Utkan Adıyaman’ı doğum gününde anıyoruz: İyi ki doğdun Utkan!
Mayıs ayında zamansız biçimde kaybettiğimiz TİP Merkez Komitesi üyesi ve İşçi Bürosu Sekreteri Utkan Adıyaman’ın doğum günü olan 4 Ağustos’ta, Utkan yoldaşı sevgi ve özlemle anıyoruz.
04-08-2019 13:37

İleri Haber - Mayıs ayında zamansız biçimde kaybettiğimiz TİP Merkez Komitesi üyesi ve İşçi Bürosu Sekreteri Utkan Adıyaman’ın doğum günü olan 4 Ağustos’ta, Utkan yoldaşı sevgi ve özlemle anıyoruz.
İlk gençlik yıllarından bu yana devrimci hareketin militan kadrolarından olmuş, tüm enerjisini ve birikimini Türkiye işçi sınıfının mücadelesine, sosyalist devrim kavgasına hasretmiş olan Utkan Adıyaman, henüz lise yıllarında başladığı örgütlü mücadelesinde, hep yoksul mahallelerinde olmuş, Eğitim-Sen bünyesinde eğitim emekçilerinin örgütlenmesi için emek vermiş, işçiler başta olmak üzere emekçi halkın örgütlenmesi için hiçbir sorumluluktan kaçmamış örnek bir devrimci olarak tanındı.
Sadece insanları değil tüm doğayı ve canlıları kopmaz bir kardeşlik bağı ile seven Utkan Adıyaman’ın zamansız kaybı, başta ailesi olmak üzere tüm yoldaşlarını ve dostlarını, kendisini tanıyanları derin bir keder içinde bırakmıştı.
İleri Haber’e de haber ve yazı desteği sunmayı ihmal etmeyen Utkan Adıyaman’ın doğum günü için hazırladığımız dosyada ailesinin, yakınlarının, yoldaşlarının sözlerine yer veriyoruz. Aynı zamanda Utkan Adıyaman’ın İleri Haber’de yayınlanan bir makalesine de dosyamızdan ulaşabilirsiniz.
İleri Haber ailesi olarak Utkan Adıyaman’ı ve onun simgeleştirdiği mücadele anlayışını bir kez daha selamlıyor, doğum gününü kutluyoruz: İyi ki doğdun Utkan yoldaş!
Işıl Adıyaman yazdı | Utkan'ın gözleriyle...
"Bir tek çocuk bile gülebilecekse çıkın o duvarlarınızın ardından. Siz o yolda yürürken bir gün kolunuza gireceğim, Utkan’ın eli elinizi tutacak! Tekrar kesişecek yollarımız."
Selcan Adıyaman yazdı | Utkan; iki kuşağın birbirine sarılmış hali
"90’ların ‘feda kuşağı’nın, ölüm oruçlarında, Gazi barikatlarında ölümsüzleşen devrimcilerin yüzü suyu hürmetine güçlü bileği, kaya gibi bilinci ve kederli yüreği; 2000’lerin Gezi barikatlarının hep şakacı, hayalci, ayakları yere basmayan hafifliği... Türkiye devriminin iki kuşağının en güzel yerlerinden birbirine sarılmış halidir kardeşim."
Önder Engindeniz yazdı | İyi ki doğdun kardeşim...
"Ben doğada bu kadar mutlu olan başka birini tanımadım. İstanbul sınırlarından çıktığımız anda bambaşka bir adama dönüşürdü. Bir kuşun kanat çırpışından ya da bir derenin akışından müthiş̧ heyecan duyardı."
Tolga Volkan Aslan yazdı | Bir insan nedir ki?
"İşte benim kara gözlü kardeşim bir bahar esintisinin naifliği, bir tebessümün sıcaklığı, çocuk kadar saflığı ile yaşıyor. İşte benim kara gözlü kardeşim, elleri kolları bacakları ağrırken çocuklarına bakıp gülümseyerek sigarasını tüttüren işçinin umudunda yaşıyor."
Erkan Baş yazdı | Bizim Utkan...
"Devrimciliğin zorluklarını yaşamanın bir övünme, gururlanma konusu yapılmasını reddetti. Devrimciliğin kıstasının “sıradan insanların devrimcileştirilmesi” olarak yeniden tanımlanmasına uygun bir yaşam kurarken, kaçarak-korunarak değil cesaretle ve gerçeğin içinde yaşayarak devrimciliğin mümkün olduğunu gösterdi. Haklı çıkmanın değil yenilmeyi göze alan bir mücadeleci çizginin oluşumuna adandı. Bütün bunların sonunda bir devrimcinin yaşamına değdiği herkesin hayatında iz bırakabileceğini gösterdi."
Ferda Koç yazdı | Utkan'a dair...
"Kırk küsur yıldır kaybettiklerimi düşündüm. Fark ettim ki onları donmuş bir fotoğraf karesi olarak değil, bir jestle, bir hareketle, bir tartışmada kullandıkları bir sözle, yani hep yaşarken hatırlıyorum; onları düşündüğümüz an bizimle birlikte yaşama geri dönüyorlar da. Utkan da sevdikleriyle, onu sevenlerle, yoldaşlarıyla birlikte yeniden ve yeniden daha uzun yıllar yaşama geri dönecek, bizlere yaşama sevincini aktaracak, eminim bundan."
Dostları ve yoldaşları Utkan Adıyaman'ı anlatıyor
Mayıs ayında kaybettiğimiz Utkan Adıyaman'ı doğum gününde dostları ve yoldaşları anlatıyor.
Utkan Adıyaman yazdı | Gerçek sorunlarla yüzleşmek: İyi bir başlangıç
"Açıkçası bu karmaşık tabloda her bir başlıkta söz söylemeye, bir şeyler yapmaya çalışan bir sosyalist öznenin başarı şansı bulunmuyor. Yapılması gereken söylemimizi bir ana başlık altında toplayarak sadeleştirmek. Pratiğimizi de bu eksenle uyumlu olacak bir toplumsal kesime odaklamak."
İLGİLİ HABERLER
Işıl Adıyaman | Utkan'ın gözleriyle...
Bir tek çocuk bile gülebilecekse çıkın o duvarlarınızın ardından. Siz o yolda yürürken bir gün kolunuza gireceğim, Utkan’ın eli elinizi tutacak! Tekrar kesişecek yollarımız.
04-08-2019 13:24

Işıl Adıyaman
Ben yazarken 88, siz okurken 90. gün!
Utkan yok!!!
“Sensiz eksik olur ama zaten hep eksiğiz” dedi Önder, “Utkan’sız hiçbir şey tam olmasın zaten, her şey eksik kalsın” dedim! Lakin Adıyaman’ın 15 yıllık hayat arkadaşı olarak hepinize söylemem gereken birkaç önemli şey var.
Benim için hayat o arabada durdu! Ve yaşamak laneti asılı kaldı boynumda.
Ama Utkan demişti ki “kadının sesi bile titremedi Işıl”; değil sesimin titrememesi düşünceler ve sözcükler bile boğazımda takılı kalıyor hala. Bundandır zaten sesimin hiç çıkmaması. Lakin hepinizi temin ederim, Adıyaman’ın hayat arkadaşı olarak, her ne kadar 7 Mayıs günü o arabada bana da kamyon çarpmış ve henüz tek bir serum bile vermemiş de olsalar; işe gidip geliyor, çocuklarla ilgileniyorum, öncelikli vazifelerimin başındayım. Ve bilin, hepinize Utkan’ın gözleriyle bakıyorum.
Utkan’ı henüz 37 yaşında kaybettim. Kaybettik!!!
Oğlumuz 8 aylıktı, şimdi emekliyor. Ve şimdi o’nu tanıyan hepinizin çok ciddi bir sorumluluğu var!
Biliyorum, Utkan varken benim için bile hayat daha hafifti. Ve ancak, artık; Utkan’ı tanıyan hepimizin iyi ve adaletli olması, yani haksızlığa sesini çıkartması lazım. Öyle korunaklı köşelerinize saklanmadan!!!
Utkan’la bir kez el sıkışmış hepinizin çevresindeki herkese çok daha sıkı sarılması, hem de öyle hemen ilk tökezlemede gözden çıkarıp vazgeçmeden (biz ne kavgalar ettik de vazgeçmedik birbirimizden).
Utkan’la bir sofrada oturabilmiş hepinizin, çocuğumun payı diye bile düşünmeden tüm emekçilerle paylaşması lazım.
Utkan’ın bir kez bile kahkahayla güldüğünü gören hepinizin yaşam ne getirirse getirsin deyip, kolları yine emekten yine adaletten yana sıvaması ve öyle ikirciksiz işe koyulması lazım, orta yolculara ve tüm koltuk sevdalılarına rağmen.
Ve eğer Utkan’ın gözünden yaş aktığını bir defa bile gördüyseniz, her şeye rağmen yaşama tüm gücünüzle sarılmanız lazım; iyi, doğru ve adil olanın yanında durmaktan hiç kimse ve hiçbir şeye rağmen vazgeçmeden…
Ezber ve bilindikti: “Utkan’a sözümüz devrim olacak”. Şimdi hepiniz, hem de Utkan olmadan, kendi hayatlarınızın devrimini yapmaya hazır mısınız?
Utkan öldü!
Bu herhangi bir şey değil! Ya bir kıyamet alameti ya da çocuklarımız için hayalini kurduğumuz dünyayı getirecek olan kavganın alevi!
Ben henüz nefes alamıyorum, ama bilin hepinize Utkan’ın gözleriyle bakıyorum!
Mesleğine çok aşık öğretmenler olmak ve iyi insanlar yetiştirmek zorunda tüm öğretmen arkadaşları.
Kendi çocuklarını nasıl düşünüyorsa komşunun çocuğunu da öyle düşünmeli tüm öğrenci velileri.
Tuzla’da bir tırın kasasında çay içebilmeli ve kavgaya dört elle sarılmalı tüm çalışma arkadaşları.
Sinirlendiğinde nasıl gözünün döndüğünü en iyi ben biliyorsam, sinirlendiği şeylerde nasıl haklıydı yine ben biliyorum. Ne yaşamaktan, ne sevmekten ne de kavgadan vazgeçti.
Adını bile yoğun bakımdaki o inanılmaz günlerde öğrendiklerim dahil hepiniz; Utkan damarı yırtılmış, beyne giden tüm damarları kan dolmuş, kafa basıncı kalbini durdurmuşken bile tüm organlarıyla direnip, dayanıp o 6 insana can oldu!!!
Bir tek çocuk bile gülebilecekse çıkın o duvarlarınızın ardından.
Siz o yolda yürürken bir gün kolunuza gireceğim, Utkan’ın eli elinizi tutacak!
Hepinizi örgütlü mücadeleye çağırmıyorum! İyi yaptığınız şey kek pişirmekse onu yapın, ama mahallenin çocuklarıyla paylaşın.
Tekrar kesişecek yollarımız.
Selcan Adıyaman | Utkan; iki kuşağın birbirine sarılmış hali
90’ların ‘feda kuşağı’nın, ölüm oruçlarında, Gazi barikatlarında ölümsüzleşen devrimcilerin yüzü suyu hürmetine güçlü bileği, kaya gibi bilinci ve kederli yüreği; 2000’lerin Gezi barikatlarının hep şakacı, hayalci, ayakları yere basmayan hafifliği... Türkiye devriminin iki kuşağının en güzel yerlerinden birbirine sarılmış halidir kardeşim.
04-08-2019 13:19

Selcan Adıyaman
Canım kardeşim Utkan Adıyaman 4 Ağustos 1982 yılında Karadeniz Ereğli’de doğdu. Doğduğumuz, büyüdüğümüz kasaba Zonguldak’a bağlı bir sahil kasabasıdır. Ereğli Demir Çelik Fabrikası ilçemizin başlıca istihdam kaynağıdır ve dolayısıyla Ereğlili emekçiler ve ailelerinin gündelik yaşamları 80’ler ve 90’lar süresince azalarak da olsa politik, sosyal ve kültürel alanda örgütlü bir işçi sınıfı geleneğinin tesirinde yaşam bulmuştur.
Şimdilerdeki terk edilmiş virane hali bir yana demir çelik fabrikası işçilerinin aileleri için yapılmış olan lojmanlardaki gündelik yaşamımız sosyal ilişkiler bakımından küçük bir Sovyet kasabasındaki yaşamın silik bir minyatürüydü diyebiliriz.
2000’li yılların başına kadar dünya çelik üreticileri sırasında önemli bir yere sahip olan fabrikamızın lojmanlarındaki hayatımız ikimiz için de unutulmaz güzellikte anılarla dolu. Fabrika içinde süre giden sınıf mücadelesinin yaşamımıza kattığı devinim bizi biz yapan en önemli unsurdur. Lojman bünyesindeki mühendisler derneğinin, Göztepe lokantasının masalarında, oyun aralarımızda ilişerek yemek yiyen bizler sendikal mücadelenin, solculuğun, kavganın rakı sofralarında büyüdük. Fabrikanın her yıl ekim ayında işçilere dağıttığı çelik uçlu postallar, deri yünlü yelekler ve yeşil kalın parkalarımızla hep bir örnek okula giden onlarca çocuk düşünün; içlerinde bizim kara oğlanı…
İşte böyle bir ortamda Utkan 12 yaşındayken katıldı ilk politik eylemine: “Abla Bozhane’de Nazım Hikmet anması yapılacakmış gidelim mi?” Benim korkarak gitmediğim anmaya, hiç kimseyi tanımadıkları halde bir duvarda afişini görerek iki kafadar katıldılar. Döndüğünde “Keşke gelseydin abla Bozhane inledi” diyerek havasını atarak.
Utkan’la lojman hayatımızdan bahsederken hep aynı şeyi söyleriz: “Şaka maka da abla ne acayip insanlar çıktı oralardan. Sadece bizim oturduğumuz 2 blokluk YBD’lerden müzisyenler, bilim insanları, tüm düzenini yıkıp dünyayı gezen bir gezgin ve devrimciler yetişti, aslında kitabını yazmak lazım.”
Kavgamızın kenti İstanbul’a geldiğimizde ben 18 yaşımda, Utkan 15 yaşındaydı. İstanbul, Ereğli gibi küçük bir kasabadan sonra bizim için her anlamda kavgamızın kenti olmuştur. Göçen herkes gibi İstanbul’a alışmak, kendimizi var etmek için didindik desek yeridir.
Utkan’ın bilincinde Ereğli’deki sınıf mücadelesinde ekilen tohum İstanbul Vefa Lisesi’ndeki anti-faşist mücadeleyle sulanmıştır. 1998 yılının bir Kasım ayında evimize gelen telefonun başındaki ses anneme “oğlun için mezar seç” dediğinde küçücük bir sahil kasabasının korunaklı kıyılarındaki o naif çocuk Utkan 16 yaşında fişek gibi bir gençtir artık. Ertesi hafta Vefa’lı devrimci liseliler faşistlerin ‘reisini’ bir sokak arasında sıkıştırdığında tesadüfen oradan geçen Utkan’ın ‘reisin’ önüne geçip, “bu iş böyle olmaz; biz bu değiliz” diyerek küçük çapta bir linci engellemesi önemli bir süre faşistlerin geri çekilmesiyle sonuçlanmıştır.
Asıl olarak anti-faşist mücadeleyle geçen Vefa Lisesi yıllarında Utkan Ereğli’den heybesine yüklediği TKP geleneği ile buluşmuş, örgütlenmiştir. Liseden sonra İTÜ’yü kazanarak öğrenci hareketinin hücre hapishanelerine karşı direnişinde, İTÜ’de paralı eğitim uygulamalarına karşı yapılan çalışmalarda ön sıralarda yerini almıştır. Yemek zamlarına karşı İTÜ genelinde başlattığımız yemekhane boykotunun Maçka katılımının zayıf olduğu ilk günlerden birinde hiç öyle bir planımız olmamasına rağmen yemekhaneye girer girmez Ruhi Su’nun “Dinleyin Arkadaşlar” isimli türküsünü söylemeye başlayarak boykot kırıcılarının yedikleri lokmayı boğazlarında bırakmayı başarmıştır.
Bazen şimdi geldiğimiz noktayı da düşünerek hayatımızı bir filme benzetiyorum, İTÜ’de ben, Utkan ve Volkan’ın gündüzleri siyasi toplantılarda ayrı örgütlerin temsilcileri olarak birbirimizi yiyip; geceleri Beşiktaş’taki evimizde birlikte film izleyip gülmüşlüğümüz çoktur, hiddetli kavgaya devam ettiğimiz de tabii. İTÜ’den mezun olmamış, İstanbul Üniversitesi'ne devam etmiş, oradan mezun olup sınıf öğretmeni olmuştur.
Siyasi/örgütsel içeriği bir yana Utkan’ı belki de birçoğumuzdan ayıran en belirgin özelliği 17 yaşında bir gençken bile ‘abi ve abla şeflerine/yöneticilerine’ olan romantik bağa ya da ‘örgüt fetişizmine’ meyletmemesidir. Çok ve disiplinli okuyarak, Türkiye devrimci hareketinin tarihsel ilkelerini emniyet kemeri olarak takarak ve asıl önemlisi kavga içinde pişerek edindiği öz deneyiminin ışığında kendi siyasi yolunu örgütün kolektif bilinci haline getirme inadı Utkanca bir inattır. Bu inat Utkan’ın 17 yaşından itibaren devrimci mücadele saflarındaki varlığının sosyalizm kavgası içinde; nasıl bir siyasi çizgi kavgası ve nasıl bir Utkan kavgasıyla geçtiğini gösteren 20 yılının dinamiğidir.
Ayrıntı politik dedikoduları çöpe atalım: Utkan’ın 20 yılı; farklı birimlerde, farklı örgütlerde; (henüz 19 yaşındayken Türkiye siyasi tarihine çok anlamlı bir çaba olarak geçecek Sosyalist Siyaset isimli bir örgütün kurucu öznesi olma iradesini göstermiştir) “Türkiye devrimci hareketi küllerinden yeniden doğmamalı; yeni bir ateş yakılmalıdır”ın politik-pratik arayışıyla/kavgasıyla ve bu arayışa uygun bir kadronun uzun süredir okumuyorum deyip mesela iki ay kesintisiz Marksizm okuması yaparak, mesela sigarayı bırakmalıyım deyip onlarca kez her türlü yolu denemesiyle, mesela uzun süredir spor yapmıyorum deyip bir ay kesintisiz ağır sporlar yapma öz kavgasıyla geçmiştir. Utkan’ın kendisi ve devrimci mücadele için bitmek bilmeyen kavgası hiçbir zaman yıkıcı olmamış, her zaman onun kendine özgü muzipliği, sevecen öfkesi ve hayranlık uyandıran tutkulu hayalperestliğiyle tüm çevresi için ışıl ışıl parlamıştır.
Utkan’ı belki bir çoğumuzdan ayıran en belirgin özelliği statükoya olan nefretidir. Kendinde ve çevresinde çürümeye yüz tutmuş tüm ilişkileri reddetmesi onu çok yormuştur, doğrudur. Ama onu birçok örgütlü insandan farklı olarak yeniden ve yeniden doğurmuştur. Utkanca olan her zaman ‘doğru budur; ben bunu hayata geçireceğim’ olmuştur; hiçbir zaman ‘ben olmazsam bu iş olmaz/bu ekip dağılır/bu örgüt biter’ olmamıştır. Belki de Türkiye devrimci hareketinin artık ‘kader arkadaşlığına’ dönüşmüş merkezi ekiplerindeki ruh hali Utkan için ciddi bir öfke kaynağı olmuştur. Merkezi ekiplerde yer almayı reddetmesinin temelinde bu öfke yatmaktadır. Merkezi ekiplerde yer almaksızın, adını büyük puntolarla, vs. vs. sekreteri/başkanı unvanlarının arkasına koymaksızın o görevlerin gereğini yapmak ve ona uygun yaşamak O’nun kutup yıldızı olan erdemidir.
38. yaş gününde yan yana oturamadığım canım kardeşim; 90’ların ‘feda kuşağı’nın, ölüm oruçlarında, Gazi barikatlarında ölümsüzleşen devrimcilerin yüzü suyu hürmetine güçlü bileği, kaya gibi bilinci ve kederli yüreği; 2000’lerin Gezi barikatlarının hep şakacı, hayalci, ayakları yere basmayan hafifliği…
Arkasından bu kadar çok yanmamız bundandır; Türkiye devriminin iki kuşağının en güzel yerlerinden birbirine sarılmış halidir kardeşim; kardeşim diye demiyorum bilenler biliyor. Sizin de var mıdır bilmiyorum; farklı örgütlerde olup kendinizi bazı kendi yoldaşlarınızdan daha yakın hissettikleriniz. Utkan Adıyaman öyle bir sosyalisttir işte…
Devrimciler ölümle kol kola yürümeyi göze alan insanlardır, bu; ölümden korkmadıkları, onu kutsadıkları anlamına gelmez. Tam tersine, kavgaları daha iyi yaşamanın kavgasıdır. Eskiler bize ‘50’sine kadar yaşayan dava kaçkınıdır bizim zamanımızda’ derlerdi. Canım Utkan’ım bir sürü barikattan, 10 Ekim’den dönmüş; bu talihsizlikten dönememiştir. Canım Utkan’ım bizden ayrıldığı anda arabanın teybinde son zamanlarda en sevdiği türkülerden birini dinliyordu, masasında mutlaka okunması gereken bir kitabı açıktı, bilgisayarında mutlaka bitirilmesi gereken yazı vardı, aklında mutlaka hayata geçirilmesi gereken bir ‘proje’ vardı, cuma akşamı Merkez lokantasında mutlaka demlenerek konuşulması gereken bir konu, Ada’yla geçirilecek hafta sonu planı… Ölüm bir nefes arası ya, o nefese bunları sığdırabilerek ölmek… Ne kadar uzun yaşadığımızın bizi sevenler için bir önemi var, nasıl yaşadığımızın insanlığın tamamı için bir anlamı var. Hangisi mi daha değerli? İkisi de…
İşte şimdi bu yüzdendir; 90 gündür her sabah belki bir rüyadır diyerek uyandığım bu hayatta başımıza gelen bu felakete rağmen güzel kardeşim, var say ki demişler bana ‘hayatını yeniden kurgula, başka bir kardeşin olsun ve şu anda nefes almana bile izin vermeyen bu acıyı yaşama’. Bu teklife yanıtım, ‘ağızlarına kürekle vurmak' olur.
İyi ki doğdun benim kara ATSİNEĞİM!*
*Ethel Lilian Voynich'in Atsineği adlı romanına ithafen...
Önder Engindeniz | İyi ki doğdun kardeşim...
Ben doğada bu kadar mutlu olan başka birini tanımadım. İstanbul sınırlarından çıktığımız anda bambaşka bir adama dönüşürdü. Bir kuşun kanat çırpışından ya da bir derenin akışından müthiş̧ heyecan duyardı.
04-08-2019 13:13

Önder Engindeniz
Ne hoş̧ bir güzelliği vardır; hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin.
Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların. Onurlu bir yaşamı seçenlerin.
(Virginia Woolf)
Dostum, kardeşim, yoldaşım sevgili Utkan!
Biliyorum ne yazsam az, bir olmamışlık duygusu, dünyanın bütün dillerini bilsem yetmeyecek onu anlatmaya. Doğum günü kutlamalarından falan pek haz etmezdi ama bu vesilesiyle de olsa onu tanıma şansına erişememiş̧ ilerici, devrimci güzel insanlara özellikle de genç yoldaşlarına ondan söz etmeyi bir borç sayıyorum kendime.
Fotoğraflarımıza bakıyorum sık sık, dönüm dolaşıp hep aynı fotoğrafta takılıp kalıyorum. Bir sandaldayız, küreğin biri onda öteki bende. Ağva’da durgun akan nehirde akıntı yönünde kürek çektiğimizi fark etmeden ne yol almışız ama. Geri dönerken çok zorlanmış̧, akıntıya karşı tek başımıza kürek çekemeyeceğimizi anladığımızda da birlikte asılmıştık küreklere. Şimdi, akıntıya karşı elimde tek kürek kala kalmış̧ gibi hissediyorum.
İnsanın zorlandığı anda hemen yanına oturup bir küreği eline alacak bir yoldaşı olması ne güzel şey!
İş, aile, devrimci mücadele en az üç karpuz taşıyoruz bir koltuğumuzda, derdik. Bir nefes almak, tazelenmek, kendimizi dinlemek isterdik arada. “Yorulduk, bir yerlere kaçalım” demek için hangimiz arasak ötekimiz “ben de seni arayacaktım bunun için” derdi. İşi gücü hal yoluna koyup bir gecelik de olsa bir kamp yeri bakardık hemen. Ben doğada bu kadar mutlu olan başka birini tanımadım. İstanbul sınırlarından çıktığımız anda bambaşka bir adama dönüşürdü. Bir kuşun kanat çırpışından ya da bir derenin akışından müthiş̧ heyecan duyardı. Bir keresinde, daha yoldayken gökyüzünde gördüğü bir şahine bakarken kaza yapıyorduk az daha. Kampta akşam olduğunda sadece yerken sohbet ederdik, sonra ateşe bakıp saatlerce susardık. Gecenin karanlığında birbirimizden güç alarak kendimize karşı daha cesur olabiliyorduk galiba.
Ertesi gün en az on beş̧ kilometre yürümezsek kamp yapmış̧ saymazdık kendimizi. Sıfırlanmış̧, tazelenmiş̧ olarak daha güçlü dönerdik yaşam kavgasına.
İnsanın çıktığı yolculuktan tazelenip dönebileceği sağlam bir yol arkadaşı olması ne güzel şey!
Her dönem mutlaka bir ya da iki özel durumu olan öğrencisi olurdu okulunda. Her görüşmemizin bir bölümünde bu öğrencilerinden mutlaka bahsederdi. Hem öyle öğretmen gibi falan da değil, son derece doğal, son derece duygusal. Ne zaman, bırakıp başka iş mi yapsak desem bana öğretmenliği öyle bir över, öyle bir överdi ki şevke gelirdim yeniden.
Kötü haberi almamdan iki gün önceydi, oğlumun ilk yaş gününe gelmişlerdi ailece. On dakika zor tutabildik. “Çocukların satranç turnuvası var, bir gidip geleceğim” deyip çıkmıştı. Gelmedi. Çocuklarına haksızlık yapılmış̧, bu yüzden tartışmış̧ ve turnuva uzadığı için de gelememiş̧ meğer. Utkan her yerde Utkan’dı!
Öğretmenlik kutsal derler ya bazıları, mesleğe girdim gireli hiç inanmadım ben bu lafa, ama çocukları Utkan gibi seven, Utkan gibi dert eden her insan kutsal sayılabilir bence.
İnsanın onun gibi örnek alacağı bir meslektaşı olması ne güzel şey!
Tanıdığım en güzel baba Utkan’dı şüphesiz. “Çocuk yapmak konusunda acelem yok” derdim, “e niye evlendin birlikte yaşasaydın” derdi karşılığında. Bildiğin baskı yapardı insanlara. Çocuk yapma kararımda baskısı pek etkili olmadı belki ama, Ada’yla olan harika ilişkisi beni çok özendirdi baba olmaya. Hatta kızım olsun istedim, en çok bu yüzden. Kızını, ailesini ben böyle seven, böyle ilgilenen kimseyi tanımadım hayatımda. Bir çok şeyi aynı anda yapmaya çalışırken zorlanır, çatışmalar yaşardı bazen ama o hiç vazgeçmezdi sevdiklerinden.
Sevgisizleşen, yabancılaşan bu dünyada insanın böyle güzel seven bir dostu olması ne güzel şey!
Bir keresinde arayıp, “acilen konuşmamız lazım hoca” demişti gene. Yarım saat sonra buluştuğumuzda, örgütle ilgili yeni fikrini gerçekleştirmek için pilav arabasında pilav satma projesini açmıştı heyecanla. “Böyle bir ülkede yirmi yıldır mücadele ediyorsun ama on altı yaşında liseli bir devrimci gibi heyecanlısın hala, hayranım sana” demiştim. Ergenlik esprileri yapıp ne gülmüştük ama.
Bilenler bilir uzun örgütlü yaşamın getirdiği alışkanlıklar-körlükler olur bazı devrimcilerde ama o her zaman heyecanlı, her zaman arayışçı bir devrimciydi. Onun arayışı hep emekçi mahallerindeydi. Geçmişte İstanbul’un çeşitli emekçi mahallerinde önemli çalışmalar yaptığını, birçok işin üstesinden geldiğini duymuştum.
Gezi Direnişi’nde kesişti yolumuz, hiç ayrılmadık sonra, iyi dost, iyi yoldaş̧ olduk. Gezi’nin hemen ertesinde, solda bölünmeler nedeniyle morallerin bozuk olduğu bir dönemde alanımıza odaklandık biz. Utkan’ın öncülüğünde Çekmeköy Dayanışma Derneği ve Sarıgazi Gezi Kültürevi’nin kuruluşunu hayata geçirdik. Tartışmalarımız geliyor aklıma, genelde politik olarak aynı pratik konularda farklılaşır ama sonunda ortaklaşırdık mutlaka. Ortalamacılıktan uzak, net, dosdoğru yapardı eleştirisini. Eğer onunla net tartışmaz, “aslında bende senin gibi düşünüyorum ama...” falan derseniz, keser; “hayır, bak sen benim gibi düşünmüyorsun” derdi sertçe.
Kızamazdınız ona, çünkü bilirdiniz, size söylediği sözlerden kırılırsanız o daha çok üzülecekti sonra.
İnsanın eğip bükmeden, inandığı gibi söyleyen, söylediğinin de arkasında duran samimi bir yoldaşı olması ne güzel şey!
Eğer bir tatsızlık yoktuysa, Utkan’la rakı içtiğimde sonraki güne müthiş̧ bir enerjiyle uyanırdım. Siparişi vermesinden, kadehi doldurmasına, sohbetinden ‘kalem’ ve kahveyle yapılan finaline kadar kutsal bir arınma töreni sayılırdı onunla içmek. Mutluysa herkes onun gibi mutlu olsun ister, sevdiği şeyleri tatlı bir inatla herkese yaptırmaya çalışırdı. Teraslı bir evde oturdular uzun süre, orada rakı içeceğimiz zaman mutlaka ateş̧ yakardı. Öyle mutlu olurdu ki, “şu odun kokusunun parfümü olsa valla alır sürerim” derdi. Ben böyle mutlu, böyle dertli adam görmedim hayatımda. Herkese üzülür, herkesin derdini kendi derdi sayardı, ama sevdiği şeyleri yaparken de dünyanın en mutlu adamı o olurdu. Dolu dolu yaşadı, dolu dolu kapladı hayatlarımızı. Arkasında koca bir boşluk bıraktı.
Sevdiği bir türküde diyordu ya, “geçtim dünya üzerinden ömür bir nefes derinden...”
Çok ama çok erkendi, yarım kaldık, daha yapacak ne çok şey vardı oysa.
En son içtiğimiz akşamı unutamıyorum. Mekandan çıktığımızda “gel lan sana bi sarılayım” deyip, sonra da “iyi ki varsın” demişti. Bunu ilk kez yapmıyordu ama şimdi düşündüğümde başkaydı sanki; “ne güzel veda etmiş̧” bana diyorum. Ah Utkan, sen iyi ki varsın.
Ada’yla, Ali Aslan’la, Işıl’la, Selcan’la, Güner teyzeyle, mücadelenle, dostlarınla, yoldaşlarınla ve yetiştirdiğin pırıl pırıl öğrencilerinle varsın.
Şimdi, büyük yokluğunda hep birlikte asılacağız küreklere, inandığın hiç bir şey yarım kalmasın diye.
Sevgiyle hasretle...
İyi ki doğdun canım kardeşim.
Tolga Volkan Aslan | Bir insan nedir ki?
İşte benim kara gözlü kardeşim bir bahar esintisinin naifliği, bir tebessümün sıcaklığı, çocuk kadar saflığı ile yaşıyor. İşte benim kara gözlü kardeşim, elleri kolları bacakları ağrırken çocuklarına bakıp gülümseyerek sigarasını tüttüren işçinin umudunda yaşıyor.
04-08-2019 13:05

Tolga Volkan Aslan
Karanfillerin ortasında ve yoldaşlarının omuz başlarında bir hoşça kal tebessümü ile kara gözlerinde yeniden başlıyordu yüzyıllardır adını değişik dillerde haykırdığımız kavga...
“Bir insan nedir ki?” diyordu bir şarkıda; evet, bir insan nedir ki?
İnsanı insan olmaktan çıkaran başkalaştıran şeyler var hayatta.
Adını dillere dolayan, nesillere aktaran, aynı anda binlerce kalpten geçmesini sağlayan...
Yaşadığın kadar değil, yaptıkların kadar seni yaşatan...
İşte benim kara gözlü kardeşim bir bahar esintisinin naifliği, bir tebessümün sıcaklığı, çocuk kadar saflığı ile yaşıyor.
İşte benim kara gözlü kardeşim, elleri kolları bacakları ağrırken çocuklarına bakıp gülümseyerek sigarasını tüttüren işçinin umudunda yaşıyor.
İlk defa yumruğunu havaya kaldıran, baştan aşağı vücudu titreyen genç kardeşlerinin heyecanında yaşıyor.
Kara gözlüm Roboski’de, Suruç’ta , Ankara’da bir halka layık görülmüş lanete karşı bileylenen öfkede yaşıyor.
Dağların esintisi, kuşların ötüşü, denizin dalgası, yani dünyayı var eden her şeyin bir parçası olarak yaşıyor.
Öğretmendi, küçücük çocukların sınıfından, işçi sınıfına haykıran soluğundan yarınları doğuran...
Yoldaştı, sıcaklığıyla saran heyecanı ile ayaklandıran, gece gündüz aklında o güzel günlerin hayali ile yaşayan...
Arkadaştı, en hiddetli anında bile sımsıcak sarılan, sımsıcak bakan, hep dayandığın omuz başıydı...
Babaydı, kardeşti, evlattı Utkan, sevgiliydi, devrimciydi...
Utkan’da her şey gerçekti; vedası hariç...
Hariç çünkü yaşıyor.
38. yaş gününde eline kalemi alıp tahtaya geçiyor. Ve yazıyor hayat dediğin her yere;
Adım Utkan
Adım hayat
Adım umut
Adım çocuk
Adım direniş
Ey en sevdiğimiz türkünün telli turnası, selam götür kara gözlü kardeşime.
Doğum günün kutlu olsun.
Erkan Baş | Bizim Utkan...
Devrimciliğin zorluklarını yaşamanın bir övünme, gururlanma konusu yapılmasını reddetti. Devrimciliğin kıstasının “sıradan insanların devrimcileştirilmesi” olarak yeniden tanımlanmasına uygun bir yaşam kurarken, kaçarak-korunarak değil cesaretle ve gerçeğin içinde yaşayarak devrimciliğin mümkün olduğunu gösterdi. Haklı çıkmanın değil yenilmeyi göze alan bir mücadeleci çizginin oluşumuna adandı. Bütün bunların sonunda bir devrimcinin yaşamına değdiği herkesin hayatında iz bırakabileceğini gösterdi.
04-08-2019 13:01

Erkan Baş
Herkesin kendini kahraman gördüğü, her an sosyal medyada “tt” olabileceğiniz veya bir anda milyonlarca dolarlık servete ya da milyonlarca insanın sevgisine ulaşacak ancak kısa süre sonra yine yapayalnız kalacağınız garip bir dönemden geçiyoruz.
Böylesi bir tarihsel kesitte çoğu insanın adını bile bilmediği gerçek bir isimsiz kahraman sessizce ayrıldı aramızdan…
Belki adını en fazla aramızdan ayrılırken duyduğunuz TİP Merkez Komitesi üyesi Utkan Adıyaman, yine ülkemizin karanlık bir döneminin 1982’nin 4 Ağustos günü doğmuş.
Bugün onun doğum günü, canım yoldaşımın doğum gününü kutlarken onunla ilgili bir kaç satır yazmak ve çağımızın kahramanının bizdeki görüntüsüne dair kimi kareleri sizlerle paylaşmak istedim.
Tümünü yazmak gerçekten mümkün değil ama Utkan yaptıklarıyla bıraktığı kimi izlerle bizi biz eden özellikleri kazanmamızı sağladı ve bunların önemli ölçüde Utkan’ın imzasının taşıdığını bilin isterim. Bunlardan bir kaçını yazmaya çalışacağım.
Başlarken bir not düşeyim, yazacaklarımın bir kısmı belki çok fazla sadece bize dair görülebilir. Ancak Utkan’ın en önemli özelliklerinden birisi, esas olarak “biz” için yaşarken hiç bir şeyi dar anlamıyla “biz” için yapmaması, daha önemlisi yaşamını “biz” ile Türkiye işçi sınıfı arasındaki mesafeyi kapatmaya adamasıydı.
Onu uğurlarken söylemeye çalışmıştım, geniş kamuoyu TİP’i görür bilir, TİP’i kamuoyunda temsil eden isimler biraz bilinir ama şimdi herkes bilsin ki, bizi biz yapan en önemli insanlarımızdan birisi Utkan Adıyaman’dır.
TİP, biraz da Utkan’da cisimleşen devrimciliğin örgütlü hale gelmesi için girişilmiş bir çabadır.
Şunu açıklıkla söylemem lazım, bütün güzelliklerimiz, hani bazen takdir edilen devrimciliğimiz, özverimiz, cesaretimiz, işçi sınıfına yönelişimiz, Türkiye Sosyalist Hareketi’ne kattığımız ne varsa, hepsinde mutlaka Utkan’ın emeği, aklı, bilinçli katkısı var.
Devrimciliği yeryüzüne indirdi!
Devrimciliği yeryüzünde yüceltti de diyebiliriz.
Türkiye solunun özellikle yakın geçmişteki duruşu esas olarak bir “direnme” mücadelesidir. Rüzgarın karşıdan ve sert estiği, rüzgara savrulup dağılmanın olağanlaştığı bir dönemde direnme iradesi devrimciliğin birincil kıstasıydı. Utkan da direnenlerdendi.
Fakat bu direniş çizgisi bir süre sonra dar alanlarda yaşamaya alışma ve kendini fazlasıyla özel hissetme gibi olumsuz sayılabilecek kimliklerin, duruşların doğmasına neden olurken bunu reddedenlerin öncülüğünü yapanlardan birisi oldu.
Devrimciliğin zorluklarını yaşamanın bir övünme, gururlanma konusu yapılmasını reddetti. Devrimciliğin kıstasının “sıradan insanların devrimcileştirilmesi” olarak yeniden tanımlanmasına uygun bir yaşam kurarken, kaçarak-korunarak değil cesaretle ve gerçeğin içinde yaşayarak devrimciliğin mümkün olduğunu gösterdi.
Haklı çıkmanın değil yenilmeyi göze alan bir mücadeleci çizginin oluşumuna adandı.
Bütün bunların sonunda bir devrimcinin yaşamına değdiği herkesin hayatında iz bırakabileceğini gösterdi.
Gülerek yeniden başlama cesareti
Devrimcilik üstün insanların, “yukarıların” bir kimliği olmaktan çıkıp hayatın içinde üretildikçe, gerçeğin zorlu sınavlarından geçmek zorundadır. Gerçek zorlayıcıdır. Kırar, yorar, yıpratır, zorlar; hepsini yaşadı Utkan.
En severek dinlediği şarkılardan birisinin sözlerinin “kavganın ortasında yapayalnız kalsan da…” olması elbette tesadüf değil. En az bir kaç kez böyle hissettiğine şahidiz, fakat şarkıyı yarım bırakmadı, yılgınlığa kapılmadı, köreltmedi yüreğini.
Şimdi bu satırları yazarken böylesi günlerde yaptığımız iki sohbeti hatırlıyorum. Durum bana göre berbattı, “5. günün şafağında doğuya bak gerisini düşünme” demişti (tabi ben meseleyi anlamamıştım ama bu da keyifle anlatmasına vesile olmuştu). Diğerinde ise bu sefer ağır bir yenilgi sonrası ne yapacağımıza dair yine derinlere dalmışken çok daha basit bir öneriyle son verdi tartışmaya “çay demle, yeniden başlıyoruz”.
Her ikisinde de kahkahalarla yeniden başladık.
Utkan yeniden başlamak cesareti verendi.
Gerçekçi ama romantik bir devrimcilik
İnsana ve insan ilişkilerine değer vermenin vücut bulmuş haliydi Utkan. Hayatının her anında dayanışmacı, paylaşımcı ve kendini devrime adamış romantik bir devrimciydi dersek gerçekçiliğini daha iyi anlatabiliriz.
Utkan’ın devrimci romantizmi, bizim bütün süreçlerimizde bir pusula gibi çalıştı. En kötü zamanlarda devrim hayalleri kurabilmek ve hayal edebildiğin ölçüde gerçekçi olabilmek onun bize kazandırdığı önemli bir özellikti. En küçük bir gelişmeyle koskoca bir yangına dönen hiç sönmeyen bir devrimci coşku, heyecan ve tutkuyla devrimin güncelliğine inanma ve her gün “devrim yapma” iddiasıyla görevden göreve koşturma iradesiyle yaşadı.
Özel bir dönemin, fedakar bir devrimci kuşağın parçası, bin bir özel durumun ürünü olarak yetişmiş, gericilik döneminin inatçı genç bir devrimcisiydi. Buzkıran, yol açan defalarca düşen, kırılan ve yeniden başlayan bir devrimcilikti Utkan’da cisimleşen. Tüm bunlara rağmen yoldaş dediğiyle hesapsız ilişki kurmakta ısrar eden, kent merkezlerine sıkışan devrimciliğe isyan edip yoksul-emekçi mahallelere giderek en çok nerede ihtiyaç var diye sora sora yol arayıp bulan bir devrimcilik… Gerektiğini gördüğünde en önde koşan, barikat başında lider olan ama her durumda çocuklara dokunan, kitabı bisikleti olmayan çocuklara dokunmayı da bilen, geleceği kazanmak için günü yaşayan bir devrimcilik.
Ölüm bize uzak mıydı?
Bizim kuşak için kapitalizm, “hızlı yaşayıp genç öl” ve “en önemlisi senin hayatın, gerisi boş” olarak özetlenecek ama ikisi de esas olarak amaçsızlıkta birleşen yaşam tarzı seçeneklerini sundu diyebiliriz. Böylesi bir dönemde dünyanın değiştirilebileceğine inanan ve bunun için kendini de dönüştüren devrimci bir kimliğin, hele bunun örgütlenmesinin çok kolay olmadığını söylediğimizde bunun bir övünme olarak görülmemesini beklememize lütfen hak verin.
90’lı yıllar gibi solda bile sözde bireyciliğin, bencilliğin, inançsızlığın hüküm sürdüğü bir kesitte, 12 Eylül bataklığından çıkmış bir ülke gerçekliğiyle hesaplaşmış bir devrimcilikten söz ediyoruz.
90’lı yıllarda devrimciliğe ilk adımlarımızı atarken hepimizin öğretmenlerinden birisi Deniz Gezmiş’ti…
Onun “24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum” cümlesi biraz da çocukça ama bizlerin de en fazla o kadar yaşayacağımıza inanmamıza neden olmuştu. Yaşlarımız 25, 26, 27 diye ilerlerken biraz şaşkın, biraz mahcup, biraz tam ne yaptığını bilemez bir halimiz vardı. Hayatımızın içinde bayağı bayağı “normal hayat”a benzer yanların oluşmasını şaşkınlık ve hüzünle karşılayıp sonra önce biraz dalgaya vurur, en sonunda da madem hala yaşıyoruz o zaman yapmamız gerekenleri daha iyi yapmaya çalışmak zorundayıza bağlar, sorumluluklarımızı daha büyük ciddiyetle tarif ederek devam etmeye karar verirdik.
Bu noktada geldiğimiz aşamanın hiç hayal etmediğimiz gibi olduğunu itiraf etmem lazım ama nihayetinde Utkan yine Deniz’i haklı çıkardı. “İnsanlar doğar, büyür, yaşar ve ölürler… Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde, fazla şeyler yapabilmektir.”
Utkan bunu yaptı.
İyi ki doğdun yoldaş!
İyi ki doğdu, iyi ki tanıdık, iyi ki acı tatlı pek çok şeyi birlikte yaşadık.
Düşünsenize milyonlarca insan Utkan’ın artık aramızda olmadığını bile bilmiyor, bir kısım dostumuz, arkadaşımız o kahrolası günden sonra tanıştı Utkan ile...
Biz, biz ise şimdi onlara göre büyük bir acı yaşıyor olmamıza rağmen son derece gururluyuz.
Söz konusu insan olduğunda pek çok rezilliğin yazıldığı bir tarih kesitindeyiz. Bu çağda, sadece böylesine önemli birisiyle, kelimenin gerçek anlamıyla bir “kahraman” ile yoldaşlık etmiş olmanın gururunu yaşattığı için bile iyi ki doğdu Utkan!
Sadece bize yaşattığı mutluluklar, dostluğu, yoldaşlığı hatta sadece onu tanıdığımız için hayata çok şey borçlu olduğumuz bir yoldaşımız Utkan.
Çok, tarif edilemeyecek kadar büyük acılar içindeyiz ama gururluyuz, çok şanslıyız biz, bu çağın en şanslı insanlarıyız Utkan ile tanıştık, Utkan ile yaşadık, birlikte dövüştük.
Son nefesimize kadar işçi sınıfının, yoksul halkın mücadelesine katkı koyacağız diye çıktığımız bu yolda Utkan bunu yapabileceğimizi gösterdi.
Şimdi, hepimiz Utkan gibi olmaya çalışacağız!
Dostları ve yoldaşları Utkan Adıyaman'ı anlatıyor
Mayıs ayında kaybettiğimiz Utkan Adıyaman'ı doğum gününde dostları ve yoldaşları anlatıyor.
04-08-2019 12:50

İleri Haber - Bugün TİP Merkez Komitesi üyesi ve İşçi Bürosu Sekreteri Utkan Adıyaman'ın doğum günü. Zamansız biçimde aramızdan ayrılan Utkan Adıyaman'ın doğum gününü kutlayan dostları ve yoldaşları düşüncelerini paylaştı.
Çocukluk arkadaşlarından meslektaşlarına, yoldaşlarından komşularına kadar birçok yakınının katkıda bulunduğu kutlama mesajlarını İleri Haber okurlarıyla paylaşıyoruz.
Özgür Urfa
Tam 20 yıl olmuş tanışalı Utkan’la ve sosyalizm mücadelesiyle. Lise sıralarında gencecik insanlardık henüz yoldaşlığa başlayalı. Abecesini onunla okumuştum sosyalizmin, ilk kez. Ve sonra daha nicelerini. İlk eylemimizi lise sıralarında okulda yapmıştık hep beraber. 1 Mayıs'ın "tatil" olmadığı yıllarda okulu kırarak giderdik kızıl bayraklarımızla yürüyüşlere.
O yıllardan bugünlere neredeyse hiç ayrılmadan yoldaşlık edebildik birbirimize. Ne mutlu ki, bugün ne biliyorsam mücadeleye dair birçoğunu Utkan’la öğrendim, Utkan'dan öğrendim.
Birlikte yürüdük hep inandığımız güzel günler için. Biz belki birlikte göremedik ama gözün arkada kalmasın, Ayşe Ada ve Ali Aslan tutacak Barış'ın ellerinden ve bizim yerimize de selamlayacaklar doğacak kızıl güneşi hep beraber
Hüseyin Ağçal
Yoldaş kelimesinin en çok anlamını bulduğu kişidir Utkan Adıyaman.
Düşünsel anlamda ürettiği fikirleri sonuna kadar savunur ve hayata geçmesi için herkesten çok emek verirdi.
Yanında bir kişi mücadeleden geri düşse her şeyi bırakıp onunla can cana vermezse uyuyamayacak kadar yoldaş, moralin bozukken aradığında “hemen görüşmemiz lazım” diyecek bir arkadaştı.
Dostluğun, arkadaşlığın ve yoldaşlığın vücut bulduğu ender insanlardan biridir, Utkan.
Lisedeki heyecanlı halinden, depremden sonra Yalova’da yardım çadırındaki büyümüş haline üç ayda geçmişti. Üniversitede üretkenliği ve örgütçülüğüyle sivrilmesi, okulu bırakıp tekrar sınava girmesi, arada temizlik işçilerinin örgütlenmesi için Hilton otelinde çalışmaya başlaması, iki ay sonra İstanbul Üniversitesi Eğitim Fakültesi’ni kazanması, hayatın hızlı akması mı yoksa Utkan’ın koşması mıydı?
Genç yaşta okuyan, üreten ve öğreten bir ulu çınar olmayı başarmış insandı Utkan.
Gülşah Durmaz
Canım dostum Utkan’ım. Sana olan duygularımı ifade etmek için ne yazsam yetersiz kalacak biliyorum. Seninle geçirdiğim zamanlar çok anlamlı çok değerliydi. İyi ki seni tanıma fırsatı bulan şanslı kişilerden biriyim. Her daim kalbimdesin. Seni çok seviyorum.
Erkan Altuner
Ne yaz sıcağı, ne iş yorgunluğu...
Güzel bir insanın, vefalı bir dostun, samimi ve yürekli bir yoldaşın ardından yazmanın ağırlığı altında eziliyor bedenim, aklım ve yüreğim. Ne çare ki yazılacak. Süslü kapaklı kitaplardaki afili cümleler gibi değil, çalakalem, hiç çekinmeden berbat yazımla kenara iliştirilmiş notlar gibi hayatın içinden sesleniyorum Utkan, sana. Az acı yaşadım senin yokluğun gibi, az çaresiz kaldım sana hastanede veda ederkenki gibi, hayatımda çok az "şimdi ne yapacağım" diye sordum kendime çark başağı tabutuna iliştirirken... Kim aklımız karıştığında her şeyi yerli yerine koyacak, kim kavganın ortasında yürek gıdası olacak, kim umutsuzluğa meydan okuyacak senin gibi. Daha yıldıramamıştın anlata anlata Ereğli'yi, köyünü, deresini, ovasını, taşını, tarlasını. Ne çok severdin anlatmayı oysa. Sayende gitmeden oralı olduk.
Tek güzel bir şey var: Hayatımızdan geçmenin mutluluğunu yaşıyorum. Hani doğum günümde bana gönderdiğin şiir vardı ya, ben hep şurasına ağlıyorum...
"ikimiz iki dağdan
iki hırçın su gibi
akıp gelmiştik
buluşmuştuk bir kavşakta
unutmuştuk ayrılığı
yok saymıştık özlemeyi
şarkımıza dalmıştık
mutluluk mavi çocuk
oynardı bahçemizde..."
Doğum günün kutlu olsun yoldaş...
Kutsal Hasan Çoğal
Şu anda yaşadığımız her an, yaptığımız her şey aklımdan geçiyor.
O'nunla en son 1 Mayıs dönüşünde Sarıgazi merkezde görüştük. Tokalaştık, öpüştük ve ayrıldık. Tabi sonradan değerlendirmek üzere. Değerlendiremedik.
1 Mayıs'tan 2 gün önce telefonla konuştuğumuzda "senin çevren geniş, bir silkele de sayı artsın, gözünü seveyim Hasan" dediğini harfi harfine, O'nun sesiyle hatırlıyorum.
Sarıgazi'de ne yaptıysak birlikte yaptık, ne yapamadıysak birlikte yapamadık. Bunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum.
Mücadelenin geleceğine dair, bu geleceğin örgütlenmesinin örgütüne dair fikirlerini biliyorum. Hemen hemen aynı düşünüyorduk, bu düşünceleri şekillendirmemde katkısı büyük oldu.
Benim için en acısı ise; neredeyse 5 sene her an birlikte, aynı semtte, aynı birimde olmamıza, birçok şeyi birlikte göğüsleyip, birlikte yenilip birlikte kazanmamıza rağmen hiçbir şey yapmamışçasına eksik hissetmem.
Bu eksik hissediş her an benimle olacak gibi geliyor. Tıpkı Utkan Hocadan yaşam ve mücadele adına öğrendiğim her şey gibi.
Çok uzatmadan son bir cümle: O'nu her haliyle, yaşamımın her alanında özleyeceğimi biliyorum
Battal Pekgüzel
Aldığın görev sorumluluğunu ve kararlılığını bundan 4 yıl önce gece yarısı Çekmeköy'de “abi şu dernek için acil bu akşam yer bulmamız gerekiyor” deyişini hiç unutmuyorum ve o akşam da bulmuştuk
Mehmet Adıgüzel
Utkan yoldaşı anlatmak... Utkan birçok özelliğinin yanında bende başarı odaklı yaşam anlayışı olarak özetleniyor. Tanımaktan mutluyum; çaresizce kaybetmek çok acı verdi.
Unutmayacağız, unutturmayacağız. Bir yanıyla artık Çekmeköylü oldu diyerek bitireyim.
Erdoğan Tunç
Utkan birlikte geçirdiğimiz her bir zaman diliminin bir anıya dönüştüğü nadir dostlardan biriydi. Bu tamamen onun sıra dışı hayat enerjisi ve çok renkliliğiyle ilgiliydi. Tanıştığımızda saatlerce dinlemekten bıkmadığı bir şarkısı vardı. O şarkıyı dostlarının dinlemesi için çok dil dökmüş, sonunda çok sevdiği şarkıya yeni taraftarlar bulmayı başarmıştı. Bir gün yeni okuduğu bir romanı heyecanla önermiş, 1 yıl önce okuduğumu söyleyince de ona önermediğim için sitem etmişti.
Hayattan tat aldığı her şeyi sevdikleriyle paylaşmak onun için büyük mutluluktu. Bir hikayeyi, bir kurgusunu paylaşırken sizin önerilerinizi çok önemser, her bir öneriyi hikayesine ekledikçe heyecanı ve mutluluğu katlanırdı. “Tamam, bu iş oldu” sözü ile herkesi bu heyecana ortak ederdi. Kah sizden bir öneri alırken, kah bir sıkıntınızı sorarken, kah keşfettiği yeni bir dünyayı sizinle paylaşırken dostluğunuzun o anda nasıl pekiştiğini hissederdiniz. Ortak bir tanıdığa denk geldiğimde onunla çok yakın arkadaşız demenin övüncünü duyardım. Bu yönleriyle gelecekten dünyamıza gönderilen bir elçi gibiydi. Ve gelecekte bir yerde, insanların özgürce yaşayacağı bir dünyada bizi bekliyor olacak.
Çetin Kılıç
Adı: YAMAN
Bugün 4 Ağustos. Utkan kardeşimin doğum günü. “Birkaç bir şey yazar mısın sen de?” dediler. Önce burkuldum, içimi bir acı sardı, sonra gelip yüreğime çöktü. Oturdum ağladım çocuk gibi.
Nasıl olacaktı ki, nasıl sığdırabilirdim ki kardeşimi bir kaç cümleye. Roman yazsam kardeşliği bir cilt, yoldaşlığı bir cilt, öğretmenliği belki üç beş cilt; ha bir de babalığı var ki, sadece Ada’nın babası için on beş cilt yazmak lazım, bir o kadar da Aslan için yazmak lazım. Ama bir de eş’ti o, Işıl’ın eşi. Sanırım tüm bunları yazmaya bir ömür yetmez.
Bu yazıyı okuyan herkesin en az benim kadar üzgün olduğuna eminim. O yüzden üzüntü ve acı dolu cümleleri uzatmak istemiyorum. Bir anımı paylaşmak istiyorum kısaca.
‘Ne oldu gene ne söyleniyorsun’ dedim.
‘Abi delireceğim ya, çocuğa adımı öğretemiyorum gitti, şaka gibi’ dedi
‘Nasıl yani, çocuk senin adını bilmiyor mu okul açılalı iki ay oldu’ dedim
‘Abi çocuğa adımı sormuş babası, o da Yaman demiş. Babası gelmiş okulda Yaman öğretmeni arıyor’ diye devam etti.
Ben başladım katıla katıla gülmeye, azıcık toparlayınca kendimi:
‘Kızmasana çocuğa be Utkan. Adını iki kelime olarak söyle kendi kendine o zaman anlarsın çocuk neden Yaman diyor’
Mırıldandı, ‘Utkan Adı Yaman’... Sonra başladı o da gülmeye.
O öğrenci belki lisededir şimdi ama onun taktığı isim dolandı dilimize. Aklıma geldikçe Yaman derdim Utkan’a.
Harbiden de YAMAN’dı. Kardeşim Yaman adamdı.
Yaman arkadaştı, Yaman yoldaştı, Yaman babaydı, Yaman eşti, Yaman evlattı… Yamandı işte, hem de ne yaman!!!
O gitti, şimdi yüreğimde bir acı kaldı ki işte o acı her şeyden daha yaman.
Filiz Konakçı
Gencecik, kara yağız bir delikanlı, okulumuza öğretmen gelmişti. O yaşta duruşu, konuşması etkilemişti hepimizi. Kısa sürede sınıftaki çocuklara gösterdiği sevgi, eğitimde özgürlükçü, sorgulayan, okuyan öğrenci yetiştirme becerisi şaşırtıyordu bizi. Çok gençti.
Cesur ve açık ifadeleriyle kendini ortaya koymuş, etkilemişti bizi. Kısa sürede herkesle yakınlaştı ve aydınlatma çalışmalarına başladı.
Her kitleye yılmadan, bir şekilde ulaşıyordu. Öğretmen-öğrenci folklor öğretme, satranç, sendikal faaliyetler durmuyordu. Hepimizin hayranlığını, sevgisini kazanmıştı.
İşte dedik umut veren bir genç.
Benim manevi oğlum olmuştu.
Eylemlere fiziksel rahatsızlıklar dolayısıyla gidemezken, Utkan’ın enerjisiyle tekrar canlanıp katılmaya başlamıştım. “Yürüyemezsen hocam, omzuma alır taşırım” diyerek yüreklendiriyordu.
Bir defasında okulda törende Kutlu Doğum Günleri ilahilerle bendir çalarak kutlanıyordu. Öğrencilerimi törenden alıp, sınıfa yerleştirdim. Bireysel cesaretim fazlaydı. Törende mikrofonu kapıp, töreni yarıda kestim. Velilerden özür dileyerek okulun ilim, irfan yuvası olduğunu anlatıp, evlere dönmelerini, ibadetleri gizli ve sessizce evde yapmalarını söyledim.
Sesler yükseldi. Veliler hareketlenmeye başladı. Bir baktım diğer merdivenin başında iki kolunu birbirine kenetlemiş, dimdik izleyen Utkan vardı, hareketlendi.
Sınıfa geçtim. Bir kısım veliler kapıda ağlayarak teşekkür ediyor, konuşmak istiyorlardı. Sınıfımda dersimi yapmak zorundaydım. Tabii bir kısım veliler de idarenin başına üşüşmüşler, şikayetlerini dile getiriyorlardı.
O hengamede Utkan belirdi, yanıma geldi. “Hocam ne yaptınız? Siz ön eylem gerçekleştirdiniz. Ama bu iş bireysel olmaz. Örgütlü hareket etmemiz lazım” dedi. “Valla ben ön eylemi filan bilmem. Kendimce doğru bildiğimi yaptım.” dedim. Gülüştük. “Size gelen destekçi tüm velilerin isimlerini alın, daha sonraları birlikte hareket ederiz.” dedi.
Tabii yapamamıştım. Sadece konuşup, paylaşıyordum.
Ve tüm ısrarlarıma rağmen, kendi sabahçı olmasına karşın bir hafta boyunca her gün okul çıkışlarında beni bekleyip, eve kadar eşlik etmişti. “Her şey olabilir” diyordu.
Annesine gönülden bağlı, kız kardeşine hayran Utkan’ımız aşık olmuştu. Meğer önceden beri varmış Işıl’ımız. Tam Utkan’a göre bir sevgiydi bu. Tertemiz ve içten. Çok da doğru bir insandı bu sevgisini hak eden. Evlenecekti. Bu konuları konuşmaktan sıkılır, utanırdı. Evlendiler ve çok mutluydu, mutluyduk. Ardından kızı Ada’cık dünyaya geldi. İlk zamanlar çok paniklese de harika bir babaydı.
Mücadelesi hep devam ediyordu. Çok yorulsa da her şeyi birlikte yürütüyordu. Ama ara ara baş ağrıları endişelendiriyordu beni. Sigarayı bırakıp bırakıp, tekrar başlıyor ama kafa hiç durmuyordu.
Tıpkı kendisine benzeyen bir erkek yeğeni olmuştu. Çok mutluydu. Işıl’la bir Utkan daha geliyor diye şakalaşıyorduk.
Okulumuzun Haziran Hareketinin öncüsü bizi bilgilendiren, koşturan Utkan’ımız heyecanlı, mutlu ve aktifti. Ancak ölenlere kahrolmuştu. Kafa yine dopdolu hassas, duygulu.
Tüm öğretmenlerin, velilerin, çocukların saygısını ve sevgisini kazandı. İdoldü Utkan. Daha sonraları Ali Aslan’ımız oldu. Işıl, Ada, Ali Aslan, ailesi, doğa sevgisi, mücadelesi, Utkan.
Devrim şehidi olmak için, illa mermi ile vurulmak gerekmiyor. Umudunu hiç kaybetmeden sürekli mücadele ediyordu, yapabildikleri için mutluydu, sistemin izin vermemesinden yapamadıkları kahrediyordu onu. Kafa hiç durmuyor. Koruyup kollaması gereken gençleri ve çok işleri vardı onu bekleyen. Ailesi, çocukları, sevenleri vardı sorumluluk duyduğu.
O güzel beynin dayanamadı ama yüreklerde, bedenlerde hep yaşıyorsun, yaşayacaksın.
Gençler söz veriyor, umutla yolunda ilerliyorlar Utkan yoldaş.
“Güldün, güller açtı.
İyi ki geçtin dünyadan.
Sahi ya doğmasaydın?”
(N. Hikmet)
İyi ki doğdun Utkan. İyi ki doğdun.
Taylan Özdemir
Yolun düşerse kıyıya bir gün,
Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan,
Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla.
Selamla, yüreğin sevgi dolu.
Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar
Eşit olmayan savaşta
Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden,
Sana liman gösterdiler uzakta..
(Pierre-Jean de Béranger)
Anlar birbirlerinin içinde eriyor. Geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine karışıyor. Hangisini yaşadık, hangisini daha yaşayacağız ayırt edemiyorum. Renkler, dokular, mekanlar da birbirine karışıyor. Hiç bir yerin önemi yok artık. Zaman ve mekandan bağımsız her yerde ve hiçbir yerde yaşıyorum…
Aklımda kalan her şey… Aklımda olan ‘sen’sin…
Utkan’a Dair…
Gece telefona gelen bir mesaj; sonra bir link: “Behzat Ç. Ankara Yanıyor” filminden bir sahne. İkinci ayrışma dönemi. Daha önce izlemiştik bu filmi, Utkan uyuyamamış yine, sahnenin başında Behzat çocukları yanına çağıyor ve onlara birlikten beraberlikten arkadaşlıktan dostluktan bahsediyor. Filmlerin bazı anları hafızada yer edinir. Bizim sahnemiz de burası; Behzat’ın çocuklara anlattığı o an. Sonrasında “anladınız mı düdük makarnaları” diyor. O anın en önemli repliği şuydu: “Gerekirse içinizden biri tekmeye kafa atacak ve sonra sabah kahvaltıda buluşup son lokma bitene kadar ‘ye bro’”. Ve akşama kadar tüm görüşmelerde bu sahneyi anlatmak.
Sizler Utkan’ın şen kahkahalar attığını gördünüz mü?
Bir filmin sahnesinde ağladığını gördünüz mü?
37 yıllık yaşam hikayesinde kocaman yıllar biriktirdik, kavga ettik, bağırdık çağırdık, trip attık ama bu hayatta Utkan’a hayır demenin bir yolu yoktu. Bir sorun mu var, o çözülecek; çözülmezse uykusuz kaç gece geçerse geçsin sorunun kaynağına inilecek ve sorun ortadan kaldırılacak.
Dedim ya, o kadar çok anı var ki... Baktığım her fotoğrafta, izlediğim her videoda, gittiğimiz her yerde bir anı biriktirdik. Bunlardan biri de Sabahat Abla… Siz hiç bir şarkıyı 1500 defa dinlediniz mi? Utkan dinletti bize; ilk defa birlikte kampa gidiyoruz ve bir saatlik yolda Müslüm Gürses’den Sabahat Abla’yı dinliyoruz. Ve aynı nakaratı birlikte söylerken yollar, anlar, dakikalar ayrı bir güzel geliyordu hepimize…
Utkan’dan hiç bir anısını dinlediniz mi? Kendi adıma söylüyorum çok anısını dinledim, her anlattığında gözlerinin büyümesini, mimiklerini, gülmesini, kahkahasını ve illa ki cümlesini unutmamasını… Anlatırken anılarını sakalıyla bıyığıyla oynamasını... Ahhhh Utkan, ahh güzel kardeşim.
Bir arkadaşın düğününde bir fotoğraf karesi çektim, fotoğrafta Utkan ve Önder’in kahkahası. Galiba çektiğim en güzel ikinci fotoğraf karesi; ilki ise Ali Aslan’ın babasına ilk bakışı ve ilk gülümsemesi.
Utkan Ali Aslan’ın sünnet olduğunu söylemişti evde oturduğumuz bir gün, ben de direkt “Ali Aslan’ın Kirvesi benim demiştim”; o da “Kirvelik o kadar kolay değil, cezanı çekeceksin ve kulüp rakıyı alıp geleceksin”. Kulüp rakıyı almadık pahalı geldiği için; yine kıyamamıştı. Bu güzel haber sonrası yine kadehler doldu, yine çakırkeyf olduk, şarkılar türküler eşliğinde anlattık hikayelerimizi.
Buraya yazılacak o kadar hikaye, anı var ki sayfalar yetmeyebilir.
Şu an ne düşünüyorsunuz bilmiyorum; bildiğim bir gerçek var ki o da Utkan bedenen yok yanımızda ama bizler biliyoruz ki sıktığımız yumruğumuzda, konuştuğumuz her kişide, anlattığımız tüm anılarda Utkan yanımızda ve bundan sonra da yanı başımızda olmaya devem edecek…
Futbolun en güzel yanı kazanmak, kazanmanın en iyi yöntemi sistemli oynamak. İşçi çalışmasına başladığımız dönemler Utkan ilk anlattığında o kadar heyecanlıydım ki yeni bir sayfa açacaktık, açtık da. Konuşmamızın bir bölümünde ona partiyi bir futbol takımı gibi anlatmıştım. Sistemli, oturmuş bir takım o kadar hoşuna gitti ki, “bunu muhakkak anlatacağım” demişti belki anlatmıştır sizlere: “Sistemimiz şu 4-4-2, kalede Parti, geri 4’lü işçiler, orta saha gençler, kadınlar, ağlar, dernekler, forvet zaten güçlü Erkan ile Barış.”
İsmail Utkan mahallemizin en sevilen abisiydi. Çocukluluğu, gençliği, yaşamının bir çok yılı sitede geçmesine rağmen mahalle kültürünü sonuna kadar yaşayan güzel adamdı.
Son olarak Utkan’a dair aklınızda ne varsa yanına gittiğinizde anlatın ona. Genelde o anlatırdı bizler dinlerdik, şimdi siz anlatın, kitap okuyun, Behzat Ç’nin yeni sezon sahnelerini dinletin, müzik açın sevdiği marşları türküleri. Çiçek götürün, Utkan çiçekleri çok severdi.
Utkan; Ali Aslan’la, Ada’yla, Işıl’la, Selcan’la, Güner teyzeyle, yetiştirdiğin güzel öğrencilerinle, yoldaşlarınla, dostlarınla anılacaksın hep. Okuduğumuz tüm kitaplarda, gezdiğimiz tüm sokaklarda…
İyi ki doğdun kardeşim, kirvem…
Deniz Öztürk yazdı | Kimin bu sokaklar, bu gök, bu yeryüzü?
30-11-2019 14:51

Deniz Öztürk
Bu soruya "kimin" diye başlamak hemen bir mülkiyet ilişkisini kabullenmek anlamına mı geliyor? O felsefi soruya girmeden, kamusal alanlarımıza/sadece geçip gidiverdiğimiz yollara/ yarı kamusal ekranlara... bize içinde yaşadığımız hakim ana dair bir şeyler hatırlatan yürüyüşlere atıfla soruyorum. Kimin bu sokaklar?
Kent mekanları tüm kent bileşenlerinin ortak birikimi ve üretimiyle oluşur. Kent mekanının belleği bu ortak birikime yaslanır ve ona muhtaçtır. Lefebvre'den alıntıyla; " Mekân artık yalnızca kayıtsız bir alan, artı-değerin şekillendiği, üretildiği, bölüşüldüğü yerlerin toplamı değildir. Toplumsal emeğin, yani üretimin çok genel nesnesinin ve sonuç olarak artı-değerin oluşumunun ürünü haline gelir." (Lefebvre, Kentsel Devrim)1
"Efsane Günler, Kara Cumalar" diye nitelenen; tüketmen, satın alman, istiflemen gereken bir zaman diliminin "fırsatını kaçırmaman" için baktığın her yerde reklam görüyorsun. Bu zaman diliminin ayrıca internet alışveriş sektörünün bilişim, çağrı merkezi, taşımacılık gibi alanlarında çalışanlar açısından "korkunç mesai günleri" olduğunu da bir kenara yazalım. Kentsel mekanda sermayedar gözü olan reklam panoları bizi her yerden takipteler. Bu anlamıyla billboardlar sadece birer ekran değil; içeriğini "henüz" belirleyemediğimiz yarı kamusal çerçevelerdir. Yalnızca sermayenin faaliyetlerini izlediğimiz ve onun bizi gözlediği bu sokaklara sözümüzü özgürce işleyebileceğimiz günler de gelecektir.
"Kara Cuma" Haftası, İstanbul
İstanbul'da 2019 yerel seçimler dönemini yeniden bir hatırlayın. Seçim öncesi E5'i kat ederken yol kenarlarındaki panoları da aşıp inşaat cephelerini kaplayan "icraat" ilanlarına maruz kaldık. Gasp edilen sonuç ve bitmeyen seçim sürecinde Büyükşehir Belediyesi'ni kimin kazandığı bile reklam panolarında, sokaklarda, üst geçitlerde pankartlarla duyuruldu. Reklamcılıkta kentsel mekanın kullanımının tahakküm kurmanın ne büyük bir aracı olduğunu deneyimledik. Görmemek mümkün değildi; çünkü baktığımız her yerdelerdi.
İBB’ye ait, kamusal alan açısından önemli yerlere konuşlandırılmış reklam panoları oldukça büyük gelir getiren bir kalem. Bunu söylerken yalnızca pano olarak düşünülmesin; duraklar, otobüs ve raylı sistemlerdeki iç reklam alanları, araçların dış giydirmeleri, hatta otobüste tutunma askısı bile değerlendirildiğinde İBB için 2018’de hazırlanan Sayıştay Denetim Raporu’nda tam tespit edilemeyen rakama göre 24 milyon lira getiri hesap edilmiş.2 Bu ihalenin ne kıymetli olduğu anlaşılır sanırım.
2019 Yerel Seçimleri öncesi Üsküdar
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde kadınlar yine seslerini çıkarmak için Tünel Meydanı’ndaydı. Valilik yürüyüşü önce yasakladığını, sonra “izin” verdiğini açıkladı. Güya izne rağmen yürüyüşün sonunda polis gazla, plastik mermi ile kadınlara saldırdı. Yine Lefebvre’yi analım; “İktidardakilerin kendilerini tehdit altında hissetmeleri durumunda ilk yapacakları şey sokaklarda gezinmeyi ve toplanmayı yasaklamak olacaktır.” (Kentsel Devrim, s.24)1Bu kentin sokaklarında, kuytularında da demiyorum meydanlarında dolanmak zımnen yasak zaten. Dönüştürülmüş mekan ve sizi de dönüştürmeye niyetli girdiler; artık ait olamadığınız mekanı tanıyamama/özlem/anı; toplumsal yaşayabilme beceresini deneyimlediğimiz sokaklarımızın her anlamıyla yıkılması… Bu kentin emekçilerinin tek krizi ekonomik değil; bahsettiğimiz derin bir yoksunluk!
Ve soruyu yeniden soralım: Kimin bu caddeler?
İstiklal Caddesi 25 Kasım’da da, 8 Mart’ta da kadınlarındır! Ama yetmez, her anını istiyoruz! O uzun caddeyi dolduran; ışıklı, coşkulu, öfkeli, acılı, umutlu kadınların fotoğrafı, tene ve taşa** kazınmış, kent belleğine yer etmiştir.
Kentsel mekanın belleği de yer döşemesini söküp yeniden yapmakla silinmez!
NOTLAR:
1 Henri Lefebvre, Kentsel Devrim, Sel Yayınları
2 http://www.seffaflik.org/wp-content/uploads/2019/05/%C4%B0stanbul-B%C3%BCy%C3%BCk%C5%9Fehir-Belediyesi.pdf
*Bu cümleyi her aklımdan geçirdiğimde Ahmet Telli’nin Belki Yine Gelirim şiiri devamında dökülür.
**Bir okuma önerisi olarak Richard Sennet’in Ten ve Taş kitabını anmış olayım.
Özgür Yılmaz yazdı | Bir sağcı devlet başkanı profili: JOH
29-11-2019 14:23

Özgür Yılmaz
Latin Amerika’da son dönem neoliberalizm karşıtı isyanlardan biri de Honduras’ta yaşandı. Honduras, Orta Amerika’da yer alan küçük bir Latin Amerika ülkesi. Devlet başkanları ise, 2014’te göreve gelen Juan Orlando Hernández (Baş harfleri: JOH).
JOH, Latin Amerika’da görmeye alışık olduğumuz sağcı devlet başkanı profiline sahip. Honduras gibi güçlü bir isyan geleneğine sahip olmayan bir ülkede, aylardır devam eden direnişi anlamak için ise JOH’u biraz tanımak gerek. Honduras, yaklaşık 10 milyonluk bir nüfusa sahipken Dünya Bankası verilerine göre Orta Amerika’nın en yoksul 2. ülkesi konumunda. Honduras’ın ekonomisi, Küba Devrimi’nden de tanıdığımız United Fruit Company’nin ülkedeki muz plantasyonlarıyla ve kahve üretimiyle biliniyor. Ancak öyle görünüyor ki JOH, ülkenin gelir kalemlerini biraz “çeşitlendirmeye” çalışmış…
2014’ten itibaren Latin Amerika’daki sağ popülist iktidarlarla eş zamanlı göreve başlayan JOH, tıpkı diğer sağcılar gibi benzer bir neoliberal ajandayı önüne koydu. JOH, yine tıpkı bir sağcı gibi; ABD destekli darbenin külleri içerisinden yükseldi. 2009 yılında Devlet Başkanı Manuel Zelaya tarafından yeni anayasa yazılması için referandum yapılması talebi üzerine, Honduras ordusu bir darbe gerçekleştirdi. Bu darbe aynı zamanda, Soğuk Savaş sürecinden sonra gerçekleşen ilk askeri darbe özelliğine sahip. Zelaya için yapılabilecek tanımlarda bir zorluk yaşansa da, (kendisi zengin bir iş adamı) en basit tabiriyle “liberal” olarak tanımlanabilir. Ancak seçilmeden önce seçimlerde sol bir retorik kullandı. Zaten ABD destekli sağ hükümetler tarafından yönetilen bir ülkede, yeni bir anayasa yazma talebi, ordu için oldukça “sol” bir talep olarak gözüktü. Aynı zamanda Zelaya, Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez ile de yakın ilişkiler geliştirmişti.
Neoliberal politikalara direniş, bölgedeki diğer isyanların gerekçeleriyle de ortak nokta aslında. Honduras halkı nisan ayında parlamentonun ülkede sağlık ve eğitim alanlarında yapmayı planladığı “reform”lardan sonra sendikalar öncülüğünde sokaklara dökülmüş, paramiliter gruplar da halka silahlı saldırılarda bulunmuştu. Ülkedeki direniş, dozajı düşmüş olsa da hala devam ediyor. Ancak JOH’a karşı direnişin temelleri, 2017 yılındaki seçimlere hile karıştırdığı suçlamasıyla başlayan süreçte yatıyor. JOH’un yeniden seçildiği bu seçimlerde, kendisi yüzde 42.95, muhalefet lideri Salvador Nasralla ise yüzde 41.40 civarında oy almıştı. Seçimler yenilenmiş, ancak çıkan sonuçlar muhalefetin içine sinmemişti. Bu eylemlerde 20’den fazla kişi hayatını kaybetmişti.
En başta söylediğimiz “çeşitlendirme” konusuna gelelim… Honduras, Orta Amerika’da jeopolitik anlamda bir geçiş ülkesi. El Salvador ile birlikte, Orta Amerika-Güney Amerika bağını sağlayan iki ülkeden biri. Bu konumu uyuşturucu ticareti, kaçakçılık gibi olayların yoğun olarak yaşanmasına yol açıyor. 2019 yılında başlayan eylemlerde en çok göze çarpan sloganlardan birisi de buna paralel olarak “JOH istifa, narkodiktatör” idi. Çünkü, JOH’un kardeşi Juan Antonio Hernández’in adı, Meksikalı uyuşturucu karteli El “Chapo” Joaquín Guzmán’ın soruşturmasında geçiyordu. Soruşturmaya göre, Hernández El Chapo’dan yüklü bir miktar para almıştı. Bu durum, eylemlerin asıl nedenlerinden biri olmasa da, güçlü bir katalizördü.
JOH şu an iktidarda kalmaya, Honduras halkı da kendisini devirme mücadelesine devam ediyor. Honduras halkı için, ülkede güçlü bir sol öznenin, sol bir birliğin olmaması gibi handikaplar var. Ülkedeki sağcı iktidara karşı direnişi, içlerinde eski Devlet Başkanı Zelaya’nın da olduğu liberallerin öncülüğündeki bir koalisyon sürdürüyor. 2017’de gerçekleşen seçimlerde de, bu koalisyon “hileli” olduğu iddia ettiği ve çok küçük bir farkla sonuçlanan seçimleri kabullenmiş, Honduras halkını direniş sürecinde yalnız bırakmıştı. Bunların yanı sıra, JOH’un sahip olduğu paramiliter güçler de halka yönelik ciddi bir yıldırma politikası izliyor…
'Devrimciler ölür, devrimler sürer'
Küba Devrimi, Castro ve Che Guavere’nin önderliğinde başarıya ulaşmış; Amerikan emperyalizmine büyük bir darbe indirilmişti. Vietnam’da, Angola’da ABD emperyalizmi yenilmiş, dünyanın değişik ülkelerinde emperyalizme karşı mücadeleler baş göstermişti. Fransa’da başlayan 68 hareketi ülkemize de sıçramış; önce üniversitelerde boykotlarla başlayan mücadeleden sendikalar ve demokratik kitle örgütleri ve toplumun tüm ezilen kesimleri etkilenmişlerdi.
25-11-2019 22:40

Hasan Çerçioğlu
“O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler” demişti Yaşar Kemal. O güzel insanlar kervanına Teslim Töre de katıldı. 1968 kuşağının yiğit bir devrimcisiydi. Yaşamı boyunca kendini devrime adamış, devrimci mücadele uğrunda bir an olsun ayrılmamış, sürekli devrimci mücadeleye bağlı kalmıştı.
1968, dünyada devrimci mücadelenin zirve yaptığı yıllardı. Küba Devrimi, Castro ve Che Guavere’nin önderliğinde başarıya ulaşmış; Amerikan emperyalizmine büyük bir darbe indirilmişti. Vietnam’da, Angola’da ABD emperyalizmi yenilmiş, dünyanın değişik ülkelerinde emperyalizme karşı mücadeleler baş göstermişti. Fransa’da başlayan 68 hareketi ülkemize de sıçramış; önce üniversitelerde boykotlarla başlayan mücadeleden sendikalar ve demokratik kitle örgütleri ve toplumun tüm ezilen kesimleri etkilenmişlerdi. THKO ile THKP-C gibi örgütler bu dönemde kurulmuştu. Teslim Töre, bu dönemde THKO’nun Akçadağ - Malatya bölgesinde harekete katılmış, Akçadağ’ın Cıbo Mağarası’nda başlayan gerilla mücadelesi, Gölbaşı ilçesinin İnekli Köyü’ndeki katliamla son bulmuştu.
31 Mayıs 1971 günü Nurhak’ta, İnekli Köyü yakınlarında, Kürecik Amerikan Radar Üssü’nü basmak için yola çıkan Sinan Cemgil, Alpaslan Özdoğan ve Kadir Manga, bir muhtar tarafından ihbar edilmeleri sonucu jandarma tarafından kuşatılmış ve girdikleri çatışmada katledilmişlerdi. Gruptaki diğer kişilerden Mustafa Yalçıner ağır yaralanmış, Hacı Tonak yakalanmış, Metin Güngörmüş ve Ahmet Erdoğan ise kaçmışlardı. Teslim Töre gerillaya cephane temini için birkaç gün önce gruptan ayrılmıştı. Daha sonra 6 Haziran’da yakalanan Güngörmüş ve Erdoğan, Yalçıner ve Tonak’la birlikte THKO davasından yargılanmışlardı. Çatışma sonrası cenazeleri almaya gelen Sinan Cemgil’in babasının yaptığı konuşmada, “Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Kendim öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyidir. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi olan Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Bu sonuç olmasa yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum” demişti.
Akçadağ ilçesinin Gölpınar Köyü’nde 1939 yılında doğan Şeker’in oğlu Teslim Töre, 1963 yılında TİP üyesi olmuş; 1965 yılında Akçadağ TİP ilçe başkanlığına seçilmişti. 1969 yılında Vahap Erdoğdu’yu desteklemek amacıyla “Yüce Türk Halkına” başlıklı bir bildiriye imza attığı için Raşo Ali Erdoğdu, Hacı Tonak, Köse Polat, Süleyman Kırteke olmak üzere altı arkadaşıyla birlikte tutuklanıp Malatya Cezaevi’ne girdi. 3 ay sonra Av. Halit Çelenk’in savunmasıyla serbest bırakıldılar. İnekli Köyü katliamından sonra Teslim Töre, Suriye’ye geçti...
12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası yurt dışında yaşamak zorunda kalmıştı.
1982’de 8 Türk ve Kürt örgüt ve partisinin içinde yer aldığı Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin (FKBDC) kuruluşunda yer aldı. TKEP adına bu cephenin yönetiminde yer alan Teslim Töre, 1984’de Sol Birlik adında, 7 Kürt ve Türk parti ve örgütünün içinde yer aldığı bir platformun kuruculuğunda ve yönetiminde yer almıştır.
Ağustos 1988’de tekrar Türkiye’ye döndü. 5 yıl İstanbul’da TKEP sekreteri olarak illegal çalışmalar yaptı. 1993’de İstanbul’da yakalandı. Cezaevine kondu. 11 Eylül 2001’de tahliye oldu.
Cezaevinde, Birleşik Sosyalist Parti’nin (BSP) kuruluşunda, kurucu üye olarak yer aldı. BSP’nin Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) ile 1994’de ittifak yaparak oluşturmuş olduğu seçim platformunun milletvekili adayı olarak Gaziantep’de seçime katıldı.
Töre, cezaevinde 1996’da kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin (ÖDP) kurucu üyesi oldu. Cezaevinden tahliye olduktan sonra, politikaya kurucu üyesi olduğu ÖDP ile devam etti. 2002’de yapılan parti kongresinde ÖDP’nin parti meclisi üyeliğine seçildi.
Töre’ye 2004 tarihli duruşmada 22 yıl hapis cezası verildi, iyi halinden dolayı 18 yıla indirildi. Karar savcı tarafından temyiz edildi.
Töre, 2003 tarihinde İsviçre’ye gelerek iltica talebinde bulundu. Bu tarihten itibaren yurt dışında yaşadı. 24 Kasım 2019 günü Almanya’nın Bern kentinde yaşama veda etti. Ama devrimci mücadele devam ediyor.
Bu nedenle diyebiliriz ki, her sağlam bilince sahip devrimciler gibi devrimlerin de süreceğine ilişkin umudumuzu hiçbir zaman yitirmemeliyiz. İşte diyoruz ki devrimciler ölür devrimler sürer…
Kentin Gündemi I Antalya’nın restore edilen tarihi
İleri Haber, Türkiye'nin farklı kentlerinde siyasetin nabzını tutan, mücadelenin içerisinde yer alan yeni yazarlarla güçleniyor. Bundan böyle her hafta pazartesi günü, farklı bir kentten yazarımızla yerel gündemi paylaşacağız. Bu hafta ilk yazı, Antalya'dan Cafer Yelsalı'dan. Gelecek haftalarda ilk aşamada İzmir, Bursa, Trabzon, Mersin ve Dersim'den yazarlarımız da kervana eklenecek. Yazarlarımız yalnız kentlerinin değil, bölgelerinin de sorunlarını ve gündemlerini sizlere taşıyacak. Bu kentlere yenileri eklenerek yolumuza devam edeceğiz.
25-11-2019 12:04

Cafer Yelsalı / Antalya
Antalya’ya misafirliğe gelen dostlarımıza gezdirdiğimiz yerlerden biri “Kesik Minare” ya da daha eski adıyla “Aya İrini Kilisesi”dir. Daha doğrusu restorasyona uğramadan önce böyleydi.
Bu alan antik dönemlerden Osmanlı dönemine kadar uzun bir geçmişin izlerini taşımaktadır. Milattan sonra 2. yüzyılda tapınak olarak temelleri atılmış ve sonrasında da kilise olarak inşa edilmiştir. Aya İrini Kilisesi’nin tarihinin, 8. Yüzyıla kadar dayanıldığı düşünülüyor. İmparatoriçe İrene tarafından yaptırıldığı varsayılıyor. Bizans döneminde çok fazla onarım ve değişiklik görmüş olan kilise, Selçuklu döneminde de kilise olarak faaliyette bulunmuş. Ta ki Sultan II. Beyazid’in oğlu Şehzade Korkud bölge valiliğine atanana kadar. O dönemde camiye çevrilmiş; “Şehzade Korkud Camii” ismini almış.
Osmanlı’nın son zamanlarında, 1895 yılında, çıkan bir yangında minaresinin ahşap olan kısmı yandığı için en son, Kesik Minare olarak anılmış.
Antalya’nın tarihinde önemli bir yeri olan ve kentin belleğine külahı kaybolduğundan kesik minare olarak yerleşen bu tarihi yapı aynı zamanda bir arkeolojik değerdir. Geçirdiği bütün evrelerini yansıtarak çevresiyle birlikte korunması ve bir Anıtpark/ Açık Hava müzesi olması planlanırken, 2012 yılında ülkenin pek çok yerinde uygulamaya konulan cami “ihyası” projelerine eklendi. Dönemin AKP’li milletvekilleri, belediye başkanı ve valisinin ortak talebi ve Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunun kararıyla açık hava müzesi olan kesik minareyi “eski haline” kavuşturacaklarını söyleyip, bir cami projesine başladılar.
Yapının geçmişten günümüze gelen tüm izleri silindi. Tüm kentlinin hafızasındaki “kesik” minareye külah konduruldu!
Peki, bu restorasyon faciası Antalya sınırları içinde ilk defa mı yaşandı?
Elbette hayır!
Anadolu Beylikleri döneminde, Korkuteli sınırlarında yaklaşık 800 yıl önce yapılan “Alaaddin Camisi” 2015 yılında yine restorasyona alınmıştı. Sanat tarihi açısından emsalsiz olan “Taç Kapı” restorasyon sonucunda tamamen “yenilenmişti”.
Peki, bununla mı sınırlıydı?
Yine hayır!
Serik ilçesi sınırları içinde, eski Aspendos kentinden en sağlam şekilde kalan, tahmini olarak MÖ. 2. yüzyılda Marcus Angelius döneminde inşa edilen, “Aspendos Tiyatrosu” yakın tarihte, büyük bir restorasyon müdahalesine maruz kaldı.
Basında kullanılan taşa “mutfak mermeri” benzetmesi yapılmıştı. Kullanılan taşın ne olduğu sorgulanmadan yapılan bu yorumların bir haklı, bir haksız tarafı var. Haksız olunan taraf; bu taş mutfak mermeri değil, özgüne en yakın taş malzemelerden birisidir! Haklı olunan taraf ise şu ki bu kadar yamaya, bütünlemeye ihtiyaç var mıydı?
Bu kararı kim, nasıl vermiştir? Hangi bilim kurulu, hangi bilimsel ölçütle bu kararı vermiştir?
Harekete geçmemiz için, bütün bu restorasyon facialarının, kentimizin tarihini ve turizmini nasıl etkileyeceğini deneyimlememiz gerekmiyor. Gördüklerimiz, yeni restorasyon faciaları yaşanmaması için bilimin yanında birleşmemizi gerektiriyor. Çıkan cılız sesler dışında, toplu ve güçlü bir karşı koyuş örgütleyemiyoruz.
Bu örnekler ve ülkenin pek çok yerindeki bu tür “ihya”, “yeniden yapma”, “tertemiz etme” projeleri, restorasyon gibi çok hassas bir konunun dahi AKP ve yandaşları tarafından bir rant konusuna dönüştürüldüğünü gösteriyor.
Tarihimizin ve belleğimizin yok edilmesine hep birlikte dur diyelim!
Not: Katkılarından dolayı Deniz Öztürk’e teşekkürler.
Özgür Yılmaz yazdı | Kolombiya’da genel grev: Duque’nin işi zor
"Bugün için bu hareketin ileri atıldığı bir zamana girildiğini söylemek için erken olabilir ancak genel grev ile birlikte düşünüldüğünde ileri atılmanın emarelerini Kolombiya’nın başkenti ve en büyük şehri Bogota’nın belediye başkanlığını bir sol aday olan Claudia Lopez’in kazanmasıyla görebiliriz."
22-11-2019 00:25

Özgür Yılmaz
Kolombiya, ABD’nin Latin Amerika’ya müdahalesinde en kilit ülkelerden biri konumunda. Tarihsel olarak, coğrafyasının bu özelliğinden kaynaklı olarak da ABD’nin siyasi müdahalelerine maruz kaldı. Ancak Kolombiya’da direniş hep oldu, olmaya da devam ediyor. Kolombiya’nın sağcı iktidarlarının ABD ile olan bu sıkı fıkılığı da, ülkede gelişen muhalefet hareketlerini doğal olarak anti emperyalist bir konumlanışa itti. Latin Amerika’daki birçok ülkede kaynayan kazan şimdi de 2018’de seçimi kazanan bir diğer sağcı olan Ivan Duque için kaynıyor…
DUQUE’NİN FAALİYETLERİ
Kolombiya’da 2018’de iktidara gelen sağcı Duque, ülke içerisinde ekonomik anlamda neoliberal ajandasını önüne koydu. Ancak Duque için merakla beklenen en önemli soru, 2016 yılında imzalanan barıştan sonra siyasal bir parti haline gelen FARC’a, barış anlaşması imzalamayan ELN ve diğer küçük gerilla gruplarına yönelik tutumuydu. Duque ilk andan itibaren, yıllar süren savaştan sonra silah bırakan FARC’a yönelik düşmanca bir tavır takındı. Göreve başladığı 2018 Ağustosu ve 2019 içerisinde Kolombiya’da yüzlerce eski FARC üyesi ve sempatizanı katledildi, ELN’ye yönelik operasyonlar da artarak devam etti. Öyle ki, bu duruma daha fazla katlanamayan eski FARC komutanları, Duque’nin göreve gelişinden bir sene sonra yeniden silahlandıklarını açıkladılar. Kasım ayının başında, devletin yaptığı operasyonda ise yeniden silahlanan –resmi kurumlara göre 14 gerilla- FARC gerillaları katledildi.
Duque, dış politikada ise en dikkat çekici hamleyi Venezuela’nın Bolivarcı iktidarına karşı yaptı. Venezuela’nın bir süreden beri yaşadığı kriz, 2019 Ocak ayında, Ulusal Meclis Başkanı Juan Guadio’nun kendini başkan ilan etmesiyle birlikte doruğa çıkmıştı. Guadio, bir süre ülke içerisinde arayışlarını sürdürse de aradığını bulamamış, Şubat ayında ise kendisini ilk tanıyan sağcı Latin Amerika ülkelerine ziyaretler gerçekleştirmişti. Guaido, bu ülkelerde Venezuela’ya yönelik “insani yardım” adı altında dış müdahale ihtimalini kızıştıracak önemli bir hamle yapmış ancak daha sonra bu hamlesi boşa düşmüştü. Guaido, yaklaşık 10 gün Brezilya, Şili ve Kolombiya gibi sağcı hükümetlerin iktidarda olduğu ülkeleri gezdikten sonra yine Kolombiya sınırı üzerinden Venezuela’ya giriş yapmış, “insani yardım” adı altındaki paketlerin büyük bir çoğunluğu da yine Kolombiya’ya gelmişti. Yine Guadio, Kolombiya’da bir konser organize etmişti. Öyle ki Guaido’nun, bu konsere giderken de Kolombiya’daki uyuşturucu kartelleriyle çektirdiği fotoğraflar daha sonrasında kendi destekçileri için bile tartışma konusu olmuştu. Yine bu süreçte, Venezuela sınırlarını Brezilya dahil diğer komşu ülkelere kapatmışken, en yoğun çatışmalar da Kolombiya sınırında gerçekleşmişti.
SIRA KOLOMBİYA’DA
Birçok Latin Amerika uzmanı, 2019’un Latin Amerika için bir isyan yılı olduğu görüşünde hemfikir. Honduras, Haiti, Ekvador, Şili derken sıra Latin Amerika’nın en büyük ülkelerinden biri olan Kolombiya’ya.
Aslında Kolombiya’da gerçekleşen protestolar, Ekim ayında sendikaların “Duque’nin ülkeyi bölen sosyal ve ekonomik politikaları”na karşı yaptıkları bir çağrıya dayanıyor. Sendikalar, iş saatlerini arttıran ancak saatlik ödemeleri düşüren, fazla mesai ücretlerini kaldıran, emeklilik yaşını arttıran ve haftasonu izinlerini kaldıracak denli acımasız iş yasasını “Duque Paketi” olarak adlandırıyor. Sendikalar buna karşı 21 Kasım’da bir genel grev çağrısı yaptı. Duque de bunun tıpkı bir sağcıya yakışır şekilde “dış güçlerin bir oyunu” olduğunu ima edip “Sao Paolo Sosyal Forumu” tarafından yapılan bir çağrı olduğunu söyledi.
Genel greve katılımın niceliğinden bağımsız olarak, ülkede Duque’nin varlığından rahatsız grupları ele almak protestoları anlamak açısından daha kıymetli olacaktır. Öğrenci ve hocalar, Eylül ayının sonundan itibaren bazı akademisyenlerin yolsuzluğa karışması gerekçesiyle protestolara başlamış, polisin eylemlere yönelik saldırısı da protestoların dozunu arttırmıştı. Bu eylemlerdeki temel talep ise, yine ekonomik kesintilere paralel olarak, “daha fazla eğitim”di.
(Öğrenci eylemlerinden bir kesit)
https://twitter.com/BallesterosLeo/status/1176954879023177729?s=20
Bu genel greve 40’tan fazla sendika katılım sağlayacağını açıkladı. Bunun yanı sıra yerli örgütleri, kadın örgütleri, barış aktivistleri, öğrenci örgütleri, yerli örgütleri ve çevre aktivistleri de greve katılacağını duyurdu.
Duque hükümetinden rahatsızlık duyan diğer gruplar ise şu şekilde sıralanabilir: köylüler, yerli azınlıklar, gerilla grupları, LGBTİ, sol… Bu tabi ki bizim iddiamız değil, araştırmalar Duque hükümetinden duyulan rahatsızlığın 2 yıla ulaşmayan iktidarında %37’ye ulaştığını gösteriyor. Gallup’un araştırmasına göre, Kolombiyalıların yüzde 70’i de “işlerin yolunda gitmediğini” düşünüyor. Ancak bu gruplar, birbirleriyle geçişli olduğu için arada bir ayrım yapmak güçleşiyor. Bu noktada şunu belirtmek gerekiyor: Başta bahsettiğimiz barış sürecini bozan şiddet politikası yalnızca eski FARC’lılara ve mevcut gerilla gruplarına yönelik değil. Kolombiya kırsalında yaşayan birçok köylü aynı zamanda yerli ya da gerilla destekçisi… Bu şekilde birçok kombinasyon yapılabilir. Aynı durum, Kolombiya’nın kentlerinde de geçerli. Doğal olarak kentlerde devletin ‘yasal’ şiddetiyle muhatap olunurken, kırsalda ise buna bir de paramiliter şiddet ekleniyor. Paramiliter şiddet ise Kolombiya’da hep var olan bir olguyken, Duque ile birlikte daha da artışta geçti. Örneğin Duque iktidara geldikten sonra en az 135 yerli katledildi. Somos Defensores adlı insan hakları grubu, bu yılın ilk altı aylık diliminde 600 köylü ve yerliye saldırı gerçekleştirildiğini bildirdi. Tersinden bir geçişlilik de bu paramiliter gruplarda mevcut. Yani, paramiliter gruplar devletle dirsek teması halindeyken, diğer yandan da uyuşturucu ticaretiyle ilgileniyor.
SONUÇ
Kolombiya’da yaşanan sürecin nereye varabileceği konusunda net bir şey söylemek için çok erken, tıpkı diğer ülkelerdeki hareketlilikler gibi. Ancak Kolombiya tarihi, Latin Amerika’daki en uzun erimli direniş sürecine şahit oldu. Bu yalnızca FARC ve diğer gerilla hareketleri için değil, bu hareketlerden önce ve eş zamanlı olarak ülkede gelişen muhalefet hareketleriyle de ilgili. Ülkede yer yer geri çekilen bir muhalefet hareketi olsa da, bu bazı zamanlarda da ileri atılıyor. Bugün için bu hareketin ileri atıldığı bir zamana girildiğini söylemek için erken olabilir ancak genel grev ile birlikte düşünüldüğünde ileri atılmanın emarelerini Kolombiya’nın başkenti ve en büyük şehri Bogota’nın belediye başkanlığını bir sol aday olan Claudia Lopez’in kazanmasıyla görebiliriz.
Bolivya’da gerici darbe: Nedenler ve sonuçlar
15-11-2019 12:00

Özgür Yılmaz
Bolivya’da 20 Ekim’de gerçekleşen başkanlık seçimlerini ülkeyi 2006’dan beri yöneten Evo Morales kazandı. Ancak ülkedeki sağ muhalefetin seçimlere usulsüzlük karıştırdığı iddiasından sonra başlayan gösterilerin ardından Morales istifa etti, Jeanine Añez isimli sağcı ise kendini geçici başkan ilan etti. Darbenin ardında ABD’nin olduğu biliniyor, yani ABD Latin Amerika’daki darbelerine bir yenisini daha ekledi. Türkiye’den bölgeye bakanların aklına ise şu soru geliyor: Bunca yıldan sonra, sağ muhalefet neden bu denli “güçlü”?
Morales 2006 yılında başladığı başkanlık görevine büyük bir halk ayaklanması sonucu geldi. Bu halk ayaklanmasının çeşitli sebepleri vardı. Ayaklanmanın temelini oluşturan ise, bölgedeki yerli halkın önemli bir üretim gerçekleştirdiği koka üretimine getirilen kısıtlamaydı. Koka, bölgedeki yerlilerin geleneksel olarak “acılarını unutmak için çiğnediği bir bitki” olarak tanımlanıyor. Ayrıca koka, ilaç yapımında da kullanılıyor, yani köylüler için ciddi bir gelir kalemi. 1997’de Hugo Banzer, ardından Gonzalo Sanchez ile devam eden ve Sanchez’in istifasından sonra Carlos Mesa tarafından kurulan sağcı hükümetler, ABD’nin “uyuşturucu yapımında kullanıldığı” gerekçesiyle talep ettiği koka üretimine yapılan kısıtlamayı uyguladılar. Köylüler ise bu karara direnişle cevap verdi. Bunun yanı sıra, özelleştirmeler de halkın tepkisini çekiyordu. Bunlardan en bilineni ise suyun özelleştirilmesiydi. Icíar Bollaín tarafından yönetilen “Yağmuru Bile” filmi bu direnişi anlatır.
Bu direniş süreci ekonomik kriz ilerleyip, 2003 yılında doğal kaynakların özelleştirilmesi kararı ile iyice yükselişe geçerken, yerli halk başkent La Paz’a giden yolları “istifa” talebiyle kesti. Dönemin Devlet Başkanı Gonzalo Sanchez’in halka verdiği cevap ise daha fazla şiddet oldu ve onlarca Bolivyalı polisin ve ordunun katliamları sonucu hayatını kaybetti. Sanchez daha fazla dayanamayıp istifa ederken, yerine bir başka sağcı Carlos Mesa’ya bıraktı. Doğal kaynakların özelleştirilmesine karşı gösteriler ise devam ediyordu. Bu şartlarda Mesa, 2004 yılında doğal kaynakların özelleştirilmesi ile ilgili bir referanduma gitmek istedi. Bu referanduma Movimiento al Socialismo (MAS - Sosyalizme Doğru Hareket) Lideri Evo Morales’ten olumlu yanıt geldi. Referandumdan kaynakların kamulaştırılmasına yönelik karar çıkarken, Mesa yönetememe krizinden çıkış olmadığını görerek istifa etti. Aralık 2005’te gerçekleşen seçimleri ise yüzde 54 ile Morales kazandı. Morales’in 14 yıl sonucunda sağladığı önemli başarılardan birisi gelir dağılımında sağlamaya çalıştığı adalet ve yoksulluğun azaltılmasıydı.
Bolivya Devlet Başkanı Morales geçtiğimiz Nisan ayında Ankara Üniversitesi’nde katıldığı bir panelde, iktidarları sürecinde yaptıklarını anlatırken, Bolivya’nın yerli nüfus açısından Latin Amerika’da oransal olarak en yüksek ülkesi olduğunu söylemişti. Yine aynı etkinlikte Morales, doğal kaynaklarla ilgili gelişmeleri anlatırken de Çin ile yapılan anlaşmalardan söz etmişti. Morales’e soldan gelen eleştirilerin büyük bir kısmı da bu iki başlıktan geliyor. Öncelikle Bolivya’nın ismine yapılan “çokuluslu” ibaresi ve yerlilerin siyasal süreçlere katılımında artış olduğu aşikar. Ancak, oransal olarak bu kadar fazla yerlinin olduğu bir ülkede, yine aynı yerli başkanın ülkedeki sağcılara karşı bir direniş örgütleyememesi eleştiri konusu haline geldi. İktidarı boyunca da, bu örgütsüzlüğü ve seçime odaklı tavrı eleştirildi. Ülkedeki sağın güçlü varlığının bir diğer sebebi ise “media luna (yarım ay)” adı verilen kuşak. Bu bölgede genel olarak sağcı beyazlar yaşarken, doğalgaza sahip bölgede daha önce de merkezi hükümetle özerklik talebiyle birçok kez karşı karşıya gelindi. Örneğin kendini başkan ilan eden Añez, önceki dönem Beni bölgesinden senatör seçilmişti.
Özelleştirmeler konusundaki tavrı ise, daha sonra -örneğin 2016 referandumu- oy kaybetmesine yol açtı. Örneğin James Petras, Morales ilk iktidara geldiğinde şunları yazıyordu: “Morales, bazı seçim yaklaşımlarından sonra sağa dönüş yaptı. Ekim 2003’ün köylü ayaklanmalarında yoktu, emperyalizm yanlısı Carlos Mesa’nın neoliberal rejimini destekledi ve petrolün kamulaştırılması için yapılan seferberliğin bölünmesinde rol oynadı.” (Latin Amerika ve Emperyalizm kitabında). MAS’ın eleştirilen bir diğer tartışması ise And-Amazon Kapitalizmi adını verdiği tezi. Bu teze göre, ülkenin sosyalizme geçişinin önünde en az 50 yıllık bir süre varken, yerlilerin kurtuluşu olarak ise yerli bir kapitalist sınıf yaratmak olarak gösteriliyor (bkz. “Duraklayan Radikal Geçiş”, Latin Amerika’yı Anlamak içinde, Yordam Kitap).
Sonuç olarak, bölgede ABD destekli darbelerine ne yazık ki bir yenisi daha eklendi. ABD, bölgede neoliberalizme karşı başlayan isyan dalgası ve solun yeniden güç kazanması -20 Ekim’de Bolivya’daki seçimlerden bir hafta sonra da Arjantin’de merkez sol iktidara geldi- ile birlikte, bölgeye müdahalesini de arttırdı. Küba’ya yönelik ambargonun arttırılması ve Venezuela’da başarısızlığa uğrayan sivil/askeri darbe girişimlerinden sonra, ABD’nin bölgeye müdahalesi de başka bir boyuta evrildi. Süreç bitmiş değil, Bolivyalı yerli halklar mücadeleye devam ediyor. Aymara yerlileri, 2005’teki azimleriyle “beyaz” patronlara karşı iktidarı yeniden kazanabilir.