 1940’lı yıllar Türkiye’de ulusal sanat anlayışının geliştiği yıllar aynı zamanda. Evrensel ve ulusal sanat ve bu ikisi arasındaki ilişkinin tartışmalara dahil edilmeye başlandığı yıllar… Bedri Rahmi Eyüboğlu da dahil, pek çok sanatçı devlet eliyle yurt gezilerine gönderiliyor o dönem. Anadolu’yu yakından tanımaları isteniyor ve eserlerinde de yer vermeleri bekleniyor. “Dönemin toplumsal akımları ve buna bağlı olarak sanatsal akımları romandaki karakterlerimizi nasıl ve ne şekilde etkilemiş olabilir?” düşüncesinden yola çıkarak karar verdik demek yanlış olmayacaktır sanırım. “Bu insanlar, o koşullarda yaşamı nasıl yeniden üretiyorlardı?” sorusunun peşine düştük. Diğer taraftan Mari hakkında kaynaklara geçmiş o kadar az bilgi var ki bu durumda iş bize düşüyordu. Mari, o dönem hem bir heykeltıraş hem bir felsefe öğrencisi hem de Esayan Lisesinde ders veren bir öğretmen... İkinci Dünya Savaşı yılları… Yoksullukla ve faşizmin etkileriyle mücadele edilen yıllar. Bu koşullarda “Mari, nasıl bir iç sese sahip olabilirdi?” sorusu hareket noktamız oldu. “Hayatı sanatla ve felsefe ile iç içe geçmiş bir kadın o yıllarda ne düşünebilirdi?” O noktada da Engels yetişti imdadımıza. Engels’in dediği gibi bütün felsefe tarihinde iki ana akım yer alır. Bunlardan ilki idealizm diğeri ise materyalizmdir. Bu gerçeklikten yola çıktığınız zaman Mari’nin de iki akımdan birini benimsemiş olması gerekiyordu bilerek ya da bilmeyerek. Ve bizim, romanın içinde taraf olma durumumuz burada ortaya çıkıyor aslında. Burada da Plehanov’a başvurabiliriz sanırım. Plehanov, bize edebiyat eserinin yalnızca “an”ın etkisi altında kalmaması gerektiğini, bu “an” üzerinde etkili olması gerektiğini salık verir. Biz de Mari’nin, Bedri Rahmi ile tanışmasından ölümüne kadar geçen “an”larının üzerinde bu felsefi düzlemde etkide bulunmaya çalıştık.
M.T: Bizi en çok zorlayan, zorlayan da dememek gerekir belki yola çıkarken nasıl yapmamız gerektiği konusunda, Vildan’ın da dediği gibi düşündüren mesele buydu. Onun öncesinde “Bu romanın diğer kahramanları kimler olmalı?” sorusunun yanıtını aradık. Mari’nin, Bedri Rahmi’nin, Eren Hanım’ın hikâyenin geçtiği dönemde arkadaşlarının kimler olduğunu az çok elbette biliyorduk ama çok daha detaylı bir çalışma ile mektuplardan, romanın diğer karakterlerinin kimler olabileceğine karar verdik. Sonuçta bu bir belge roman olmayacaktı ve kurgu devreye girecekti. Hikayemizi en çok besleyecek olan dönemin isimlerini seçtikten sonra o isimlerin sanata yaklaşımlarını, aşka yaklaşımlarını, felsefeye yaklaşımlarını araştırdık. Bilindik yazarlarımız, ressamlarımız, şairlerimiz hariç diğer karakterlerimizin politik tavırlarına dair ise kurgu devreye girdi. Mari, sonuçta sadece akademide misafir öğrenci değil aynı zamanda İstanbul Üniversitesinde felsefe öğrencisi. Ve Vildan’ın da dediği gibi taraf olmamız burada gerekti(😊). Ve net şekilde romanın geçtiği dönemde tarafımız yaşanan politik meselelere, sanat tartışmalarına materyalist bir yaklaşım oldu. Belge roman değil kurgu roman olduğu için de bu konuda kalemleri olabildiğince özgür bıraktık. Bize göre edebi eser, yazarından ya da yazarlarından bağımsız değerlendirilemez, daha özcesi karakterlerin iç seslerinde taraftık.
Bedri ve Mari’nin bu aşktan beslenen yaratımları hayatlarının da en ciddi eserleri belki. Bütün olmazlığına rağmen bu aşkın devam etmesinin altında yatan ana motivasyonun her ikisinin birbirlerinden ayrı olduklarında üretememesi kitapta sıklıkla ifade edilmiş. Siz mi böyle olduğuna karar verdiniz yoksa araştırmalarınız sonucunda ulaştığınız bir tür bilgi miydi?
M.T: Bu soruya ben cevap vereyim. Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Mari ve tabii ki Eren Hanım oldukça üretken üç sanatçımız. Bize göre onların arasındaki aşk, yaratma aşkından bağımsız ele alınamazdı. Bu konuda romanın geçtiği tarihlerde bebek olan Mehmet Eyüboğlu’nun bir röportajında dile getirdikleri de bize ışık tuttu. O röportajda şöyle demiş Mehmet Bey, “Karadut, evliliklerini en çok yaralayan ilişkisiydi Bedri Rahmi’nin. Mari Gerekmezyan isimli esmer mi esmer bir Ermeni kızıydı. Eren Hanım, Bedri Rahmi’ye nasıl tutulduysa, Bedri Rahmi de Karadut’a öyle tutulmuştu.” Bizim için Mehmet Bey’in bu anlatımı çok derin bir şey ifade ediyor. Çünkü Eren Hanım, Bedri Rahmi’ye Paris’te bir resim atölyesinde tutuluyor. Birbirlerine yazdıkları mektuplarda resim sanatına ait derin tartışmalarına tanık oluyoruz. Öyle böyle bir tutulma değil. Yine mektuplarında, ayrı kaldıklarında kavuşmanın hayali ile üretebildiklerini okuyoruz. Ve Mehmet Bey’in söylediği gibi biz de Bedri Rahmi’nin Mari’ye, Eren’in Bedri Rahmi’ye tutulduğu gibi bir tutulma yaşadığını düşünüyoruz. Yine Mehmet Bey aynı röportajın devamında şunları söylüyor: “(…) kızcağız ölünce de bir kitap çıkarıyor, baştan aşağıya Karadut Hanımın resimleri! Annem de görüyor tabii. Nasıl açıklıyordu? Babam büyülenmiş Karadut’tan. (…) Kızcağız ölünce Bedri Rahmi ağlaya ağlaya eve geliyor, Eren Hanım kapıyı açıyor, boynuna sarılıyor ve beraber ağlıyorlar. Böyle bir aşk işte...” Bizce o büyük eserler ancak üretme aşkının dahil olduğu bir aşk ile ortaya çıkabilirdi.
Gelelim biraz daha özel sorulara, romandaki tutumunuzu tarafsız tutmaya çalışmışsınız. Her şey bir yana Bedri Rahmi ve Eren Eyuboğlu’nun oğulları Mehmet’i büyütmek için Eren büyük bir özveride bulunuyor, çok sevdiği resme bile kendini veremiyor fakat bu arada Bedri Rahmi Mari’yle büyük bir aşk yaşıyor, onunla vakit geçiriyor ve resim çizmek için evden günlerce uzaklaşabiliyor. Bunun bencillik ve sorumsuzluk olduğunu düşünmeden edemiyor insan. Birer kadın olarak objektif tutumunuzu sürdürmek zor olmadı mı?
V.T: Aslında bu “taraf tutma” meselesine daha önceki soruda yanıt vermiş oldum sanırım. Bizim burada taraf olma durumumuz, Plehanov’un belirttiği tarzda bir “taraf olma” durumuydu. Yoksa ne Mari’den ne Bedri Rahmi’den ne de Eren Hanım’dan yana taraftık. Her üçünün de iç seslerine yer verdiğimiz için zaten böylesi bir bireysel taraf tutma çok sağlıklı olmayabilirdi düşüncesindeyim. Üç kişinin de etkilendiği bu aşkı yine dönemin toplumsal koşullarını düşünerek değerlendirmek gerektiğine inanıyorum. Çünkü aşk da bu koşullardan bağımsız değil. Örneğin savaş yılları olmasaydı belki Eren Hanım ülkesine, Romanya’ya dönmek için daha cesurca davranabilirdi ya da Mari, Ermeni bir kadın sanatçı olarak kendini bu kadar yalnız hissetmese aşka yaklaşımı daha farklı olabilirdi. Biliyorsunuz, insanın aynı anda iki kişiyi sevme durumu geçmişten günümüze hâlâ tartışılan, üzerine fikir yürütülen bir mesele. Bu duruma “doğru” ya da “yanlış” diye bir yargıda bulunabilecek konumda görmüyorum şu an kendimi. Evet, bana kalırsa da aşk ve buna bağlı olarak ilişki dediğimiz şey diğer bütün ihtimallerden vazgeçmeyi gerektirir. Ama teorideki doğruluğu pratikte uygulayamayabiliyor her zaman insan soyu. Tabii burada şunu da söylemek durumundayız. Romanda da yer yer Camille Claudel ismi geçiyor. Hem Claudel’in de heykeltıraş oluşu hem de evli olan Rodin ile yaşadığı aşk bir çağrışım yaptırıyor doğal olarak. Ama Bedri Rahmi, Rodin’den çok daha farklı bir tutum içerisinde; çok daha duyarlı, çok daha düşünceli hayatındaki her iki kadına karşı da. O yüzden böyle bir kıyaslamaya gitmemek gerektiğini hatırlatmış olalım yeri gelmişken.
MT: Vildan’ın söylediklerine birkaç şey eklemek isterim. Biz romanda Mari’yi yazarken Mari, Bedri Rahmi’yi yazarken Bedri Rahmi, iç sesine çok az yer vermeyi tercih etmiş olsak da Eren Hanım’ı yazarken Eren olduk. Ve roman başlamadan önce Eren Hanım’ın bu ilişki hakkındaki tavrı bizi etkiledi. Elbette önce biz olsaydık ne yapardık sorusunu sorduk kendimize. O dönemin savaş koşullarını yok sayarsak ya da şöyle söylersem daha doğru olur. Bugünden cevap verirsem Mari olsaydım, sevmeye devam ederdim. Eren Hanım olsaydım; tereddütsüz giderdim ama dediğim gibi koşullarımız çok farklı o yüzden ben 2020’den ve kendi koşullarımdan cevap veriyorum. Ancak bugünün koşullarından bile baktığımda Bedri Rahmi’yi çok katı bir tutumla yargılayamıyorum. Çünkü ortada gizli gizli yaşanan bir aşk yok. Çirkinleşmek yok. Büyük kırılırdım. Tıpkı Eren Hanım gibi. Ama romanı yazarken Eren Hanım’ın tavrı neyse ona sadık kalmak istedik. Tavrını da yine Mehmet Bey’in sözlerinden anlıyoruz: “Bedri Rahmi en acılı günlerinde, bu Allah’ın belası hastalığın onu en çok üzdüğü günlerde şöyle derdi: 'Ağlatır mısın Romen kızını, al bakalım Rahmi, çek bakalım.' Ama Eren Hanım bir tek laf demezdi. Ölümünden bir iki yıl geçtikten sonra bir kere 'eğer sen olmasaydın, ben bu kahrı çekemezdim. Ne yapar eder memleketime dönerdim' demişti bana. Ve bir sefer etmiştir bu lafı, seksen kere değil.”
Bu hikayede en büyük acıyı kadınların çektiğini düşünüyorum. Mari taşa, çamura hayat veren çok önemli bir heykeltıraş olacakken bu aşkın yarattığı sonuçların üzüntüsünden dolayı belki canıyla ödüyor bedeli. Eren’se en az Bedri Rahmi kadar yetenekli ve üretken bir ressam olmasına rağmen Bedri Rahmi’nin hatta daha yaralayıcı belki “Karadut” efsanesinin gölgesinden kurtulamıyor. Mari’nin hikayesini yazdınız, günün birinde Eren’in, Romen kızı Ernestine’in hikayesini de yazmayı düşünüyor musunuz?
V.T: Aşkı daha bencilce yaşayan taraf Bedri Rahmi olmuştur diyebiliriz kesinlikle ama bence her üçü de aynı oranda acı çekmiş. Bu benim düşüncem tabii. Eren Eyüboğlu’na, gölgede kalmış bir kadın dersek haksızlık etmiş oluruz. Bedri Rahmi’nin her zaman söylediği bir söz var: “Ben sonradan olma ressamım, Eren’se doğuştan ressam.” Bunu düşünürsek ve ürettiği eserlere bakarsak kendi varlığını ortaya koyabilmiş bir kadın görürüz nihayetinde. Mari ise bir seçim yapmış bana kalırsa. Elbette dönemin şartlarında tüberküloz oluşu salt bu aşka ve acı çekmesine bağlı değildir. Romanda bu kısım öne çıktı doğal olarak estetik açıdan ama savaş ve yoksulluk yıllarının doğrudan ilişkisi var. Bir de oğullarının anlatımıyla bildiğimiz kadarıyla Eren Hanım, Bedri Rahmi ölünceye dek Karadut hakkında, Mari hakkında hiç konuşmamış. O nedenle hissettiklerine dair çok fazla şey bilmiyoruz. Ama günün birinde belki Ernestine’ini de bir roman ile anlatmaya çabalarız.
MT: Ben de Vildan gibi düşünüyorum. Mesela bu senenin başında, Ocak ayında Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Eren Eyüboğlu’nun eserlerinin sergilendiği “Yalnızlığın Mis Kokmalı” sergisinde bir kez daha Eren Hanım’ın tablolarının karşısında şöyle dedim, Bedri Rahmi çok haklıymış Eren Hanım “gerçekten doğuştan ressam” … (😊)Bir tabloya bakıp bu tablo Eren Hanım’ın tablosu diyebiliyoruz. Şunu net söyleyebilirim ki Eren Hanım’ın ressamlığı bana göre hiçbir şeyin gölgeleyebileceği bir ressamlık değil. Ernestine’nin, Eren Hanım’ın hikayesi yazılacaksa ve bir gün biz ya da bir başkası yazarsa sanırım yine üretme aşkı o romana yön verir diye düşünüyorum. Son söz madem bende kaldı, bize bu kadar derin ve zorlayıcı sorularla Karadut’u anlatma şansı verdiğin için sana ikimiz adına da çok teşekkür ediyorum.
Bir okur olarak asıl ben teşekkür ederim size.
KÜNYE: Karadut, Müjgan Tekin Hasbal - Vildan Tekin, A7 Kitap, 2020, 288 Sayfa.