Var olmayan bir ada hakkında felsefi bir seyahat rehberi: Altın Çağ

Var olmayan bir ada hakkında felsefi bir seyahat rehberi: Altın Çağ

Her ütopya, kendi çağının toplumsal koşullarının bir eleştirisi niteliğindedir. Ütopik bir roman olarak Altın Çağ’ın temel eleştirisi 21.yüzyıla damgasını vuran sahiplenme, sahip olduğunu sergileme ihtiyacı ve insanın bitmeyen anlam arayışı…

Berna Metin

Çınar Yayınları geçen hafta 200.kitapları olarak Michal Ajvaz’ın Altın Çağ romanını yayınladıklarını sosyal medya hesaplarından duyurduğunda heyecan içinde bu özel kitabı incelemeye koyuldum. Öteki Şehir isimli kitabı Ayrıntı Yayınları tarafından dilimize çevrilen Michal Ajvaz, Borges’in eserlerinde kullandığı geleneğin devam ettiricisi olarak görülüyor, Calvino ile kıyaslanıyor ve fantazya edebiyatının en ünlü ve başarılı yazarı olarak eleştirmenlerin takdirini ve edebiyat ödüllerinin pek çoğunu kazanmış bir yazar olarak biliniyor.

Öteki Şehir’de okuruna görül(e)meyen öteki Prag’ı anlatan, hayaletler ve hayvanlarla konuşan, kütüphaneleri ormana, taş kaldırımları gizli geçitlere çeviren yazan Michal Ajvaz, pek çok övgü alan felsefi romanı Altın Çağ’da kim bilir neler yapmıştır diye düşündürmüştü beni. Bir Avrupalının Atlantik Okyanusu’ndaki tuhaf bir adada yaşadıklarını, “kitap içinde kitap” fikriyle anlatmak azımsanmayacak kadar ilginçti. “Kitap içinde kitap” fikrine biraz uzak dursam da büyük bir merakla okuduğum Altın Çağ, beni kesinlikle hayal kırıklığına uğratmadı.

Avrupalı bir erkeğin gözünden Atlantik Okyanusunda isimsiz- ya da ismi sürekli değişen- bir adanın tarihini, toplumunu, zaman algısını, âdetlerini, mimarisini, yemeklerini, kadın-erkek ilişkilerini detaylandırarak anlatan yazar, okuru var olmayan bir adaya hayran edebilecek başarıda.

Romanın ilk bölümlerinde ustaca anlatılan ada hayatı ve tarihi pek çok ayrıntısıyla bana Thomas More’un Ütopya’sını anımsattı. Bu her iki yokülke’de de para kullanılmıyordu ve ülke sakinleri “her şeyin herkese ait olduğu bu yerde, bütün ihtiyaçlarının karşılanacağından eminlerdi.”Bu iki anlatıyı tarihsel olarak ve yazılış amaçları bakımından kıyaslamak doğru olmasa da birini okuyanın aklına diğerinin düşmesi de kaçınılmaz.

Her ütopya, kendi çağının toplumsal koşullarının bir eleştirisi niteliğindedir. Ütopik bir roman olarak Altın Çağ’ın temel eleştirisi 21.yüzyıla damgasını vuran sahiplenme, sahip olduğunu sergileme ihtiyacı ve insanın bitmeyen anlam arayışı… Sözünü ettiğimiz sahiplenme, koruyucu kollayıcı bir tutum değil, parmakla gösterilen “o benim” sahiplenmesi. Avuçlarımızın içinde sıka sıka şeklini kaybettiğimiz, ellerimizde sadeceposası kalan bir sahiplenme. Bu “uydurma” seyahatnameye konu olan isimsiz ülkede sahiplenmek diye bir eylem yok. Evler, duvarlar, krallar, yemekler, tarihler gibi ada da sürekli değişiyor, bunlar kimsenin tekelinde değil. Ada sakinlerinin sabit bir ismi yok, tıpkı yüzyıllardır konuşulan dilin sözcüklerinin başına ve sonuna gelen eklerin sürekli değişmesi gibi. İsimlerin ve anlatılan tarihin durmadan değiştiği/dönüştüğü bu adada baştacı edilen şey ise kral değil; anlamsızlık.

“Adada anlamsızlık temel bir şey, neredeyse uygunsuz bir şey olarak görülüyordu ve adalılar anlamsızlığın içinde zevkin birçok tonu bulunduğunu düşünüyordu.”

Kralların sohbet masalarında tesadüfen seçildiği, yasaların kulaktan kulağa yayıldığı, zamanın dakikalarla hesaplanması yerine kokularla fark edilir olduğu -her saatin ayrı bir kokusu var, gecenin bir yarısı uyandığınızda burnunuza portakal kokusu geliyorsa saatin 3 olduğunu anlıyorsunuz- bu şairane adada evler de şelalelerin içine kurulu, böylece beton duvarlar yerine mahremiyetinizi sağlayan ve sizi görünmez kılan şey su perdeleri oluyor.

“…. Böyle sudan bir duvarı aşmak oldukça kolaydı, eve girmek isteyen herhangi bir davetsiz misafire engel olan tek şey kısa süreli bir ıslanmaydı. Fakat adada ne hırsızlık ne de cinayet diye bir şey vardı. Her ne kadar ahlaklılık ve insaniyet adalılar için bir şey ifade etmese de egolu olmaya da yabancıydılar ve açıkçası şeytanca işler yapamayacak kadar hülyalı ve tembellerdi.”

 

Yazar Michal Ajvaz, okura anlattığı bu adayı “umudun, korkunun ve anlamın bulunmadığı alan” diye özetliyor. Altın Çağ’ı var olmayan bir adanın seyahatnamesi olarak okusak da anlatıcının geçmiş zamanlarda dostlarından dinlediği öykülerin, hayalet tanrıların, sessizliğin ve lekenin hikâyesinin de tanığıyız aynı zamanda. Alfabedeki harflerin nesnelere dönüştüğü, hikâyelerin içinde kaybolduğumuz kadar var olmayan tabloların içinde de kaybolduğumuz bir romanAltın Çağ…  Kuş olabilen harflerin ya da harf olabilen tanrıların, lekenin yarattığı tarihin ve tarihin yarattığı dönüşümün anlatısı. Keyifli bir roman ve zihin açıcı felsefi bir anlatı okumak hevesinde olan okurların kitap listelerine Altın Çağ’ı eklemelerini tavsiye ediyor, Çınar Yayınları’na nice 200 kitaplar diliyorum. Son sözü söyleyen büyük yazar Michal Ajvaz olsun,

“Gösteriye hoş geldin, sevgili okur!”

 

KÜNYE: Altın Çağ, Michal Ajvaz, çeviren: Sevda Deniz Karali, Çınar Yayınları, Haziran 2020, 388 Sayfa

DAHA FAZLA