Umut Şahverdi yazdı | Almanya Sol Parti’si Die Linke quo vadis?

Umut Şahverdi yazdı | Almanya Sol Parti’si Die Linke quo vadis?

Sol Parti’nin oy kaybı, (aynı zamanda AfD‘nin oylarının yükselmesi) Sol Parti seçmeninin en az yarısının ideolojik saikler ile değil de daha çok tepkisel oy kullandığını gösteriyor. Popülist oyların kayması ile birlikte, parti içi çatışmaların da artması doğal. Zira popülist veya “Realo” kanat bu strateji ile özellikle Almanya’nın doğusunda partiye seçimler kazandırmış, sol popülizmi Sol Parti içerİsinde yerleştirmişti.

Almanya siyasetini takip edenler, özellikle Marksist / Sol çevrelerde, Almanya’nın Sol Partisi (Die Linke)’nin 26 ve 27 Şubat’ta düzenlenen parti kongresini takip etmemiş olsalar da, kongreyi duymuş veya haberini almışlardır sanırım.

İlk bakışta bu kongrede olağanüstü bir durum yoktu. Ancak parti içi bir mesele, partinin ayrıştığı önemli bir noktayı öne çıkardı: Seçim programında parti, savaşlara Almanya Ordusu’nun katılmaması gerektiğini ve partinin barıştan yana tutum alacağını beyan etti. Ancak Sol Parti, Yeşiller Partisi (Bündnis 90/Die Grüne) ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile hükümet için koalisyon kurması durumunda bu maddeden cayarak koalisyonun bir parcası olmayı mı, yoksa Sol Parti olası koalisyon ortaklarını bu noktada ikna edip koalisyon anlaşmasına yazılı şekilde bu maddeyi ekleyerek bu koalisyonun bir parçası olmayı mı tercih etmeliydi? Parti bu tartışma ekseninde kendisini ciddi bir görüş ayrılığının ortasında buldu.

Yeşiller ve Sosyal Demokratlar askeri operasyonlara karşı barışçıl ve uluslararası bir çözüm tercih ettikleri bilinmektedir, ancak genel olarak ve topyekün Alman askerlerinin yurt dışında operasyonlara katılmaları ve hatta Almanya’nın resmi olarak bir savaşa katılması konusunda daha esnek olabilmektedirler. Geçmişe bakacak olursak, 1998’de kurulan Sosyal Demokrat ve Yeşiller koalisyon hükümeti, 1999 yılında, aslında Yeşiller’in o zaman hala yürürlükte olan parti programına aykırı davranarak, Kosovo Savaşı’na NATO kapsamında asker gönderilmesini desteklemişti. Aynı hükümet 2001 yılında toplumun büyük bir kısmı savaşa karşı olmasına rağmen Afganistan’a da asker göndermişti. Dolayısıyla, Sol Parti’nin bu konudaki endişeleri anlaşılabilir. Hatta kendilerinin dahil olduğu hükümet koalisyonunda olası bir savaş tezkeresinde, nasıl bir tutum alacaklarını şimdiden tartışmaları, olumlu görünebilir.

Ancak benim dikkatimi çeken ve aslında dikkatle izlenmesi gereken mesele bu olmadığını düşünüyorum. Savaşa katiyen hayır mı, yoksa belli durumlarda evet mi sorusunun ötesinde, Sol Parti bu tartışma ile iç çekişmelerini ve belli blokların çatışmasını gün yüzüne çıkarmış, ve gelecekte gideceği yön açısından bir karar alma aşamasında olduğunu göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Mesele biraz Yeşiller’in 1980’lerde “Realo / Fundi” tartışması adı altında “Realpolitika” yapanlar ile “Fundamentalist”, yani köktencilerin arasındaki tartışmalarin aynısı olmasa da Sol Parti de benzer tartşmaları yaşıyor.

“Realo” kanadın galip çıkmasından sonra Yeşiller 1998 ile 2005 yıllarında hükümette bulunmuş, sonraki seçimlerde oy oranları düşüp, çıkmasına rağmen çok önemli tecrübeye sahip olmuşlardı. Artık 2 dönem hükümetin başında olmanın ne anlama geldiğini biliyor, oy oranları çalkalanmış olsa da, 2011 Japonya’da yaşanan nükleer santral patlaması ve “Fridays For Future” gibi hareketlerin toplumda genel olarak global ısınmanın etkilerinin hissedilmesi ve çevre duyarlılığının artmasıyla Yeşiller seçmen açısından doğallığında gelişen bir şekilde “oy verilmesi gereken parti” olma algısı oluşturmuştu. Dahası, Yeşiller, yöneterek hedeflere ulaşılacağının izlemini yaratmış ve toplum gözünde “dogmatik bir parti” olmaktan çıkmayı başarmıştı. Yani Yeşiller profesyonelleşmiş ve 68’lilerin partisi olmaktan çıkmıştı. İçerik olarak ve savunduğu politika açısından bakıldığında hala ırkçılığa karşı, feminist, doğa duyarlılığını savunan, ilerici bir parti. Ancak Yeşiller’in hükümet tecrübesi onları küçük parti olmaktan çıkarmış onları artık büyük ve yönetme kabiliyeti olan bir partiye dönüştürmüştü.

Yeşiller bu bakımdan Sol Parti ile kıyaslandığında: Birincisi Sol Parti’nin böyle bir tecrübesi yok. İkincisi ise, Yeşil Parti’de profesyonelleşmenin getirdiği bir sistematik bilinç oluştu. Yani, iki parti ana hat olarak bazı konularda aynı duruşu sergilese de Yeşiller’ın siyasal tutumları halk nezninde daha az tutucu görünüyordu. Artık seçmenler Yeşillerin yönetebilme kabiliyetini görmüş ve onların politikalarını benimsemişlerdi. Dolayısıyla, eski tek konuya sıkıştırılmış partiden, daha muhafazakâr bir çiftçinin, Berlin’de yaşayan bir sanatçının, mavi ve beyaz yakalı işçilerin, gençlerin ve yaşlıların oy verebileceği bir kitle partisine dönüşmesini başarmıştı.

Sol Parti’nin durumu aynı değil elbette. Ne Almanya’yı yönetme tecrübesine sahip ne de profesyonelleşme konusunda çok başarılı olmuş bir parti. Daha önemlisi, hala Almanya’da Soğuk Savaş’tan kalma komünizm korkusu mevcut. Yeşiller her ne kadar sol yelpazede yer alıyor olsa da, komünist “yaftasını” yememiştir. Dolayısıyla Sol Parti’nin Almanya’nın geniş kesimine hitap edebilmesi şuan için zordur. Zaten Sol Parti’nin iç tartışmasının ana sorusu da: Parti kendi Marksist / Sol kimliğini kaybetmeden nasıl daha başarılı, daha yaygın, toplumun geneline hitap edebilen ve insanların rahatlıkla oy verebilecekleri bir parti olabilir?

Ve daha ötesi, Sol Parti’nin koalisyon ve NATO meselesi aslında Sol Parti’nin geleceği açısından ilk bakışta görünenden daha derin bir anlama geldiğini düşünüyorum. Bu sonuçlara nasıl vardığımı anlatabilmek için bu tartışmaların altında yatan parti içi dinamiklere kısaca bakmakta fayda var.

 

SOL PARTİ’NİN KISA VE ÖZ GEÇMİŞİ

Sol Parti her ne kadar resmi olarak 2007’de kurulmuş olsa da, 1990’da Doğu Almanya’nın çökmesinin ardından PDS (Partei des Demokratischen Sozialışmuş / Demokratik Sosyalizm Partisi) olarak, Doğu Almanya’nın Merkez Komitesi’nin partisi olan SED’nin (Sozialıstische Einheistpartei / Sosyalist Birlik Partisi) varisi olarak kuruldu. Yani PDS eski Doğu Almanya Sosyalist kadroların çoğunlukta olduğu bir parti olarak kuruldu. Her ne kadar genel seçimlerde, meclise vekil gönderebilmiş ve hatta mecliste grup kurmuş olabilse de, seçim sonuçlarına bakıldığında Doğu Almanya dışında dikkate alınabilecek bir oy potansyeline sahip olamadı PDS. Yerel seçimlerde de durum aynıydı. 2000’lere gelindiğinde artık Almanya’nın yerleşmiş sol / sosyalist partisi olarak kabul görmüş, Batı Almanya’da da oy oranını artırmış olsa da, yerel seçim başarıları Batı Almanya‘da çok nadir görülürdü. PDS olarak birleşmiş Almanya’da sürekli SED partisi olmakla suçlanmış, partinin programı, duruşu, vaatleri ana akım medyada ve Batı Almanya toplumunun geniş bir kesimi tarafından ciddiye alınmamakla birlikte, bilinmezdi bile. Bu durumu değiştirmek, aslında batıya her ne kadar açılmış olsa da, resmi olarak, sanki batı Alman toplumunun kadrajına girebilmek amacıyla, 2007 WASG adlı, batı Almanya’da özellikle temsiliyeti olan bir parti ile “Die Linke” adı altında birleşmiş ve yeni parti kurulmuştu. Bu sürecin iki önemli aktörü vardı. PDS’ın kurucu başkanı Gregor Gysi ve SPD’nin eski başkanı Oskar Lafontaine. Gysi her ne kadar sadece 1993’e kadar, yani 3 yıl, başkanlık yapmış olsa da, parti içinde büyük bir güce sahipti. Kendisi Doğu Almanyalı, SED kadrolarında bulunan bir avukat ve inançlı bir sosyalist. Diğer tarafta Lafontaine ise, SPD içerisinde sol kanadı oluşturan bir kadronun en tanınan isimlerinden biriydi. Her ne kadar SPD Yeşiller ile hükümette olsa da, tıpkı İngiltere’de olduğu gibi Gerhard Schröder’de Tony Blair gibi sosyal demokrat olarak, neoliberal uygulamaların daha fazla derinleşmesini sağlamış, sosyal devletin gittikçe yok edilmesi ve özelleştirmelerin ilerlemesini sağlayan bir politikalar güdüyordu. Buna karşı gelen Lafontaine, SPD içersinde bu gidişata dur denilmesi ve Sosyal Demokrat çizgiye geri dönülmesini istemiş, Schröder bloku ile Lafontaine bloku karşı karşıya gelmişti. Bu parti içi çatışmanın kaybedeni Lafontaine olunca, partiden ayrılmış ve WASG oluşumuna katılmıştı. Aynı süreçte PDS, SPD- Yeşiller hükümeti politikalarını ağır eleştirmiş, batıda da daha başarılı olmaya başlamıştı. Ancak o başarı eyalet meclislerine girmeye yetmedi. Mecliste Liberal parti olan FDP’yi geçmesine rağmen, yerel başarıları yine Doğu Almanya ile sınırlı kalıyordu. Bu durumda olan PDS, 2005 yılına kadar batıya açılımını hala gerçekleştirememişti. Öte yandan WASG her ne kadar batı sosyalistlerinin birleştiği bir parti olma çabasında bulunmuş olsa da, çok başarılı olduğu söylenemezdi. Dolayısıyla, iki partinin, yani WASG ve PDS’ın birleşip, yeni parti kurmaları bir çok yönden mantıklıydı. Birincisi, batı / doğu ayrımını ortadan kaldırıp, birleşik sol / sosyalist parti olarak seçimlerde de birbirlerine engel olmaktan, veya batı da WASG, doğu da PDS seçim bölgeleri ayrımından kurtulmuş olunacaktı. İkincisi, WASG’nin oy potansyeli çok sınırlıydı. PDS ile birleşerek aslında bir kaç sene içerisinde kendi kendine sönecek ve bitecek bir parti oluşumu durumundan kurtulup, gerçekten kapsamlı ve ciddiye alınabilecek bir parti haline gelmesi söz konusu olacaktı. Ve son olarak PDS için yeni bir başlangıç, yeni bir parti ismi, ve hatta tamamen SED geçmişinden arındırılmış yepyeni bir parti olma şansı barındırıyordu bu birleşim. Öte yandan ve belki de daha önemlisi Doğu Almanya partisi olmaktan çıkacak, bütün Almanya için Sol / Sosyalist bir alternatif olma durumuna gelecekti. Bununla birlikte parti büyüyüp, Doğu Almanya ekseninde olmayan kesimlere de hitap edebilecekti. 1990’larda ve hatta bugüne kadar hala SPD bazı kesimlerde (özellikle sendika çevrelerinde) sol bir parti olarak görünmüş olsa bile, WASG ile PDS’ın Sol Parti adı ve çatısı altında birleşmesi, ( Almanya geneline seslenen çizgileri çok net çizilmiş ve kesinleşmiş sol partinin oluşması); SPD’yi merkeze, yani soldan biraz daha uzaklaştırmış olacaktı. Hem Gregor Gysi, hem de Oskar Lafontaine bu şansı ve bahsettiğim bu olguları ve imkanları görmüş olmalılar ki, 2005 genel seçimlerinde birlikte çalışmış, seçim sonrası meclis grubu kurmuş ve meclis grubunun eş başkanları olarak seçilmişlerdi.

2007’de ise Sol Parti resmi olarak kurulmuştu. Ancak bir sorun vardı. Gysi daha ortodoks bir sosyalist iken, Lafontaine popülist2 solcu bir çizgi çiziyordu. Yani aslında Yeşillerin 1980’lerde yaşadığı “Realo / Fundi” tartışmasının tam da ortasındaydı genç parti. Artık büyük koalisyonlarla Merkel’in Hristiyan Demokrat Partisi CDU ile SPD bugüne kadar ülkeyi yönetiyor, toplumun büyük bir kesiminin desteğini alıyordu. Eş zamanlı olarak SPD her seçimde oy kaybederken, Yeşil Parti oylarını arttırıyordu.

Bu süreçte Sol Parti içinde bir sorgulama başladı: SPD seçmeni neden bize oy vermek yerine, Yeşillere oy vermeyi tercih ediyordu? SPD artık seçmene hitap etmiyorsa, daha solda duran, aslında gerçek sol alternatif olan, yani Sol Parti’yi seçmesi gerekmez miydi? Bu süreçte, ki 2013’lere varılmış, Sol Parti’nin parti programında ve seçim vaatlerinde öne çıkardığı “genel asgari ücretin hayata geçirilmesi” kamuoyunda beğeni topladı ve, genel seçimlerde Sol Parti Yeşilleri geçip, mecliste 3. büyük parti olmayı başardı. Gysi, aslında her ne kadar popülist bir seçim çalışması yürütmüş olsa da, talepleri sosyalist çizgiden uzaklaşmamıştı. Ancak bu popülist başarıyı öne çıkaran “Realo” kanadı, başarıyı daha popülist, daha topluma hitap edebilecek isteklere bağladığını düşünüyorum. Aslında mesele talebin içeriğinden çok, popülist sol bir politika güdülmesi gerekliliğini ortaya çıkardığını düşünüyorum. Zira eş zamanlı olarak Yunanistan ve sonra İspanya gibi ülkelerde popülist sol partilerin başarısını görüp, bundan ders çıkarılmaması gerektiğini düşünen solcu / sosyalist kalmamıştır hiç bir yerde. Sol Parti içinde bulunan Sarah Wagenknecht, Akdeniz sol dalganın Almanya’ya taşınması konusunda oldukça hevesli olarak görünüyordu. Söylemleri Gysi’nin söylemlerinden bile daha solda duran Wagenknecht, radikal sosyalist bir yaklaşım ile ortaya çıkmıştı. Ancak, bu radikal duruş, gittikçe popülist söylemlere yerini bırakmış, ve zamanla Wagenknecht’ın politik pozisyonları içerikten fazla, genel ve geniş toplumun nabzına göre şekillenen görüşler haline gelmişti. Ancak bu popülist anlayış son seçimlerde sonuçlara olumlu anlamda yansımadı. Hatta Doğu Almanya‘da Sol Parti oy kaybetmeye başladı. Örneğin Saksonya eyaletinde neredeyse 1994’ten beri Hristiyan Demokrat Parti’nin ardından ikinci büyük güç olmayı başaran PDS / Sol Parti, 2014 ve 2019 seçimlerinde hızla oy kaybetmeye başlamıştı. 1994’da 16,5%, 1999’da 22,2%, 2004’te 23,6% ve 2009’da 20,6% oranları ile, Saksonya Eyaletin’de Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden beri hükümetin başındaki CDU’ya karşı seçmenler muhalefet olarak Sol Parti’yi uygun bulmuştu. Ancak 2019 Saksonya eyalet seçimlerinde Sol Parti ağır bir yenilgi aldı. Oyların sadece 10,4% alabildi, yani 2009 aldığı oyların yarısını alabilmiş, hatta eyalet meclisinin artık 2. büyük partisi değil, ancak 3. büyük partisi olabilmişti. Bu örnek bize Sol Parti’nin gidişatı konusunda, özellikle daha önce belirttiğim “Realo / Fundi” tartışması ile alakalı önemli ipuçları vermektedir. Bu yüzden Saksonya örneğinin önemli olduğunu düşünüyorum.

İÇ ÇATIŞMA

Ayrıntılara bakıldığında, Sol Parti son seçimlerde aslında Thüringen eyaleti dışında, tüm Doğu Almanya eyaletlerinde oy kaybetmiş görünüyor. Dolayısıyla hepsinin tek tek ayrıntısına girmek gerekmiyor bence. Zira Saksonya örneğinde, son 10 senede hızla yaşanan oy kaybının sebebini Sol Parti’nin siyasi tutumlarında veya ideolojik yöneliminde aramamak gerekiyor bence. Sol Parti’nin Saksonya gibi çok güçlü olduğu bir eyalette neden oy kaybettiğini daha çok başka bir partinin kurulmasında ve güçlenmesinde görebiliriz. O parti de aslında, ideolojik olarak Sol Parti’ye tamamen zıt: Die Alternative für Deutschland, yani AfD (Almanya’nın Alternatifi). Çok da detayına girip, her iki partinin ayrıldıkları ve belki de birleştikleri bir kaç konuyu tartışmaya gerek yok bence. Sol Parti’nin AfD gibi sağcı, ırkçı ve insanlık düşmanı bir partiye oy kaybetmesinin aslında çok basit ve mantıklı bir açıklaması var: AfD popülizmi Sol Parti’den çok daha iyi beceriyor olması. AfD, Sol Parti’nin kullanamayacağı bir yöntem kullanıyor: yabancı düşmanlığı. Sol Parti işçi sınıfının, yoksulların ve ezilenlerin partisi olmaya çalışırken, söylem olarak her ne kadar popülist olsa da, söylemini sadece kapitalizm, patronlar, hükümet, Amerika gibi öznelere dayandırıyor. Ancak bu söylemler içerik aktarımı bakımından sınırlı kesimlere merhem olabilmektedir. Oysa, global kapitalist düzende ezilen, yoksullaştırılan, sömürülen, hakları ellerinden alınan, sesi duyulmayanlar kapitalist sistem yüzünden bu durumdadır. Ancak AfD’nin çok yanlış ve olayları çarpıtarak basitleştirdiği “her şeyde göçmenler suçlu“ söylemi ile, tam da bu sınırlı, çok fazla dünya ekonomisi bağlantılarını duymak istemeyen az eğitimliye, çok eğitimliye, işçi sınıfına veya burjuvaziye, toplumun bütün kesimlerine hitap edebiliyor. Çünkü günah keçisini herşey için suçlamak Almanya toplumunun sistematik iç sorunlarını tartışmaktan daha basit.

Öte yandan Sol Parti’nin Syrıza ve Podemos kadar başarılı olamaması da aslında çok kolay açıklanabilir: Almanya’nın ekonomisi batmamış, Sol Parti bu batış ile neo-liberal kapitalizm arasındaki ilişkiye dikkat çekip bu noktada politika üretmemişti. Yunanistan ve İspanya için doğru olan tespit, Almanya gibi Avrupa Birliğinin en güçlü ve en büyük ülkesine uyarlamak gerçekçi görünmemektedir. Almanya toplumu İspanya ve Yunanistan toplumları gibi, fakirliği ve gelecek korkusunu bu toplumlar kadar henüz tatmadığı için, Sol Parti’nin eknomik kriz üzerinden geliştirdiği anti-kapitalist propagandaya Akdeniz ülkelerindeki seçmenler kadar sıcak bakmamış ve Sol Parti’yi iktidara taşımamıştır. Tıpkı 1929 ekonomik krizi gibi, ki Almanya o zamanlar gerçek bir ekonomik kriz yaşıyordu, Almanya’da da 2010’da başlayan “Avro Krizi” ve 2015’den sonra sözde “göçmen krizi” ile popülist ırkçı bir parti ortaya çıkmış, ve oylarını arttırmaktaydı. Yani NSDAP ve AfD aslında Almanya’nın gelişmiş kapitalist düzeninde oy kazanması, halkın “hislerine” hitap eden ve korkularını körükleyebilen iki parti, doğru zamanda, doğru seçmen ile buluşmuş, popülist oyları kendilerinde buluşturmakta başarılı olmuştu. Sonuç itibarı ile Sol Parti çıkılmaz bir denklem içerisinde, ne kapitalizm eleştirisini Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi çok öteye götürebiliyor, ne de ideolojik olarak sağa kayıp, gelişmiş kapitalist ülkelerinde popülist partilerin yaptığı gibi öteki yaratıp günah keçisi ilan edebiliyor.

Sol Parti’nin oy kaybı, (aynı zamanda AfD‘nin oylarının yükselmesi) Sol Parti seçmeninin en az yarısının ideolojik saikler ile değil de daha çok tepkisel oy kullandığını gösteriyor. Popülist oyların kayması ile birlikte, parti içi çatışmaların da artması doğal. Zira popülist veya “Realo” kanat bu strateji ile özellikle Almanya’nın doğusunda partiye seçimler kazandırmış, sol popülizmi Sol Parti içersinde yerleştirmişti. Ancak son on senedir partinin oy kaybetmesi ile parti içi çatışma yeniden alevlendi. Hatta Wagenknecht’ın son açıklamaları da AfD’yi ve göçmen politikasını ele almaktadır. Wagenknecht kısa ve öz olarak şunu söylemektedir: Biz göçmen konusuna eleştirel bakan herkesi ırkçı olarak görürsek, AfD’ye seçmeni iter, işçi sınıfının ve yoksulların nabzını bilmez, elitlerin partisi oluruz. Karşısında duran ve son kongrede de eş başkan seçilen Susanne Hennig-Wellsow ve Janine Wissler ise, ırkçılıkla mücadelenin öne çıkarılması gerektiğini öne sürüyor. İki kampa da stratejik bir pencereden baktığımızda Wagenknecht kampı oyların AfD’ye kaymasından korkuyor ve o yüzden ırkçılık ve çevre / doğa gibi konuların elitist duracağını savunuyor, partinin yeni başkanları ise tam da ırkçılık ve çevre konularının partinin politikasının merkezinde oturmaması durumunda oyların Yeşillere kayacağından endişe duyuyor.

SOL PARTİ NEREYE?

Başta bahsettiğim “Realo / Fundi” kavgası, Sol Parti’nin “toplumun belirli kesimlerine sırtını yaslama” suçlamasından çıkma çabası ve “kime oy kaybederiz” korkusunu aşmak için özellikle toplumun genelinde güvenilir muhalif parti olma çabasına önderlik eden klikler arasında yaşanmaktadır. Kuruluşundan itibaren popülizmi siyasal bir tarz olarak deneyen Sol Parti bu son kongre ile köklerine geri dönme isteğini kamuoyuna, seçmenlerine ve parti üyelerine duyurmuş oldu. Hatta kongre sonrası Wagenknecht kampı partiden ayrılıp, yeni parti kurma niyetlerini dile getirdi.

Ancak sorun sadece bir parti içi sorun değil artık. 26 Eylül 2021’de genel seçimlerde Sol Parti’nin SPD ve Yeşiller ile bir koalisyon hükümeti kurma ihtimali bulunmakta. Ancak son anketlere göre bu üçlü koalisyon çoğunluğu sağlayamıyor. Aynı zamanda Yeşiller olağanüstü bir şekilde 2017’de aldığı 8,9% lardan 20%lere çıkacağı öngürlüyor. Bu durumda meclisin en küçük partisinin, CDU’nun (29%) ardından ikinci büyük partiye yükseleceği ön görülüyor. Aynı zamanda SPD yine oy kaybedeceği (20%lerden 17%lere); AfD ise aşağı yukarı aynı oy oranında kalacağı, ya da 1% gibi bir oy kaybına uğraması bekleniyor. Sol Parti’ye bakacak olursak çok büyük oy kaybı olmamakla birlikte 9%lardan 7%lere inmesi bekleniyor. Ancak ne AfD’ye, ne de SPD’ye oyunu kaptıracağı düşünülüyor. Almanya’da seçim anketleri de Türkiye’de olduğu gibi partizan olmadığını ve aşağı yukarı seçim sonuçlarını ön gördüğünü belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla karşımızdaki tabloya bakarsak, Sol Parti’den oylarıin, AfD’ye gitmediği belli. Ama Sol Parti’nin yerinde sayması da ilginç.

Bu durumda hükümet kurmak için yeterli bir oy oranına sahip olamayacak Yeşiller, SPD ve Sol Parti. Popülist politika hüsrana uğradı ve AfD’ye giden oy, geri dönmemek üzere gitti. Bu durumda yeni parti yönetimin atabileceği stratejik adım çok net: Gerçek antifaşist, Marksist bir siyaset üreterek AfD ile arasına kalın bir çizgi çizmek. Bu şekilde Sol Parti ile AfD arasındaki karşılaştırmayı tamamen anlamsızlaşabilir. Parti popülist argümanların cazibesine fazla kapılmadan özellikle ilkelerinden ödün vermemelidir. Yani Wagenknecht’ın dediği gibi, “her göçmen eleştirene de ırkçı demeyelim de AfD’ye gitmesin” tutumundan, “Sol Parti antifaşisttir ve dolayısıyla her ırkçılığın adını koyar ve mücadele eder” anlayışına geri dönüşü başarmalıdır. Aynı zamanda Sol Parti doğanın korunması konusunu ele alarak aslında Yeşiller’in hızla yükselişinden rol de çalabilir. Yani Wagenknecht’e doğa ve antifaşizm gibi konular elitist görünse de, toplumun sol / demokrat kesiminin 20% si öyle düşünmüyor. Bu yazının en başında, sol portallara ve gazetelere haber olan Alman Ordusu’nun yurt dışı angajmanı konusunda koalisyon hükümeti kurma durumunda kırmızı çizgi haline sokma meselesini ele aldığımızda aslında Sol Parti hükümette yer almayacağını karar vermiş olacak. Ne Yeşiller, ne de SPD böyle bir kırmızı çizgiyi kabul etmez, Sol Parti’ye bu konuda boyun eğmezler. Dolayısıyla Sol Parti son kongresi ve ardından gelen adımlar ile aslında eski popülist çizgisinden tamamen bir u-dönüşü yaptığını ve bu şekilde güçleneceğini hesaplıyor olmalı. Hem ana konularına ve ideolojik duruşundan taviz vermeyen bir politika ile, tıpkı Gregor Gysi’nin 2013’de yukarıda bahsettiğim asgari ücret atılımı gösterdiği şekilde politikasını yürütümesinin başlangıcı olabilir. Yani, popülist söyle kullanılacaksa, daha sol bir popülist söylem olmalıdır. Böylece tekrar güçlenip, oy oranını arttırıp ve gerçekçi senaryolar üzerinden koalisyon tartışmaları başlatması daha mantıklı olabilir. Yani aslında Sol Parti böylece kendini toparlayıp, kuruluşundan beri süregelen “Realo / Fundi” çekişmesinden kurtulma durumuna gelmiş gibi. Sol Parti WASG ile Almanya’nın batısına açılımını her ne kadar denemiş ve Almanya’nın geneline seslenen bir parti olmaya çalışmış olsa da bu iç çatışmalar gördüğümüz gibi Sol Parti’yi ne ileriye ne de geri taşıyor. Yine de WASG ne pahasına olursa olsun popülist yaklaşımı Sol Parti’ye çok değerli tecrübeler kazandırdı. Bu tecrübe sayesinde Sol Parti son kongrede sinyali verilen U dönüşünü başarabilme ihtimalini yükseltmiş, partinin toparlanabilme şansını epey artırmış görünüyor. Son kongre ile hedeflediği gerçekten bu bahsettiğim yol ayrımı ise, başarılı olması sadece ve sadece tutarlı ve amasız bir politika çizmesinden geçer. Bunu başarırsa Sol Parti hem kendi tarihi hem de Almanya siyaset tarihi açısından bu kongre çok önemli bir kilometre taşı olabilir. Hitap edeceği seçmene yoğunlaşarak belki de Almanya’da ilk Sol / Sosyalist bir partinin ortaklığı ile hükümette bulunur. Onun başarılması için şimdi çizdiği yoldan şaşmayıp çok çalışması gerekecek. Bunu gerçekten başarırsa, Almanya’da Marksist olmayan ama daha sosyal, daha paylaşımcı, toplumdaki farklılıkları zenginlik olarak gören bugüne kadar oyunu Sol Parti’den kullanmaktan çekinenlerden de oy alır, birleşmiş Almanya’nın 2. Dünya Savaşı sonrası ilk gerçekten Sol / Sosyalist / Marksist bir halk partisi olma başarısını elde eder.

Sol Parti quo vadis? Ancak gelecek gösterecek.

Die Linke qup vadis: Sol Parti nereye gidiyor?

2 Popülizm bu yazıda geniş anlamda, ideolojik ve siyasi sınırları aşarak, özellikle “tepkisi” olan, hükümet karşıtı vatandaşlara hitap etme çabasını ifade ediyor. Bu çabada belli toplumsal sorunları sırf oy artırma arzusuyla ele alarak (ekonomi, göçmenler, işsizlik); çözüm üretmeden, içi bos veya aşırı radikal, yani realiteden uzak vaatlerle siyaset yapmak.
 

DAHA FAZLA