Vitrin: Rosa Luxemburg 150 yaşında!
Polonyalı Marksist, teorisyen ve devrimci Rosa Luxemburg doğumunun 150. Yılında devrimci mücadeleye ışık tutmaya devam ediyor. Genç yaşlarında sosyalizm ile tanışan ve 18 yaşındayken bundan dolayı İsviçre’ye kaçmak zorunda kalan Rosa Luxemburg, Zürih Üniversitesi'nde felsefe, tarih, politika, ekonomi ve matematik öğrenimi gördü. İlerleyen yıllarda doktorasını tamamladıktan sonra Almanya’ya yerleşti ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin aktif bir üyesi olarak mücadelesini sürdürdü. Daha sonrasında faaliyetleri dolayısıyla hapis cezasına çarptırılan Luxemburg, cezaevi yılalrı süresince çeşitli makale ve mektuplar yazdı. İleri Kitap ekibi olarak Rosa’yı 150. Yaşında anarken onun mücadelesini anlatan ya da kendi kaleminden çıkan kitapları bir araya getirdik ve sizler için bir derleme yaptık. Keyifli okumalar dileriz.
28-03-2021 00:42

ROSA LUXEMBURG: HER ŞEYE RAĞMEN, TUTKUYLA YAŞAMAK - ANNELIES LASCHITZA
Bu kitap, henüz lisedeyken yazdığı bir şiirde "bütün dertleri tokların vicdanına yüklemek istiyorum" diyen bir devrimcinin, doktor unvanlı bir iktisatçının, bir botanik ve edebiyat düşkününün, bir yazar ve militanın yaşamöyküsüdür. Polonyalı bir Yahudi ailesinden gelen Rosa Luxemburg, Birinci Dünya Savaşı ertesi Almanya'yı sarsan devrimci ayaklanmanın önde gelen figürlerinden biri oldu. Polonya sosyal demokrasisindeki ulusalcı eğilimlere, Almanya sosyal demokrasisi içindeki sosyal reformizme karşı tavizsiz mücadelesiyle öne çıktı. Birinci Dünya Savaşı'ndaki II. Enternasyonal ihanetine ve "vatan savunması" yalanlarına karşı, işçi sınıfını emperyalist savaşa karşı örgütlemeye çalıştı. Bolşevik devrimini büyük bir coşkuyla karşıladı; parti-kitle ilişkisi, sosyalist demokrasi gibi konularda Bolşevikleri eleştirdi. Ardında yüzlerce makale, onlarca kitap ve broşür, iktisat teorisinden ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorununa kadar pek çok önemli teorik/politik tartışma ve zaman zaman karşıtlarını çileden çıkartan sert polemikler bıraktı.
Rosa Luxemburg'un toplu eserlerini ve mektuplarını yayına hazırlamasıyla tanınan, aynı zamanda Margaret von Trotta'nın "Rosa Luxemburg" filmlerine de danışmanlık yapmış olan Prof. Annelies Laschitza'nın kaleme aldığı bu biyografi, yeni arşiv belgeleriyle zenginleşen en kapsamlı Rosa Luxemburg biyografisidir. Yazar kitabında, dünya ve devrim tarihinin bu gelgitli dönemine Rosa'nın penceresinden tanıklık ederken, okuyucuyu onun edebiyata, botaniğe, resme, müziğe derin ilgisi ve yeteneğiyle de tanıştırıyor. Kısacası, "hayat piyanosunda bütün parmaklarını kullanmak" isteyen bir devrimciyi anlatıyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Rosa Luxemburg - Her Şeye Rağmen, Tutkuyla Yaşamak, Yazar: Annelies Laschitza, Çevirmen: Levent Bakaç, Yordam Kitap, 2010, 480 Sayfa
DEVRİMİN GÜNCELLİĞİ: LENIN'LE TARTIŞMALAR ÖRGÜTLENME VE DEMOKRASİ - ROSA LUXEMBURG
Dünyanın büyük altüst oluşlara sahne olduğu bir dönemde Rosa Luxemburg kitleleri etkileyen başarılı bir hatip ve önemli bir Marksist kuramcı olarak kendini her siyasi çevreye kabul ettirdi. Ardında yüzlerce makale, onlarca kitap ve broşür, iktisat teorisinden ulusların kendi kaderini tayin hakkına kadar pek çok önemli teorik/politik sorunu ele alan yazılar bıraktı.
Birinci Dünya Savaşı'ndaki II. Enternasyonal ihanetine ve "vatan savunması" yalanına karşı, işçi sınıfının emperyalist savaşa cephe alması yönünde çalıştı. Bolşevik devrimini büyük bir coşkuyla karşıladı; ama parti-kitle ilişkisi, sosyalist demokrasi gibi konularda Bolşevikleri eleştirdi.. Bolşeviklerin söz, basın ve eylem özgürlüklerini bastırma eğilimlerinin, sosyalist bir topluma gidişi tehlikeye sokacağından ciddi biçimde kaygılanıyordu. .Eski rejimin yıkılmasından sonra, düşünce ve ifade özgürlüğüne olan gereksinmeyi vurgulayarak Marksist hareketin karşı karşıya kaldığı zorlu sorunlardan bazılarını ortaya koydu: Devrim sonrasında ne olacaktı? Devrimin bürokratik bir yozlaşmaya saplanmasını önlemek için ne yapılabilirdi? Devrimci sürecin, yabancılaşmayı aşacak biçimde, sürgit devam etmesi mümkün müydü? Var olan kapitalizme de, onun bürokratik/totaliter karşıtına da alternatif olacak bir başka yol var mıydı?
Doğumunun 150. yılında Rosa'nın teorik ve siyasi mirası büyük insanlığa ışık tutmaya devam ediyor.
İşçileri ve kuşları sevdi. Topal ayağıyla dans etti. Ona ilişkin her şey büyüleyici ve sahicidir.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Devrimin Güncelliği - Lenin'le Tartışmalar Örgütlenme ve Demokrasi, Yazar: Rosa Luxemburg, Çevirmen: Tunç Tayanç, Dipnot, 2021, 244 Sayfa
SEVGİLİYE MEKTUPLAR - ROSA LUXEMBURG
“Rosa bu susuz zamanlarda taze su kaynağımız olmaya devam ediyor.”
- Eduardo Galeano -
“Sevgiliye Mektuplar, bizi, özgün bir düşünür ve cesur eylemci olarak ilham gücünü asla kaybetmemiş bir kadının özel dünyasına götürüyor ve efsanevi figürün arkasındaki kadının da şefkatli, alaylı, esprili bir insan olduğunu ortaya çıkarıyor.”
- Sheila Rowbotham -
“Korkusuz, kırılmaz, tutkulu ve kibar. İşçileri ve kuşları severdi. Aksayan ayağına rağmen dans ederdi. Onunla ilgili her şey büyüleyici ve gerçek. Ölümsüzlerden biri.
- John Berger -
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sevgiliye Mektuplar, Yazar: Rosa Luxemburg, , Çevirmen: Nuran Yavuz, Alfa Yayıncılık, 2019, 335 Sayfa
SPARTAKİSTLER NE İSTİYOR? - ROSA LUXEMBURG
'O, bir kartaldı, o hala bir kartaldır. Rosa Luxemburg, bütün dünya devrimcilerinin anısında aziz olmakla kalmayacak, eserleri birçok devrimci kuşağın eğitimi için çok faydalı bir ders olacaktır.'
(Arka Kapak)
KÜNYE: Spartakistler Ne İstiyor?, Yazar: Rosa Luxemburg, Çeviri: Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, 2012, 204 Sayfa
ROSA LUXEMBURG: BİR MEKTUP USTASI – GILBERT BADIA
Bu kitap kuşkusuz, okurların Rosa Luxemburg´u bilinmeyen ya da az bilinen yönleriyle keşfetmelerini sağlayacak. Rosa Luxemburg´un yazarlık yeteneğini de ortaya koyan bu mektupların bir çoğu ilk kez Fransızca yayımlandı. Gilbert Badia, özlü bir sunuşla, onu Enternasyonal İşçi Hareketi´nin içine, Bebel, Jaures ve Lenin´in yanına oturtarak ve takındığı tavırların günümüzde de üzerinde düşünmeyi ne denli hak ettiğinin altını çizerek Rosa Luxemburg´un biyografisini, politik gezilerini ve fikirlerini dile getiriyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Rosa Luxemburg: Bir Mektup Ustası, Yazar: Gilbert Badia, Çeviren: Ülkü Erdoğdu, Pencere Yayınları, 2011
TOLSTOY'UN YOLU - ROSA LUXEMBURG
Tolstoy, zayıf yönleri ve perspektifindeki cesur radikalizmle, bir bütün olarak, subjektif bilincin gücüne idealistçe inanan büyük sosyalizmin büyük ütopistleri arasına konulmalıdır.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Tolstoy’un Yolu, Yazar: Rosa Luxemburg, Çeviren: Zekiye Hasançebi, YGS Yayınları, 2003, 51 Sayfa
İLGİLİ HABERLER
Erbaş: Siyasi istikrar bugüne kadar hep sermayenin kaygılarını gidermeye yönelik kullanıldı
Eşit, parasız, ulaşılabilir bir sağlık hizmetinin ne kadar önemli olduğunun daha çok anlaşıldığı pandemi sürecinde, nitelikli bir sağlık hizmeti alabilmek neredeyse her yurttaşın en önemli gündemlerinden biri haline geldi. Boş yatak bulmanın gittikçe zorlaştığı, yetersiz aşının gündemden düşmediği, illerin her gün kırmızıya boyandığı bir tabloda hayatlarımıza girişi yaklaşık on yılı bulan şehir hastaneleri de sağlık hizmetleri çerçevesinde tartışılması gereken önemli meselelerden olmayı sürdürüyor.
18-04-2021 00:53

Şilan Geçgel
İleri Kitap okurları için, geçtiğimiz günlerde Dipnot Yayınları etiketiyle okurla buluşan ve şehir hastaneleri gerçeğini gözler önüne seren “Şehir Hastaneleri Altı Kaval Üstü Şişhane” isimli kitabı inceledik: Yazar, Avukat Özgür Erbaş’a sorularımızı yönelttik.
İlk olarak, kamu-özel ortaklığının sağlık alanında uygulanmasının “başkasının mazisi” olduğunu biliyorduk, diye başlamışsınız. Şehir hastaneleri konusuna daha az hâkim olan okurlar için; nedir başkasının mazisi?
Türkiye sağlık alanında kamu-özel ortaklığı finansman modeli uygulamasını İngiltere’den aldı. Daha doğrusu İngiltere kendi sürecini sonlandırırken bundan faydalananlara yeni bir istihdam alanı sağladı ve modelle birlikte danışmanlar ekibini de Türkiye’ye sattı. İngiltere’de Tony Blair’in İşçi Partisi döneminde başlayan uygulama sağlık hizmetine büyük hasar vererek devrini tamamladı. Biz de o maziyi yaşıyoruz ve aynen İngiltere gibi başkalarına modeli pazarlamaya uğraşıyoruz. Strateji ve Bütçe Başkanlığının hazırladığı raporların dilinin nasıl değiştiği ayrı bir çalışma konusu olabilir bence. Son raporlarında yetişmiş danışmanlar ve uzmanlaşmış şirketlerin başka ülkelerde kamu-özel ortaklığı projeleri yapabileceğinden söz edilir mesela. O ülkeler de “başkasının mazisini” yaşayacak sonuçta.
Siyasi tarihimizde ilk kez özelleştirme anayasaya girdi kısmında, TBMM’de yaşanan kimi tartışmaları paylaşıp “Bu bir tuzak diyen tek bir milletvekili vardı: Kamer Genç.” diye ekliyorsunuz. Kitabınızda Kamer Genç’in tek kişilik muhalefetine geniş yer vermişsiniz ancak ben tekrar sormak istiyorum. Bugünden bakınca, o dönemin tek kişilik muhalefetini nasıl değerlendirmek gerekir? Sizce, daha güçlü bir muhalefet yapılabilseydi bugün şehir hastanelerini konuşmuyor olabilir miydik?
Kamer Genç 1982 Anayasası'na hayır oyu kullanırken de tek başınaymış, idama hayır derken de. 1999 anayasa değişikliğinin tutanaklarını okurken gördüm ki o gün de tek başına. Bu tutumu anmamak ve vurgulamamak olmazdı. Ama niye o kadar yalnız kaldı veya o gün DSP milletvekili olanların tek söz etmemiş olmalarını nasıl açıklıyorlar bilemiyorum. Teklifin birincil sahibi DSP ve muhalefetteki DYP de kendi çizgilerine gelmesi nedeniyle iktidarı tebrik ediyor. Temel iktisadi kabulü bambaşka olan ve kuvvetle TBMM’de yer alabilen bir siyasi partinin varlığından söz ediyorsunuz. Bunun mümkün olup olmadığını birlikte düşünelim derim.
“Ne vakit yapısal reform, siyasi istikrar, hukuk güvenliği vurgusu yapılırsa bundan anlamamız gerekenin sermayenin ayağına taş değmemesi için atılacak adımlar olduğunu artık iyice öğrendik.” diyorsunuz. Bu kısmı biraz açabilir misiniz?
Yapısal reform kalıp olarak IMF’nin yapısal dönüşüm programlarının dilidir. Siyasi istikrar bugüne kadar başka ülkelerde de güvenliğin ve güvencenin işareti oldu ve hep sermayenin kaygılarını gidermeye yönelik kullanıldı. Hukuk güvenliği hemen tümüyle mülkiyet hakkı bağlamını işaret eder. Devletin küçülmesi veya büzüşmesi diyelim bir tür özgürlük olarak parlatıldı ve reform müjdelerinin sonuçları da ortada. O nedenle 1908 Devrimi sonrası kurulan meclisin, Erzurum Mebusu Vartkes Serengülyan grevi yasaklamak için çıkarılmak istenen yasaya biraz da hayal kırıklığıyla itiraz ediyor ve “Biz bu devrimi niye yaptık?” diye soruyor. Önceki sorunuzla birlikte yeniden düşünürsek yapısal reformlara karşı çıkabilmek, kamunun asıl özne olarak içinde olduğu ve sadece profesyonel siyasetçilerin becerisine terk edilmemiş bir muhalefet istiyor sanırım.
Milletvekillerinin gündemine “şehir hastaneleri” meselesi henüz girmemişken eski Sağlık Bakanı MHP Milletvekili Osman Durmuş’un, Sayıştay Kanunu görüşmelerinde, ihalelerin “usülsüz”, yapılan işin de “soygun” olduğunu ifade eden konuşmalarına yer veriyorsunuz. Buradan ne anlamamız gerekir? Şehir hastaneleri, aklıselim bir tartışma sürecinin kararı olarak değil, bir dayatmanın ürünü olarak mı bugün hayatımızda yer alıyor?
Osman Durmuş o tarihte bir önceki Sağlık Bakanı olarak konuşuyor tabi ve tahminim o ki bürokrasiden hala iyi bilgi alıyordu. Sağlık Bakanlığı bürokrasisi de bu işe pek bulaşmak istemedi anlaşılan ki ilk Kamu Özel Ortaklığı Daire Başkanı dışarıdan atanmıştı. Şehir hastanelerinin tüm getiri ve götürüsü açıkça tartışılsa yekten destekleyen az kişi kalır bence. Finansman projeleri bir aşamaya kadar kısmi rıza yaratılmasıyla yetinir, geri kalanı mecburiyete dönüşür. Navigasyon aleti size paralı otoyolu gösterir, kamuya ait hastaneler kapatılınca ambulans da sizi şehir hastanesine götürür.
Çevre Kanunu’nda ÇED raporunun tamamlanmasına dair açık hüküm olmasına rağmen şehir hastanelerinin ÇED raporu olmadan, daha doğrusu ÇED onay süreci dahi yaşamadan kurulduğunu anlatmışsınız. Bu acelenin nedeni ne olabilir?
Acelenin politik söylem dışındaki asıl nedenini bilemiyorum tabi. Onu muhataplarına sorabilmek ve yanıt alabilmek güzel olurdu. Bu büyüklükte hastanelerin ÇED sürecinin kolayca atlatılamayacağı da açıktı bir yandan. İhtimal ki onun arkasından dolandılar. Ancak bu süreci izlerken benim gördüğüm; hakiki beceriksizlikler, bilgi eksikliklerinden de kaynaklı sorunlar yaşandığıdır. Tabi kamudaki muhatabın zayıflatılması en çok şirketlere yarar. Günün sonunda bilmediği için yanlış yapanla kasten işini kötü yapan aynı sepete düşer.
Yine çevre meselesiyle bağlantılı olarak Isparta Şehir Hastanesi’ne değinmek istiyorum. Bu hastanenin, şehrin “en kirli havasına” sahip olan bir alanda inşa edildiğinden bahsediyorsunuz. Genel olarak hastanelerin, yurttaşlar açısından en güvenli, en temiz ve en rahat ulaşılabilir noktalarda kurulmasının sağlık hizmetlerinin niteliği açısından ne kadar elzem olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda, kamuoyuna da çeşitli şekillerde yansıyan ve bazen muhatapları tarafından reddedilen “şehir hastanelerinde yatak doluluk garantisi” haberlerinin doğru olduğunu kabul edebilir miyiz?
Şehir hastanelerinde miktara bağlı olan ve olmayan hizmetler olarak yapılmış bir sınıflandırma var, miktara bağlı olan hizmetler için yapılacak ödemenin bedeli belirlenirken yüzde yetmiş doluluk oranının altında kalmayacağı taahhüt edilmiş. Hastaneye yatak doluluk garantisi vermedik diyenler veya zaten kamu eliyle yürütülen ameliyat, poliklinik gibi hizmetlerde doluluk garantisi verilmediğini beyan edenler başları ağrımasın diye gerçeği bir kolundan tutup sallıyor. İhale belgelerinde şirketlere tekliflerini hazırlarken “Yüzde yetmiş doluluk oranına göre fiyat teklif ediniz.” yazıyor. Hastanede neyin yüzde 70’i hesaplanabilir?
Sanıyorum ki şehir hastanelerine dair asıl farkındalık bizzat bu hastanelere giden; bu devasa hastanelerde kaybolan, bir gittiği hekimi bir daha bulamayan; örneğin, tomografiye götürülmek üzere hastane içinde şirket personelini bekleyen hastalar sayesinde oluştu. Mağdur olan hastalar aksaklıkları anlattıkça sanki siyasi iktidar tarafından çizilen ihtişamlı tablo parçalandı, soğuk gerçek yüze çarptı. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, toplumsal tepkinin halkın deneyimleri ile derinleştiğini söyleyebilir miyiz?
Hastane köprüye, otoyola benzemiyor; doğrudan hayatımızla, canımızla ilgili. Yolu, altyapısı, toplu ulaşımı tamamlanmadan açılan her hastane insanların anlatılan hikayeyi bizzat deneyimlemesine neden oldu. Kaybolursanız diye hastaneye telefon numarası asıldığını gören birine ne anlatırsan anlat artık. Halkın deneyimlediği her olumsuzluk, bir toplumsal tepki doğurur ama Can Yücel “Bizim insanımız söylemez, söylenir.” demiş ya biraz öyle galiba.
Sağlık Bakanlığının 2020 yılına ilişkin mali tabloları geçtiğimiz günlerde yayımlanmıştı. Buna göre bakanlık, şehir hastanelerine 2020 yılında 5 milyar 516 milyon TL kira ödemiş durumda. 2021 yılında ise 5 yeni şehir hastanesinin daha hizmete girmesi bekleniyor. Özellikle pandemi koşulları göz önüne alındığında şehir hastanelerinin bir sünger gibi emdiği bu dudak uçuklatan meblağlarla daha iyi bir pandemi yönetimi mümkün olabilir miydi?
Sağlık Bakanlığının 2021 yılının ilk üç ayına ilişkin mali tabloları bu sabah yayımlandı ve defalarca taramama rağmen şehir hastanelerine yapılan ödemeleri bulamadım! Bugüne kadar gerçeği yansıtıp yansıtmadığına emin olamasak da bu tabloları izliyorduk, şimdi bu bilgi de gizlendi. Bunun dışında pandeminin nasıl yönetilmesi gerektiğini benim bilmem mümkün değil elbette. Sadece kamusal sağlık sistemi son 40 yılda bunca hırpalanmamış olsaydı hastalar ve sağlık çalışanları birlikte kendimizi daha iyi hissederdik. Bunu söyleyebilirim.
Son olarak, kitabınızda birçok ara başlığı çok etkileyici bulduğumu ifade etmeliyim. “Sağlık odur ki krallığı parçalar.” başlığı da bunlardan biri. Kitabınızın sonunda yanıt bekleyen soruları sıralamışsınız; beni, bu soruların yanıtlarından çok bu sorulara yanıt verecek öznelerinin kim olduğu meselesi düşündürdü açıkçası. Sizin deyiminizle; bizi borçlandıranlardan hesap sormak, dahası bu “krallığı parçalamak” mümkün mü?
Öncelikle titiz okumanız ve sorunuz için çok teşekkür ederim. Ben o soruları herkese soruyorum. Yanıtının tek kişide veya uzmanlarda, bilenlerde olması gerekmiyor elbette. Benim kafamda böyle sorular var, yanıtlarını birlikte bulalım dileği daha çok. Ama sonuçta nasıl bir sağlık hizmeti yapılanması gerektiği başta olmak üzere bu dertlerle dertlenen herkesin hem yeni sorular sorması hem de kestirme olmayan yanıtlar için çalışması gerekir. Borçlardan kurtulmak da bu gayriahlaki borçları oluşturanlardan hesap sormak da, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın deyişiyle finans kapitalle, boğuşmak da mümkün tabi. Hukuk futbola benzer, yeter ki oyuncu da izleyici de hakem de kurallara inansın ve bağlı kalsın. Öbür türlü hep şike yapanlar kazanır, cezalar da bize kalır.
KünyeŞehir Hastaneleri Altı Kaval Üstü Şişhane, Özgür Erbaş, Dipnot Yayınları, Ankara, 2021, 204 Sayfa.
Felsefe Üzerine Lenin
Bu yeni felsefe pratiği felsefeyi dönüştürebilir. Ve buna ek olarak bu ölçüde dünyanın dönüştürülmesine yardım edebilir. Sadece yardım edebilir çünkü tarihi yapanlar teorisyenler, bilginler ya da filozoflar değil, “insanlar” da değil, “kitlelerdir”, yani aynı ve tek bir sınıf mücadelesi içinde bir araya gelmiş sınıflar.”
18-04-2021 00:31

Zeynep Altıok
Louis Althusser, verdiği röportajların birinde Lenin’in anlattığı bir hikayeyi aktarır. Hikaye şöyledir: Rusya’da neredeyse ıssız kırsal bir bölgede, bir kasabada gecenin üçünde Ivan, evinin kapısına şiddetli vurulması sonucu uyandırılır. Kapıyı açtığı zaman Grigori isimli bir genç adam, başına korkunç bir şey geldiğini ve hemen kendisiyle gelmesi gerektiğini söyler. Ivan gönülsüzdür ama yine de gider. Ortasında meşe ağacı bulunan, genç adamın sahibi olduğu tarlaya giderler. Genç adam şöyle der: “Bana ne yaptılar, biliyor musun? Benim meşemi bir eşeğe bağladılar.” Ve ona gerçekten ağaca bağlı bir eşek gösterir.
Althusser’e Lenin’in bu hikayeyi neden anlattığı sorulduğunda şöyle der: “Çünkü insanlara farklı biçimde düşünmek gerektiğini anlatmak istiyordu.” Kuşkusuz Althusser’i çağdaşlarından ayıran en önemli özelliği farklı biçimde düşünmesiydi.1
Althusser döneminde ve döneminden sonra sıklıkla tartışılan bir Marksist düşünür olmuştur. 1918 doğumlu olan Althusser aslında Marksizme oldukça geç yönelmiştir. İspanya İç Savaşı’nın, Fransa’nın 1940’ta uğradığı çöküntünün ve Almanya’daki esirlerin etkisiyle radikalleşmiş ve 1948’de de Fransız Komünist Partisi’ne girmiştir. FKP içerisinde önemli bir yer edinen Althusser, partiden zaman zaman teorik olarak farklı bir çizgi izlese de çoğunlukla partiye sadık kalmaya çalıştı. Althusser dediğimizde FKP’nin 68 hareketi içerisinde konumunu, Batı Marksizmini, ideolojiyi hatta Gramsci’yi bile tartışabiliriz. Bu yazının bir kitap üzerine olduğunu hatırlatarak ve okurun daha iyi anlamasını gözeterek çerçeveyi şu noktadan çizmek gerekiyor: Lenin ve Felsefe. Lenin’in felsefesi değil fakat felsefe üzerine Lenin.
İletişim Yayınlarından çıkan Lenin ve Felsefe, Althusser’in temel tezlerinin kısa bir şekilde derlenmiş halidir. Kitap üç bölümden oluşuyor, sırasıyla bu bölümler şöyledir: Bir Devrim Silahı Olarak Felsefe, Lenin ve Felsefe, Hegel Karşısında Lenin. Kitabın ismini de almasından dolayı anlayacağımız üzere, ikinci bölüm kitabın kilit noktasıdır. Derleyenlerin konuyla ilgisi olduğunu düşündüğü ilk ve son bölümler kitaba eklenmiştir. 20. Yüzyılda Batı Marksizmi’nin büyük bir bölümü için söz konusu olan aşırı dil zorlukları Althusser için de geçerliydi. Dildeki karmaşıklık gerekli asgari ortalamanın üstüne çıktığı bu gibi durumlarda dipnotlar devreye giriyor ve anlaşılmayı oldukça kolaylaştırıyor.
Bir Devrim Silahı Olarak Felsefe bölümü, Althusser ile yapılan, İtalyan Komünist Partisi’nin yayın organlarında yayımlanmış bir konuşmanın metnidir. Muhabir Maria Antonietta Macciocchi, Althusser’in geçmişi ile alakalı bireysel soruların yanı sıra esas önemli sorularını teori konusunda sorar. Felsefede sosyalist olmak, bilim-felsefe ayrımı, kapitalin okunmasının önemi gibi konular şematik ve eğreti tezlerle yanıtlanır. Bu bölümde birkaç konunun üzerinde durmamız gerekir.
Althusser, felsefede sosyalist olmakla ile ilgili soruya “Felsefede sosyalist olmak, Marksist-Leninist felsefenin, yani diyalektik maddeciliğin partizanı, zanaatkarı olmak demektir” der. Marksist-Leninist filozof olmanın kolay olmadığına vurgu yapan Althusser, filozofların ideolojik yetişme şartları sonucu biri politik diğeri teorik iki büyük güçlükle karşılaşacağını söyler. Politik olan güçlük, filozofun ideolojik bakımdan küçük burjuva olarak kalacağıdır; teorik olan güçlük ise Marksist felsefenin geliştirilmek zorunda olmasıdır. Althusser, Marksist teoride bilim- felsefe ayrımını gözetmenin doğruluğunu temellendirir ve bunlar arasındaki “bilimsel kıtalar” tezi bizce önemlidir. Bilimsel kıtalarla ilgili Althusser şöyle düşünür: “Marx yeni bilim kurdu: Tarih bilimi. Bir imaj kullanacağım. Bildiğimiz bilimler bazı büyük “kıtalar” üzerine yerleşmiş bulunuyorlar. Marx’tan önce bilimsel bilgilere iki kıta açılmıştı: Matematik ve Fizik kıtası. Birincisi Grekler (Thales), ikincisi de Galile tarafından. Marx bilimsel bilgiye üçüncü bir kıta açtı: Tarih kıtası.”2 Bir not düşer bunu yazarken: Dördüncü bir kıta daha doğuyor, muhtemelen Freud.
Lenin ve Felsefe, 1968 yılında, Althusser’in Sociètè Française de Philosophie (Fransa Felsefe Kurumu) önünde verdiği ve daha sonra kitap halinde yayımlanacak olan sunumdur. Althusser, Lenin’in Hegel Defterlerinden çok Materyalizm ve Ampiryokritisizm üzerine odaklanır. Bu bölümde değineceğimiz üzere Althusser’in kendi çizgisinde radikal bir Hegel karşıtlığı izlemesi göze çarpar. Hegel karşıtlığının yanı sıra, Lenin’in; akademik felsefedeki yerine, felsefi tezlerine ve Hegel ile ilişkisi başta olmak üzere çeşitli konulara değinir. Bu kısa bölüm, başta da dediğimiz üzere yazarın felsefe konusundaki görüşlerini derli toplu biçimde iletir.
Althusser, Fransız akademisinin Lenin üzerine birkaç sayfadan öte bir şeyler bulmanın pek mümkün olmadığını söyleyerek bu noktaya dikkat çeker. Fransız filozofu tarihini yazma riskine girmemiş Fransız felsefesi Lenin gibi bir Bolşevikle, bir ihtilalciyle, bir politikacıyla niçin ilgilenecekti? Althusser’e göre akademik felsefe Lenin’i iki nedenle hoş görmez: Bir bakıma politikadan ve politikacıdan öğreneceği şeyler olması fikrine tahammül edemez. Öte yandan felsefenin bir teori, yani nesnel bilgi nesnesi olabilmesi fikrini tahammül edilmez bulur. Bu konuda Lenin’in burjuva filozofları için söylediklerine dönelim: “Onların felsefe yapma tarzı büyük zeka ve incelik hazinelerini felsefede geviş getirmek için harcamaktadır. Bana gelince, ben felsefeyi daha değişik biçimde ele alıyorum.”3
Althusser, Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm eserinin incelemesini yapar ve bu incelemeyi üç uğrağa ayırır. Sırasıyla bunlar: Lenin’in büyük felsefe tezleri, Lenin ve felsefi pratik, Lenin ve felsefede partizan olmak. Lenin’in Materyalizm ve Ampiryokritisizm eserine baktığımız zaman Marksist teoriye özgün bir katkısı olmadığını görürüz. Eğer felsefi bir katkıdan söz edeceksek Ampiryokritisizm’de özel olarak Lenin’e ait özel şeylerin çok az bulunduğunu kabul etmeliyiz.4 Hatta bazı düşünürlere göre Lenin’in sonradan koptuğu biz çizgidir bu kitap.
Althusser, Marksizmi bir bilim statüsüne sokmuştur ve bunu da Marx’ın Feuerbach Üstüne Tezler’deki ünlü sözlerine dayandırır: “Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yorumlamakla yetindiler; önemli olan onu değiştirmektir.” Althusser tezlerin 1845’te yazıldığı, 1877’de Engels’in Anti-Dühring eserinin yayınlanmasına kadar aradan geçen boşluğa dikkat çeker. Anti-Dühring Marksizmin özünün ilk sistematik açıklamasıdır. Ama o, daha da çok bir şeydir: yepyeni bir felsefe anlayışını oluşturur. Althusser’e göre ise aradan geçen felsefi boşlukta Marksist bilim kurulmuştur.
Althusser, Lenin’in felsefe konusundaki getirdiği ana tezleri şöyle sıralar: (1) felsefe bir bilim değildir (2) felsefe ile bilimler arasında ayrıcalıklı bir bağlantı vardır (3) felsefe tarihi, idealizmle maddecilik arasındaki mücadele alanından oluşur. Lenin’in ilk tezi felsefenin madde kategorisiyle bilimin madde kategorisini ayırır ve Marksizmin bir çeşit pozitivizm olmadığını gösterir. İkinci tezinde bilimsel pratik ve teorinin gerekliliğini savunur aslında ama bilim her zaman felsefeyi önceleyen bir şeydir der. Son tezi ise felsefenin esas olarak hiçbir tarihe sahip olmadığını savunmak demektir.
Althusser’in kendi çizgisinde radikal bir Hegel karşıtlığı izlediğini belirtmiştik. Kitabın Hegel Karşısında Lenin bölümünde Althusser, Lenin’in 1894’te Hegel’i okumamış, ama Marx’ın kapitalini çok sıkı bir şekilde okuduğunu söyler. Hegel ile Marx arasındaki ilişkiyi anlamanın en iyi yolunun her şeyden önce Kapital’i okumak ve anlamak olduğunu da ekler. Althusser, Hegel’in Büyük Mantık’ında Lenin’in dikkatini çeken şey neydi sorusunu sorar ve bu soruya cevap verebilmek için Lenin’in Hegel üstüne notlarını okumayı öğrenmeliyiz diyerek ekler. Bu bağlamda Lenin Hegel’i nasıl okudu ve Lenin’i ilgilendiren şey nedir başlıkları altında soruların cevabı aranır. Althusser, Lenin’in düşüncelerinin Materyalizm ve Ampiryokritisizm’de ifadesini bulan kaba materyalizm dönemi ile Hegel defterleri arasında bir kopuş olanağını bile inatçı bir biçimde reddetmektedir.5
Toparlayacak olursak Althusser’in düşünceleri halktan kopuk, daha çok akademik çalışmalara kaymış olsa da Marksist düşüncede önemli sorunlar üzerinde durmuştur. Marx’tan koptuğu yorumlarının aksine Althusser, Marksizmi bilim statüsüne sokmuş ve temel tezlerinden biri olarak bu görüşü savunmuştur. Marksizme yeniden dönme görevi açısından Althusser’in olguları asla küçümsenecek bir şey değildir. Lenin ve Felsefe, Althusser’in Lenin’i yeniden okumasının bir sonucu ya da “felsefeyle birlikte Lenin”.
Künye: Lenin ve Felsefe, Louis Althusser, Çev. Bülent Aksoy - Erol Tulpar - Murat Belge, İletişim Yayınları, 120 sayfa
1 İtalyan Radyo Televizyonu (RAI) programı "Felsefi Bilimler Multimedya Ansiklopedisi "'nden Louis Althusser ile 30 Nisan 1980 tarihli röportaj
2 L. Althusser; Positions, s. 39-40
3 Gorki’ye mektup, 7 Şubat 1908
4 Lenin Okuma Kılavuzu, İleri Kitaplığı s. 98
5 Kevin B. Anderson, Lenin, Hegel ve Batı Marksizmi, s.398
Kelimelerin gücü ve gizemi adına!
Kelimeler sihirlidir. Özellikler çocuklar için. Onlar kelimeleri ve ötesinde bu yaşamı keşfetmeye çalışırken bir kuş olduklarını bile düşünebilirler! Hem de tuhaf bir kuş…
18-04-2021 00:30

Umut Dağlar
Kelimeler oldukça gizemlidir. Ve oldukça da renkli… Yan yana dizilişleri, kimin ağzından veya kaleminde ve hatta kalbinden çıkması, nerede ne zaman dizilmiş olmaları ise bu gizemi heyecanlı bir hale getirir. Düşündürür, birçok farklı duygu hissettirir, zaman zaman duyulmamayı gerektirir fakat çoğu zaman en çok sarıldığımız şeylerdir kelimeler. Kendimizi bulduğumuz ve kendimizi dış dünyaya açtığımız kapılardan bir tanesidir çünkü.
Kelimeler çocuklar içinse bambaşka bir dünyadır. Yaş dönemlerinin bilişsel olgunlukları, deneyimleri, deneyimleyemedikleri o başka dünyanın belirleyenidir. Bazen öylesine kurduğumuz bir cümle onların yaşamını değiştirir, bazen hiç onulmayacak yaralar açabilir; bazen sessizlik arasından seçiverirler ve yerleştirirler içlerine sessiz harfleri ve bazen kafaları oldukça karışır duydukları karşısında.
Alvaro ise kafası karışan çocuklardan! Çünkü komşu teyze ona öyle bir şey söyledi ki; orasından tuttu olmadı, başka bir şey denedi o hiç olmadı, düşündü, denedi ama işin içinden çıkamadı. Gidip aynalara baktı. Nasıl olurdu da tuhaf kuşun birine benzerdi, bir türlü aklı almadı. Kitaplar karıştırdı bir sürü. Kendisine benzer bir kuş arayıp durdu. Hem de tuhaf bir kuş. Bir sürü farklı kuşa rast geldi kitaplarda fakat kendisine benzeyen o tuhaf kuşa bir türlü denk gelmedi…
Alvaro, bir kuş olmasına dair araştırmalarını sürdürüyordu. Kuşların yediklerini sevmek onu bir kuş yapar mıydı? Onu bile denedi. Fakat olmadı, kuşlarla damak tatları hiç ama hiç birbirine uymuyordu. Daha sonra bir kuş olabilmek için kendine kanatlar yaptı. Ölçtü, biçti, tasarladı… Ve düşüşü oldukça sert oldu. Evet, Alvaro uçamıyordu, bunu o muhteşem düşüşüyle birlikte anlamıştı. Peki ya uçamıyorsa nasıl bir kuş olabilirdi? Üstelik dizlerinin acısıyla basıvermişti yaygarayı. Alvaro kuş olmak istemiyordu! Ama neden komşu teyze onu uzun uzun süzüp tuhaf kuşun birine benzetmişti?
Evine doğru çıkarken komşu teyzeyle karşılaşıp, bunun cevabını aldığında olan biteni biraz olsun anlayabildi. Komşu teyze bu defa da yanındaki köpeği horoz demişti. Alvaro bir kuş olmadığını kanaat getirdiği sürecin sonuna yaklaşırken emin olduğu şey komşu teyzenin hayvan türleriyle ilgili bir sorununun olduğuydu.
“Tuhaf Kuş” minik bir çocuğun gözlerinden kelimelerin gücünü ve gizemini anlatırken çok keyifli bir öyküyle bizleri heyecana sürüklüyor. Kelimelerin anlamları ve çocukların zihinlerinde nasıl karşılık bulduğunu; hatta bu karşılığın nasıl eylem biçimlerine dönüşebileceğini her sayfasında doyasıya seziyoruz. Alvaro bir kuş olamama yolculuğunda, ona tanık olan herkesi kelimelerin gücünü keşfetmeye ve renklerini bulmaya çağırıyor…
KÜNYE: Tuhaf Kuş, Rocio Bonilla, Çev. Halil Türkden, Günışığı Kitaplığı, 2021, 36 Sayfa.
Yeşil-kızıl birlikteliği
Ekolojik yıkımı durdurmak kapitalizmden çıkmadan mümkün olmadığına göre kapitalizmden çıkmak için işçi hareketinin ekolojiyi içselleştirmesi, ekolojik hareketin de radikal olarak kapitalizmden çıkma perspektifine sahip olması gerekiyor. Bugüne kadar ekolojik hareket tutarlı bütünlüklü bir antikapitalist mücadele yürütemedi. Oysa amacın ikirciksiz bir şekilde radikal olarak kapitalizmi aşmak olması gerekiyor. En azından hareketin ana damarının öyle bir perspektife sahip olması gerekiyor.
18-04-2021 00:30

Ufuk Akkuş
Kapitalist sistem sömürüyü artırıp yoksulluğu ve eşitsizliği kalıcılaştırarak insan ilişkilerini bozmakla kalmaz, kar uğruna doğayı ve yaşam kaynaklarını da yıkıma uğratır. Sosyal politikayı geniş anlamda tanımladığımızda çevre sorunları da sosyal sorunlar içinde değerlendirilebilir. İnsan-doğa ilişkisinin tam anlamıyla uyuma kavuşması ancak komünist toplumda mümkün hale gelebilecektir. Ancak insanlığı yok oluşa götürecek ekolojik krizin etkilerini hafifletmek için bugünden yapılacak şeyler vardır kuşkusuz.
Fikret Başkaya, “Eko-Sosyalist Paradigma Komünist Topluma Giden Yol” kitabında “sermaye uygarlığı” olarak adlandırdığı kapitalizmin insanlığa teklif edeceği bir şeyin kalmadığını, ekolojik yıkımı derinleştirdiğini ve bir an önce önlem alınmazsa insanlığını geleceğinin olmayabileceğine dikkat çekiyor. Sürece müdahale edebilmemiz için de düşünce tarzımızın değişmesinin ve bilincimizin özgürleşmesinin gerektiğini, başka bir deyimle bilinç devriminin önceliğini vurguluyor. Başkaya’ya göre eğer dünyayı değiştirmek istiyorsak işe kendimizi değiştirmekle başlamamız gerekir. İnsanın kendisini değiştirmesi de sahaya inip mücadele etmekle, yüzleşmekle, sürece bilinçli müdahale etmekle mümkün olabilir. Yapılması gerekenler; üretim ve yaşam araçlarının topluma mal edilmesi yani sosyalleştirilmesi, kapitalizmde ekonomi-doğa-toplum şeklini alan ilişki yönünün doğa-toplum-ekonomi şekline döndürülmesidir. Şeylerin yoluna girmesi demokratik bir planlama ile mümkün olabilir. Plan; radikal antikapitalist, anti üretimci, anti prodüktivist, feminist, barışçı ve enternasyonalist olmalıdır. Ancak öz yönetime dayalı demokratik bir işleyiş şeyleri rayına oturtabilir. Eko-sosyalist bir geçiş süreci de komünist topluma giden yolu aralayabilir. Başkaya’nın tanımına göre komünizm; insanın insanla, toplumun doğayla barışık olduğu gelecekteki bir toplumsal düzenin veya uygarlığın adı. Sömürünün, ücretli köleliğin, sosyal eşitsizliğin, her türden ayrımcılığın, ezen ve ezilenin, sömüren ve sömürülenin olmadığı; kafa işi-el işi, kır-kent ayrımının, paranın ve patriyarkanın, bugünkü anlamda devletin, sömürgeciliğin ve emperyalizmin olmadığı; doğayla uyumlu bir yaşam tarzını ve sosyal düzen anlayışını ifade ediyor. Komünizm, burjuva özel mülkiyetinin lağvedilmesini varsayar. Zira burjuva özel mülkiyeti demek bir sosyal sömürü ilişkisi demektir. Yani başkasının emeğinin çalınmasıdır. İşçinin kendini yeniden üretmek için gereken süreden daha uzun süre çalışmasıyla oluşan fazla emeğine el koymaktır. Eğer bu gerçek bilinmezse komünizm zenginliğin eşit bölünmesinden ibaret sayılabilir. Sömürünün olması için insanların üretim ve yaşam araçlarından mahrum edilmesi gerekir. Birilerinin yaşamak için emek güçlerini satmasını mümkün ve zorunlu kılan, onların mülksüzleştirilmesidir.
Geçerli kapitalist kültürde insan; bencil, bireyci, mal hırsıyla yanıp tutuşan, açgözlü, haris ve hemcinsinin rakibi olarak resmedilir ve bunların insanın fıtratında olduğu söylenir. Böylece insanın doğası gereği kötü olduğu ve komünizmin insan doğasına uygun olmadığı için asla başarılı olamayacağı propagandası yapılır. Eğer ileri sürüldüğü gibi başkasını sömürme, başkasını baskı altına alma insan özüne ilişkin bir şey olsaydı insanlar arasında dayanışmadan, yardımlaşmadan, kardeşlikten, etik değerlerden söz edilebilir miydi? Sürekli didişme, çatışma durumunda bir insanlık varlığını koruyabilir; uygarlık yaratabilir miydi? Antropologlar da kendinden menkul, değişmez bir insan doğasından söz etmezler. İnsanın hangi tarihsel-koşullarda, nasıl bir toplumda yaşadığına, evrimin, değişimin önemine vurgu yaparlar. Sonuç olarak insan iyi veya kötü değil, sosyal bir varlıktır.
Başkaya’ya göre ekonomik büyüme kalkınma ile özdeş görülemez. Kapitalizm koşullarında ekonomik büyüme sermayenin büyümesidir. Yani sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir. Kapitalizm koşullarında büyüme asla bir toplumsal refahın ölçüsü değildir. Ayrıca büyümenin öteki yüzü de ekolojik yıkımdır. Yeteri kadar yeni kaynak yaratamayan kapitalizm; çözümü doğayı yağmalamakta, talan etmekte ve canlıyı metalaştırmakta görüyor. Doğa tahribatına yoksullaşma eşlik ediyor. Yerli veya yabancı ya da yerli-yabancı ortaklığındaki bir şirket, bir otoyol, havaalanı, köprü, şehir hastanesi, enerji santrali inşa edip devlete kiralıyor. 20-30 yıl boyunca bütçeden şirkete, üstelik döviz kuru üzerinden ödeme yapılıyor. İş bitirici bir kapitalist hidroelektrik santrali kurduğunda devlet satın alma garantisi veriyor. Otoyol, köprü, tünel ihalelerinde araç sayısı geçiş garantisi, havaalanı ihalelerinde yolcu sayısı garantisi veriliyor. Şehir hastanelerinde yatak doluluk oranı garantisi sağlanıyor. Hastaları bu hastanelere yönlendirmek için çalışır durumda uzun yıllar boyunca kurumsallaşmış, belli dallarda uzmanlaşmış kamu hastaneleri kapatılıyor. Bir gelenek ve birikim siliniyor. Büyük bir kaynak da israf oluyor. Kazançlar şirketlere gidiyor, bedelleri ise toplum ve doğaya ödetiliyor.
Hidroelektrik santrallerinden maden ve taş ocaklarına, jeotermal enerji tesislerinden kanal İstanbul projesine kadar bütün girişimlerin doğaya ve insanlığa ne gibi zararlar verebileceğini örneklerle anlatan Başkaya, insanlığın ve uygarlığın artık geri dönüşü olmayan kritik eşiği aşmış olduğunu belirtiyor. Mevcut krizi de Gramsci’den esinlenerek organik kriz olarak adlandırıyor. Organik kriz “eskinin ölmekte olduğu ve yeninin ise henüz ufukta görünmediği ve bu alaca karanlıkta canavarların ürediği” bir ortamı anlatıyor. Organik kriz, küresel ve çok boyutlu bir kriz demektir. Sadece ekonomik krizden ibaret değildir. Aynı zamanda finansal, ekolojik, sosyal, politik, jeopolitik, kültürel, etik krizdir. Krize çözüm olarak da Başkaya, kızıl-yeşil birlikteliğini veya aynı anlama gelmek üzere ekososyalist paradigmanın ete kemiğe büründürülmesi gereken bir zamanda olduğumuzu vurguluyor. Ekososyalizm; Marksizm'in temel ilkelerinden ve kazanımlarından hareket eden ama onun büyümecilik, üretimcilik, verimlilik, üretkenlik ve teknoloji saplantısından arınmış bir sosyal, politik, ekonomik, ekolojik, etik paradigma demektir. Ekososyalizm kapitalizme özgü piyasacı mantık dahilinde ekolojik yıkımı durdurmanın imkansızlığı tespitinden hareket ediyor. Zira kapitalizm sınırsız büyüme ve genişleme dinamiğine ve eğilimine dayalı bir işleyişe sahiptir. Sınırsız büyüme de sınırsız tüketimi varsayar. Kör bir piyasa mantığına göre işleyen kapitalizm dahilinde sosyal adaletin ve refahın gerçekleşmesi mümkün olmadığı gibi ekolojik yıkım da kaçınılmazdır.
Başkaya’ya göre yapılması gereken antikapitalist mücadelenin ekolojik sorunu içselleştirmesi, ekolojik hareketin de radikal olarak antikapitalizmi içselleştirmesi gerekiyor. Bunu başarmanın yolu da kültür devriminden geçiyor. Sınıf mücadelesi sorunu sadece üretilenin bölüşülmesine indirgenemez. Öncelikle yapılması gereken üretici mantığın dışına çıkmaktır. Bunun için de üretici güçlerin gelişmesinin kalitatif alternatifini oluşturmak gerekir. Geleneksel sosyalist mücadele, sorunların çözümünü iktidarın alınmasına erteledi. Oysa bugünden başlayarak endüstriyel gelişme, teknik ve bilimsel alanda lokal, bölgesel dahası ulusal planda karşı iktidar odakları oluşturmak; alternatif üretim planları, kooperatifleşme ve başka ortaklaşma biçimleri oluşturmak; daha da ötede bir üreticiler demokrasisi yönünde girişimlerde bulunmak gerekir. Üretim alanlarında konseyci ve anarşist görüşleri dışlamadan öz yönetimi sürdürülebilir bir pratik haline getirmek de gereklidir.
Aynı zamanda işçi mücadelesinin de ekolojiyi içselleştirmesi gerekiyor. Ancak burada aşılması gereken sorunlar var. Sendikaların istihdam kaybından dolayı küçülmeyi, dolayısıyla aşırı karbon gazı emisyonu yapan ve çevre kirliliğine neden olan işletmelerin kapanmasını, savunması zor görünüyor. Bir yanda işçilerin işsizlik ve açlıkla karşılaşma ihtimali, öte yanda ağaçların kesilmesi ve kirliliği artırıcı üretimin devamı. Gelecek nesiller ile anlık çıkarlar karşı karşıya geliyor. Bunu aşmanın yolu da demokratik kaygılarla yönetilen planlı bir ekonomidir.
Fikret Başkaya, kapitalizmin insan ve doğa üzerindeki olumsuz etkilerin geri dönülmez noktada olduğunu ve bu durumdan kurtularak insani bir düzen kurmak için yeşil-kızıl birlikteliği diye adlandırdığı ekososyalist paradigmayı öneriyor ve büyük insanlığı düşünmeye, mücadele etmeye davet ediyor. Bu çağrıya cevap vermenin zamanı geldi de geçiyor.
KÜNYE: Eko-Sosyalist Paradigma Komünist Topluma Giden Yol, Fikret Başkaya, Yordam Kitap, 2020, 191 Sayfa.
Vitrin: Yeni çıkanlar
Sevgili İleri Kitap takipçileri ve kitapseverler, haftanın yeni çıkan kitapları arasından sizler için bir derleme yaptık. Beğeneceğinizi umuyor, keyifli okumalar diliyoruz.
18-04-2021 00:30

BİNBİR OYUNLU ODYSSSEUS - YÜKSEL MACİT
Bazı insanların hayran olunası bir cesareti vardır ama gereksiz risklerden kaçınmasını da iyi bilirler. Bu sayede hayatta kalır ve daha uzun süre kahraman olarak yaşayabilirler.
İşte bu temkinli kahramanların en büyük örneği Odysseus’tur. Kafasının içinde binbir oyun dolaşan, gözü pek ve akıllı savaşçı... Odysseus’un Troya Savaşı’ndaki kahramanlıklarını ve savaştan sonra evine dönüş yolculuğunu Homeros çok uzun yıllar önce anlatmıştı bize, bugünse Yvan Pommaux bu büyük macerayı birbirinden güzel resimlerle görselleştirerek genç okurlara sunuyor.
Troya Savaşı’nın ardından, İthaka kralının adasına geri dönebilmesi tam on yıl sürmüştü. Hikâye öyle heyecanlı ki bu on yıllık yolculukta Odysseus’un başına gelenleri, teker teker aşmak zorunda kaldığı sayısız engeli nefesimizi tutarak takip ediyoruz. Evine varmakla da rahata kavuşmuyor Odysseus, son bir hesaplaşma, son bir sınav onu bekliyor çünkü.
Odysseia, ne macera ama!
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Binbir Oyunlu Odyssseus, Yazar: Yüksel Macit, Yordam Edebiyat, 2021, 80 Sayfa
SINIR - SUAT DERVİŞ
"Sana erişmek istiyorum, erişemiyorum. Sanki gözle görünmeyen kuvvetler tarafından şiddetle korunan bir sınırın birimiz bir, diğerimiz öteki tarafındayız. Sana erişmeye imkân bulamıyorum. Bana o kadar yakınsın, yan yanayız ve arada geçilmez bir çizgi var."
Evet, Ayla ile Osman arasında aşılması güç bir sınır var. Peki, ya aşk? Aşk her zorluğu, her imkânsızı yenemez, her sınırı aşamaz mı?
Suat Derviş en önemli eserlerinden biri olan Sınır'da bu sorunun cevabını arıyor. Farklı sınıflardan, farklı hayatlardan iki gencin, İkinci Dünya Savaşı'nın gölgesinde verdikleri bir arada kalma mücadelesini tüm ayrıntılarıyla anlatıyor.
"Suat Derviş'in Romanlarında Kadınlar ve Yoksulluk" başlıklı bir tez de hazırlayan Çiğdem İlker, "Aşkın ve Savaş'ın Romanı: Sınır" başlıklı yazısıyla sizin için romanı derinlemesine inceliyor.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Sınır, Yazar: Suat Derviş, İthaki Yayınları, 2021, 288 Sayfa
GIORDANO BRUNO VE HERMETİK GELENEK - FRANCES YATES
Yıl 1460: İstanbul'un fethinden yedi yıl sonra, Bizanslı ulemanın beraberinde getirdiği elyazmaları Floransa Sarayı'nda antikçağ felsefesi üzerine hummalı bir çalışma başlatır. Tam bu sırada, Makedonya'dan ulaşan Yunanca bir elyazmasıyla akan sular durur. Bu metin, Rönesans düşünce ve sanatı üzerinde kuvvetli bir tesir bırakacak olan Hermetik Külliyattır.
Hafiye romanlarını aratmayacak bir merak duygusunun önderlik ettiği bu araştırmada Frances Yates, "Din Savaşları" döneminde Avrupa'da ilahiyat, felsefe ve büyü arasında yeniden çizilmekte olan sınırları Hermetik geleneğin en önde gelen temsilcisi Giordano Bruno'nun İtalya'dan başlayıp Paris, Londra, Almanya, hatta Prag'a uzanan ve Venedik'te son bulan serüveni üzerinden irdeliyor. Hermetizm'in modern siyasi düşünce içindeki yankılarının, kriz dönemleri başta olmak üzere günümüz siyasi düşüncesine hâlâ rehberlik eden Ütopyacılar üzerindeki etkisinin okurda bilhassa karşılık bulacağını umuyoruz.
"Frances Yates … o ender bulunan bilginlerden; yazdıkları hakikaten nefes kesici."
— The Times
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Giordano Bruno ve Hermetik Gelenek, Yazar: Frances Yates, Çevirmen: Ayşe Deniz Temiz, Say Yayınları, 2021, 632 Sayfa
YEŞİL YILANLA BEYAZ ZAMBAK - JOHANN WOLFGANG VON GOETHE
Dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük dehalarından biri olan; şiir, oyun, hikâye, otobiyografi, estetik, sanat ve edebiyat teorisi ile doğa bilimlerinde birçok esere imza atan Goethe, Yeşil Yılan ile Beyaz Zambak’ı Schiller’in İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar adlı eserine yanıt olarak yazmış, bu vesileyle insanın özgürlüğü üzerine görüşlerini dile getirme olanağı bulmuştur.
Elinizdeki kitap, eserleriyle dünya edebiyatının zirvesinde yer edinmiş bu büyük yazarın Yeşil Yılan ile Beyaz Zambak’la birlikte başka masallarını ve öykülerini de içeriyor. Kitapta Goethe’nin değişik yıllarda yazdığı, genellikle de romanlarının ya da özyaşam öyküsü gibi daha kapsamlı yapıtlarının içine serpiştirdiği öykülerinden ve masallarından oluşan bir seçki bulacaksınız.
Ölümsüz bir yazarın edebiyat bahçesinden toplanmış bir sepet meyve… Üstelik yalnızca gençlerin değil, yetişkinlerin de tatması gereken…
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Yeşil Yılanla Beyaz Zambak, Yazar: Johann Wolfgang Von Goethe, Çevirmen: Tunç Tayanç, Dipnot Yayınları, 2021, 150 Sayfa
ARKEOLOJİNİN DELİKANLISI MUHİBBE DARGA - EMİNE ÇAYKARA
Bir Usta Yazar, İki Usta Çizer, Üç Çarpıcı Çizgi Roman
Ahmet Ümit okurlarının zihinlerinde canlandırdığı dünyası bu kez çizgi dünyamızın iki ustası İsmail Gülgeç'le Aptülika'nın kareleriyle hayat buluyor. Ümit'in polisiye roman ve öykülerinin efsanevi kahramanı Başkomser Nevzat, bizi bu üç çarpıcı macerada, yardımcıları Komiser Ali ve Kriminolog Zeynep'le beraber İstanbul'un kadim semtlerinden farklı toplumsal yaşantıların dünyasına, insanın aşk ve onurunu korumak için neler yapabileceği ile yüz yüze getiriyor.
Ne garip değil mi polis?
Ben sahte peygamberlerden medet umdum, satanist kardeşim şeytandan medet.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Arkeolojinin Delikanlısı Muhibbe Darga, Yazar: Emine Çaykara, Yapı Kredi Yayınları, 2021, 488 Sayfa
AKILLI ÇOCUK – LABİRENTLER
Okul öncesi dönemdeki çocukların ince motor ve bilişsel gelişimlerini desteklemek amacıyla hazırlanmış bu kitapta;
- Görsel dikkat
- Kısa süreli hafıza
- Sayı tanıma, tane kavramı
- Labirent egzersizleri bulunmaktadır.
Çocuklar kitaptaki etkinlikleri yaparken hem eğlenecek hem de öğrenecekler.
(Tanıtım Bülteninden)
KÜNYE: Akıllı Çocuk – Labirentler, Yazar: Kolektif, Çınar Yayınları, 2021, 32 Sayfa
Mehmet Fırat Pürselim ile Sakarmeke’yi konuştuk: 'Umutsuz olmaya hakkımız yok'
Mehmet Fırat Pürselim’in İthaki tarafından yayımlanan son kitabı Sakarmeke geçtiğimiz aylarda okurla buluştu. İçinden kuşlar geçen öyküleriyle Sakarmeke, 2012 Naim Tirali Öykü Ödülü’nü alan Hayat Apartımanı ve 2017 Orhan Kemal Öykü ve Türkan Saylan Sanat Ödüllerinin sahibi Akılsız Sokrates’ten sonra yazarın üçüncü öykü kitabı.
11-04-2021 01:12

Söyleşi: Dilek Yılmaz
'UMUTSUZ OLMAYA HAKKIMIZIN OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORUM'
Edebiyatın farklı türlerinde uzun süredir yazan birisin. Sakarmeke’deki öykülerde birkaç belirgin değişim dikkat çekiyor. Öncelikle distopik ve gerçeküstü yanı ağır basan metinlerin varlığı ve daha mühimi, dilin değişimi. Emanetimdeki Hayatlar’da çok üzülmüştük, Akılsız Sokrates havayı biraz dağıtmıştı. Sakarmeke’de ise ironi acının elinden tutuyor, en üzücü öykünün sonunda dahi hüzne düşmüyoruz. Buna dair neler söylemek istersin?
Emanetimdeki Hayatlar ya da Acı Defteri, toplumsal acıların çetelesini tutan bir defterdi. Bu sebeple de yerli drama kayan bir havası, karamsar anlatımı vardı. Yazarken çok üzülmüş ve yıpranmıştım. Okuyanlardan da hırpalandıklarına dair yorumlar almıştım. Bence 90’ların Türkiye’sini anlatırken başka bir dil kullanmanız pek de mümkün değildi. İyi ki yazmışım dedim, diyorum. Ama yazıp bitirdikten sonra bir daha böyle yazmayacağım diye karar aldım. Toplumsal sorunları anlatmaktan vazgeçmeyeceğime göre başka bir anlatım şekli bulmalıyım diye düşündüm. Sakarmeke’de, karamsarlığı dağıtan o ironik dili yakaladım. Bu bir anda olmadı tabii, Akılsız Sokrates’te bir parça vardı. M. Sadık Aslankara’nın da değindiği gibi bu kitabın öncülü olarak sayılabilir. Sakarmeke’deki ironik dille toplumsal sıkıntıları hafif alaysamalı anlattım; yani onları dolaylı anlatıp okura da düşünme, değerlendirme payı veren metinler haline getirmeye çalıştım. Bu dönüşümde Gezi’nin o ironik dilinin katkı sağladığını da söylemeliyim.
Çok da güzel olmuş bu değişim. Güncel edebiyatta kendine sınırlı yer bulduğunu düşündüğüm; öykülerdeki geçim derdi, iş, işsizlik odağını sormak isterim.
Behçet Çelik de Edebiyat ve Çalışma Hayatı başlıklı yazısında kitabın bu yönüne dikkat etmişti. Geçim derdi, kişiyi arkadaşına düşman eden işini kaybetme korkusu, giyotin gibi kırp diye kafanı koparan işten atılma durumu, daha da kötüsü işsizlik… Kâr odaklı, duygulara yer vermeyen kapitalist bir sistemde yaşıyoruz; iş aramaktan umudunu kesmiş genç işsiz nüfusu çok fazla olduğu gibi sistemin kullanıp posasını çıkarttıktan sonra bir kenara attığı kırk yaş üzeri işsiz sayısı da gün geçtikçe artıyor. İşini kaybeden insanların aynı şartlarda, bırakın aynı şartları, yeniden iş bulması gitgide zorlaşıyor.
İşten çıktıktan sonra Kadıköy’de dolaşırken insanların cıvıltısından zevk alır, adeta şarj olurken pandemi döneminde kepenklerle karşılaşmak insanı oldukça etkiliyor. Kapalı dükkânlar, batma noktasına gelen esnaf, işsiz kalan insanlar, çaresizlikten intihar edenler… İşsizlik, evini geçindiremeyen bir anne ya da baba için ölüm kadar kötü; belki de daha beter. Pek çok insan gibi ben de etkileniyorum, içime dert oluyor. Sakarmeke’deki kimi öykülerde ufak tefek dokundum, öte yandan “Ufak bi’ teslimat” absürt bir mizah hikâyesi olarak okunabilirse de alt metninde kocaman bir işsizlik derdi var.
“Ufak bi’ teslimat”tan söz açılmışken bu öykünün dilini özellikle sevdiğimi belirtmek isterim. Bir yanda ölüme hevesle koşan yaşlı bir adam, öte yanda hayata tutunabilmek için çırpınan genç bir adam var ve bahsettiğin zemin beraberinde, odağı görünürde ölüm olan bir öykü. Bu metinden hareketle bir çatışma konusu olarak ölüm; özelde kendi öykülerinde, genelde edebiyatta senin için ne ifade ediyor?
Ölüm, edebiyatın kadim konusu ve senin de dikkat çektiğin gibi beni fazlasıyla çekiyor. Ama sanırım gençken ve ölümden prensipte uzakken daha fazla ölümü düşünürken, şimdi ona doğru zorunlu bir yolda ilerlerken hayat daha kıymetli gelmeye başladı. Muhteşem bir ölümdense güzel yaşanmış bir hayatın daha önemli olduğunun farkına varmaya başladım. Ölüm var, evet ve kaçınılmaz ama hayat da var. Hayatı olabildiğince dolu ve güzel yaşamak; ağaç dikmek, kuşları yemlemek, kitap okumak, denizi seyretmek, güzel bir kampanyaya imza atmak, bağış yapmak bile oldukça kıymetli geliyor. Yazdıklarımda da sanırım bu dönüşüm gerçekleşiyor, sonu ölümle biten öykülerin yerini en azından açık uçlu, okura kahramanla ilgili seçenek sunanlar almaya başladı. Umutsuz olmaya hakkımızın olmadığını düşünüyorum, ölüyü gömmek yerine Güney Marmara’da söyledikleri gibi saklıyorum. Saklananların bir yerlerde yaşadıkları hayata dair hayaller kurabileceğimiz gibi bir gün çıkıp gelmeyeceklerini de bilemeyiz.
'SEYRELTECEĞİZ DERKEN ORTALIĞI KUPKURU METİNLER KAPLADI'
Özellikle karakterleriyle öne çıkan metinler yazıyorsun. Her kitaptan en az birkaç karakterin okurun zihninde yer ettiğini düşünüyorum. Kısa öyküye başından beri pek meyletmemen, uzun öykünün karakteri işlemeye daha elverişli olmasıyla mı ilgili? Senin için hikâye anlatıcısı diyebilir miyiz?
Bunu ben de çok düşündüm. Açıkçası bir soru üzerinden düşünmüştüm, sizin için öyküde en önemli öğe nedir diye sormuşlardı: Konu mu, karakter mi, dil mi? Doğru cevap, üçünün en iyi şekilde karışımıdır aslında. Böyle söylerken, kendime benim doğrumun karakter olduğunu itiraf ettim. Öyküleri karakterler üzerinden kurguladığımı ve kalıcı karakterler bırakmak istediğimi fark ettim. Bunu özel olarak düşünmüyorum, kendiliğinden gelişen bir refleks. Senden geriye yazar mı, öykü mü, kitap mı; ne kalsın, diye soracak olursan yaşayan karakterler kalsın isterim. Fırat saklansın da Serçe kalsın, Turna kalsın isterim. Sorunun devamı açısından, uzun öyküler tabii ki karakter oluşturmaya daha meyyal. Ama öyküyü uzun yazayım, karaktere daha rahat can veririm düşüncesiyle değil; öykünün ruhu bunu istediği için, belki de hikâye anlatmayı sevdiğim için, herkesin anlatılmaya değer bir hikâyesi olduğu için uzun yazıyorum.
Cömert bir anlatıcısın, özellikle de betimleme konusunda elini pek korkak alıştırmadığını biliyoruz. Atmosferi, karakterlerin duygusunu detaylı vermek; okurun da metne çekilmesini kolaylaştırıyor mu? Öyküde seyreltme çok konuşulur, fazlalık denilen şey nedir sana göre metinde?
Biraz geveze anlatıcıyım, seviyorum açıkçası böyle anlatmayı. Yazı atölyeleri bir yanıyla güçlü kalemleri edebiyatımıza kazandırırken bir yanıyla da pek çok yazar adayını tektipleştirerek onları daimî adaylıkta bıraktı. Okumam için zaman zaman metinler geliyor, olumsuz eleştiri getirdiğimde "Ama hocanın en beğendiği metinleri gönderdim." diyorlar. İşte tam da bunun için eleştiriyorum; lisede okuyan öğrenciler benzeri, öğretmenden yüksek not almak için yazıyor gibiler. Kendilerinden bir şey katmadan hocanın beğenisine seslenen, birbirinin aynı metinleri tekrar tekrar yazıyorlar. Öyküde seyreltme elbette lazım, öykü fazlalığını taşıyamaz, hepimizin malumu. Ama seyrelteceğiz derken ortalığı kupkuru metinler kapladı. Yerinde ve biricik betimlemeler öyküye çok fazla şey katar ve asla da fazlalık olarak durmaz. Fazlalık ne mi? Cortazar’a yakıştırılan boks maçı metaforunu geliştirerek cevaplayabilirim. Cortazar, “Roman hep sayıyla kazanır, oysa öykünün maçı nakavtla alması gerekir.” der ya işte roman ağır sıklettir ve fazlalıkları kaldırır, öyküyse tüy sıklettir ve taşıyabileceğinden fazlasını yüklememek gerekir. Ama yerinde bir betimlemenin sağlam bir sol kroşe olduğunu da unutmamak lazım.
Okuma zevkin de mi böyle?
Değişiyor. Nehir romanları, bildungsromanları, yol öykülerini çok severim. Hiçbir şey anlamadığım ama diline meftun olduğum kitapları da severim. Sanırım külliyat okumalarını pek sevmiyorum. Araya başka yazarların kitapları girmeyince en sevdiğim yazar bile sıradanlaşabiliyor. Herkesin okuduğu kitabı hemen alıp okumayı sevmiyorum, biraz sindirilmesini bekliyorum. Aynı anda birkaç kitap okuyorum genellikle; öykü, roman, deneme, yakın tarih, sosyoloji daha ilgili olduğum alanlar.
“En iyi yaptığım şeydi anlamazdan gelmek. Böyle yaparsam karşımdakini kırmam sanıyordum.” Bilmek ve susmak konusunu soracağım.
Anlamazdan gelmek bir noktaya kadar işe yarıyor ama sonunda kırmak istemediğiniz kişiyi çok daha beter parçalıyorsunuz. Bilmek ama susmak, günümüzde toplumsal olarak hayatta kalma yöntemimiz haline geldi. Sosyal medyada "Silivri soğuktur." dendi mi tıp oyunu başlıyor. Böyle olunca da bilenler değil, en çok sesi çıkanlar konuşuyor. Bilenler konuşmaya kalktı mı ağzı burnu kapatılıyor. Suskunluk sarmalı sis gibi etrafımızı kuşatırken buna bile bilgelik payesi yükleniyor. Ama esas bilgelik suskunlukta değil, yeni bir dil geliştirerek bildiğini anlatabilmekte.
'EDEBİYAT DA DEĞİŞİM ATEŞİNİ YAKAN KIVILCIMLARDAN BİRİDİR'
Erektus Kalesi, okurun aşina olduğu öykülerden gerek konusu gerekse anlatımıyla belirgin olarak ayrılıyor. Anlatım tekniğiyle geçmişi referans alan ama gelecekte geçen, okurun da çabasını isteyen bir metin. Bu öykünün derdi nedir, bugün yazılmasının özel bir sebebi var mı?
Yazarken beni de en çok zorlayan metinlerden biriydi Erektus Kalesi, epik anlatım tarzını bulana kadar epeyce cebelleştim. Derdimi okura geçirebilir miyim diye farklı şekillerde yazdım, sildim, baştan yazdım. Derdim ne mi? 289, 350, 405, 421, 409’un sıfır olması. Bu ülkede anıtsayaç var ve öldürülen kadınların en azından adını yaşatmayı amaçlıyor. Bu sayılar da son beş yılda katledilen kadınların sayısı. İstanbul Sözleşmesi’nin etkin şekilde uygulanması istenilirken sözleşmeden çıkılmasının doğurabileceği olumsuzlukların yanı sıra moral bağlamında kadınları daha savunmasız hissettirdi. Böyle zamandaki sığınaklarımızdan biri de edebiyattır. Edebiyat bir işe yarar mı, kadın cinayetlerini durdurabilir mi? Evet, edebiyat yeri gelir cinayetlere karşı kanunlardan daha güçlü bir duruş olabilir. Toplum bir anda değişmez, doğrularını sorgulamaya başlaması değişimin başlangıcıdır. Edebiyat da değişim ateşini yakan kıvılcımlardan biridir.
'FAŞİZM SINIRLARINI DAHA DA GENİŞLETTİ ARTIK FAŞİZM, KİŞİNİN KENDİNE OLAN BAKIŞINDA BAŞLIYOR'
Odasının zamanla kendisine benzediği nenenin hikâyesiyle başlıyor ilk öykü. Öbür öykülerde de dünyasına sığamayan karakterler karşılıyor okuru. Karakterlerin uyumlanamama, başka bir zamanda ve düşlerde yaşama arzularına dair neler söylemek istersin?
"İlginç zamanda yaşayasın.", Çinlilerin bedduasıymış. Bir milyar Çinli bir ağızdan beddua etmiş olmalı ki ilginç zamanlarda yaşıyoruz. Hayatlarımız düşlerimize küçük geliyor, bu normaldir ama düşlerimizi ya da hayatlarımızı değiştirmek yerine yaşamadığımız hayatları yaşıyormuş gibi yapıyoruz. Sanal bir dünyada yaşıyoruz ve orada hepimiz çok ünlüyüz, çok güzeliz, çok okuyoruz, çok geziyoruz vesaire vesaire. Restoranda gurme, sergide koleksiyoner, yatakta... Neyse... Asgari ücretle çalışırken üç dört ayın alın teriyle aldığımız telefonla paylaşım yapıyoruz ve doğal olarak yaşadığımız dünyayla düşlediğimiz dünyayı bir türlü bütünleştiremiyoruz. Adam deniz kenarında bisiklete bindiği paylaşımı yaparken biz, sokağa çıkma yasağı var falan diyoruz; o da diyor ki sakin ol şampiyon, evimin (Ev dediği yalı elbette.) bahçesindeyim. Hayatımızın sınırı merkez parkıyken Central Park düşleri yüzünden depresyon kuyularına düşüyoruz. Düşlerinden kimse vazgeçmesin elbette ama gerçekleştirmek için yattığı yerden gözlerini kapatıp hayal kurmanın yetmediğini de öğrenmeliyiz artık.
Okurdan en çok ilgi gören öykülerden birinin kahramanı Serçe, evlatlık olmasının dışında şişmanlığını da hayallerinin önünde engel olarak görüyor. Güzellik faşizmi hakkında ne düşünüyorsun?
Bu sorunun cevabını öncekine bağlayabiliriz. Uzun süre görmediğimiz biriyle karşılaştığımızda ilk sözümüz "Kilo mu aldın sen?" oluyor. "Neler yapıyorsun, sağlığın yerinde mi, evdekiler nasıl..." değil. Kilo mu aldın sen? Bilerek ya da bilmeyerek karşımızdakini baskılıyoruz, elbette başkaları da bizi baskılıyor. Sürekli gözümüze sokulan ve dayatılan bir güzellik algısı var. Kızlarımız beli olmayan, oğullarımız kastanadam bebeklerle oynayarak büyüyor. Güzellik algısı olarak defalarca işlemden geçirilmiş sentetik insanları karşımıza çıkartıyorlar ama biz onları gerçek zannedip onlara benzemeye çalışıyoruz. 20’li yaşlarda botokslar, kaş kaldırmalar başlıyor; masada yediğini hemen tuvalete koşup kusuyor; bedeninden yani kendinden nefret ediyor gencecik insanlar. Güzellik faşizminin arkasında muazzam bir sektör var. On, yirmi sene önce yaşlanmayı geciktirme amaçlanırken artık sloganlar gençleştirme üzerine kurulu. Sürekli bir sahnedeyiz ve kendimize kendi gözümüzle değil, başkalarının gözüyle bakıyoruz. Güzelleşmeyi, kilo vermeyi dahi kendimiz için değil; başkalarının gözüne güzel görünmek için yapıyoruz. Öte yandan bu sadece duygusal anlamda işleyen bir düzen de değil, iş hayatındaki başarınızı da etkiliyor. Kariyer basamaklarından güzel olan hızla tırmanırken diğerlerini tık nefes bırakıyor. Yani güzellik faşizmi her tarafı kuşatmış, teslim olmamızı bekliyor. Ingeborg Bachmann, “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz; her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek terörle de başlamaz. İnsanlar arasındaki ilişkilerde başlar. Faşizm, erkekle kadın arasındaki ilişkide başlar.” demişti ya aradan geçen elli yılda faşizm sınırlarını daha da genişletti. Artık faşizm, kişinin kendine olan bakışında başlıyor. Teslim olmak yerine kendimizle barışarak, kendimizi severek karşı koyabiliriz diye düşünüyorum.
KÜNYE: Sakarmeke, Mehmet Fırat Pürselim, İthaki Yayınları, 2020, 165 Sayfa.